Altı parti liderinin buluşması dahil olduğum bir whatsapp grubunda çok büyük coşku ve heyecan yaratınca, ben HDP’nin dışlandığı ve Kürt meselesi hakkında tek kelimenin edilmediği bir buluşmanın demokrasiyle, adaletle filan ne alakası olabileceğini sorgulayıp “Umarım bana kızmazsınız” dedim.
Önce “Kızmak olur mu; ne demek? Bin çiçek açsın, bin fikir yarışsın… (böyleydi değil mi bu söz?)” diye bir cevap geldi. (Hayır, söz tam da öyle değildi galiba!) Ardından da şöyle bir cevap: “Ben de hem kızmıyorum, hem şaşırmıyorum. Roni’nin devrimci maksimalizmini biliyorum zaten.”
İkinci cevabın sahibi olağanüstü ölçüde bilgili ama çok uzun zamandır hemen hemen her konuda yanılan bir arkadaşımız olduğu için, benim devrimciliğimin maksimalizmini ve altılı buluşmaya bakışımı da yanlış yorumlamış.
Nasıl baktığımı biraz açmak istiyorum, ama önce Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na bakışımla gireyim konuya.
Kendisiyle tanışmayız, ama iyi niyetli ve iyi bir kişi olduğunu tahmin ediyorum. Ne var ki, kendisi hakkındaki hissiyatımdan ziyade söylediklerine ve yaptıklarına bakmak daha doğru olur. Türk milliyetçiliği veya Kürt sorunu gibi zor konuları bir yana bırakalım, Suriyeli göçmenler meselesine bakalım. Neler demiş bu konuda?
Eylül 2017’de ‘Fındık İçin Yürüyoruz’ yürüyüşünün ardından Giresun’da düzenlenen mitingde:
“Efendim diyorlar ki ‘Çiftçiye vereceğiz ama para yok’. İnanıyor musunuz para olmadığına? Çiftçiye para yok, Suriyelilere kaç para harcadılar biliyor musunuz? Otuz milyar dolar. Ben söylemiyorum, onlar söylüyor. Onlar oldu birinci sınıf vatandaş, Karadenizli fındık üreticisi oldu ikinci sınıf vatandaş. Bunun hesabını soracaksınız. Ben değil, siz soracaksınız. Gelene söyleyin, ‘Suriyelilere verdin 30 milyar dolar. Ya biz fındık ektik, alın teri döktük. İnsan çalıştırdık. Gübre aldık. Alacaksın fındığı, göndereceksin dışarıya. Milyarlarca dolar para gelecek Türkiye’ye. Bizim alın terimizin karşılığını vermiyorsun, çalışmayan Suriyeliye 30 milyar dolar para harcıyorsun’. E bunun hesabını herhalde Karadenizli sormak zorunda.”
Aynı yıl Nisan ayında referandum çalışmaları kapsamında Gaziantep’te:
“Şimdi ‘evet’ çıkarsa Suriyelilere vatandaşlık vereceğiz, diyorlar. Kabul ediyor musunuz? Onları almak, vatandaşlık vermek istiyorlar. ‘Evet’ oyunun anlamlarından biri de budur. Sandığa giderken elinizi vicdanınıza koyup öyle oy kullanın. Suriyeliler çok iyidir zaten, biz ikinci sınıf vatandaş olmaya alıştık, onlar varsın birinci sınıf vatandaş olsun. Vergi vermesinler, hastanede kuyruk beklemesinler, sınavsız üniversiteye girsinler diyorsanız, tercih belli. Onlar birinci sınıf vatandaş, bizim vatandaş da ikinci sınıf vatandaş. Bizim hastalarımız sıra bekler, onlar beklemez. Bizim gençlerimiz El-Bab’ta şehit olur, onlar burada gezer eğlenirler.”
Prof. Dr. Bekir Berat Özipek geçen yıl CHP ve Suriyeli Sığınmacılar – Ayrımcılık, Ötekileştirme ve Nefret Üretiminin Politik Dili adıyla bir rapor hazırladı. Kendisiyle rapor hakkında yapılan bir söyleşide şöyle bir soru ve cevap var:
- Tüm bunlara baktığımızda Kılıçdaroğlu’nun dünden bugüne söyleminde Suriye mülteciler nasıl bir şekilde yer alıyor?
- Göçün başlangıcından itibaren Kemal Kılıçdaroğlu’nun onlarla ilgili kullandığı dil, istikrarlı biçimde dehümanize edici oldu. Onları sıradan insanlar olarak değil sorun olarak kodladı. Daha da tehlikelisi, ‘Benim gencecik filinta gibi evlatlarım Suriye’de şehit olacak, onların gençleri bizim sahillerde denize girecekler, tatil yapacaklar, eğlenecek… volta atacak, fiyaka satacak’ gibi ifadeler, özellikle genç erkek sığınmacıları ayrımcı önyargının ve nefretin hedefi haline getirmesi bakımından endişe verici. Sığınmacılar gibi kırılgan gruplardan insanları hedef göstermek, dahası, ekonomik bakımdan sıkıntı içindeki kesimlere dönüp, ‘Sizin mağduriyetinizin sebebi sığınmacılardır. Hükümet size vermesi gereken paraları onlara akıtıyor. Onlar birinci sınıf vatandaş, siz ikinci’ gibi provokatif bir dil kullanmak, siyasî kazanımı ne olursa olsun ahlakî bakımdan mazur görülemez.
Bu, Kemal Kılıçdaroğlu. Yani altı partinin içindeki “nispeten makul” kişilerden biri. CHP’nin tabanında Kılıçdaroğlu’ndan çok daha azgın ırkçılar, milliyetçiler olduğunu biliyoruz. İYİ Parti’nin yönetim ve tabanının tümünün Kılıçdaroğlu’dan çok daha ırkçı ve milliyetçi olduğunu biliyoruz.
Diğer dört partinin bütün üyeleri melek olsa, hiçbir şey fark etmez. Açık ki, ağırlık taşıyan partiler CHP ile İYİ Parti.
Şimdiii. Şöyle bir mantık bana son derece makul gelir: “Bu hükümet ve bu Cumhurbaşkanı’ndan kurtulmamız gerek. Kurtulmamızın tek yolu tüm diğer partilerin birlikte davranması ve ortak aday göstermesidir. Dolayısıyla, yutkunup, mide bulantısını bastırıp, ırkçılara, milliyetçilere, göçmen düşmanlarına, Kürtleri yok sayanlara oy vermek zorundayız. Ne yapalım, çaresi yok, bu sefer böyle yapmak gerek.”
Bunlara oy vermeye beni ikna etmek zordur, ama bu mantıkla oy verenleri anlayabilirim.
Altılı buluşmayı tarihî bir adım, bir demokrasi şöleni, “en geniş demokrasi masası” olarak görenleri, heyecan ve coşku duyanları anlamakta ise gerçekten çok zorlanıyorum.