Hayır, bugünkü barış ve çözüm süreciyle ilgili değil bu cümle. Çok farklı bir döneme, elli altmış yıl öncesine ait.
Yaşlandıkça ve yaşlandığımı hissettikçe gitgide daha otobiyografik yazıyor; çünkü her şeyi, bütün yaşadıklarım ve bildiklerimi, geçmiş inançlarımı, 20. yüzyıl tarihinin tümünü gözden geçirmek ihtiyacını duyuyorum. Dolayısıyla hayatımda babamın ne kadar büyük bir yer tuttuğu da sır olmaktan çıktı. Defalarca anlattım. Özel bir ikiliydik. Yirmi küsur yıl süreyle, baba-oğul ilişkisinin ötesinde, en iyi arkadaşım, fikrî ve ahlakî yol göstericim, pirim ve şeyhimdi bir bakıma. İçime, ruhuma girdi; benim bir parçam oldu. Yüzde yüz de kabullenmiyorum tabii. Büyük doğruları ve büyük yanlışları vardı. Doğrularını — muazzam dürüstlüğü, bilim ve özgürlük ahlâkını — korumaya çalışıyorum. Yanlışları(mız) konusunda ise, doğrudan onunla hesaplaşıyor değilim. Böyle bir derdim yok. Ama kendi kendimle hesaplaşırken, ister istemez onunla ve onun kuşağıyla, onların bana, bize bıraktığı ideolojik ve politik mirasla da hesaplaşmış oluyorum. Diyelim şimdi, şu anda, güncel bir şeyler yaşanıyor. Yazılıyor, çiziliyor, konuşuluyor. Ben de tam o konuda düşünmeye başlıyorum ki, birden babamla aramda geçmiş bir sohbet geçmişin külleri içinden çıkageliyor. Hafızam güçlü; dolayısıyla çok da var böyle anekdot. Başlıyorum anıların izinden gitmeye. Beri yandan, tarihçiliğin icapları da var. Nihilist olmamalı, anakronik düşünmemeli, her şeyi o çağın koşulları ve bağlamına oturtmalıyım.
3 Nisan akşamı Cine-5’te, ardından 7 Nisan akşamı Uzay TV’de, dünyada ve Türkiye’de gerek milliyetçiliğin, gerekse solun “amaç uğruna her şey mübahtır”cılığından söz ediyordum da, o sırada gelmediydi aklıma. Ancak dün, henüz Venedik’ten solun kendi karanlığı, kendi bebeklerinden nasıl katiller ürettiği, sonra da kendi yalancılığı üzerine bir şeyler döşenirken, kafama böyle bıçak gibi bir şey saplandı. Lise I veya II’deydim, 14-15 yaşlarımda, Robert’te yatılı. Belki Machiavelli okuduğumuzdan, kitabın kendisinden değilse de Floyd Couch’un amfi derslerinden ve/ya sonraki küçük tartışma gruplarından (discussion section’lardan), “amaç uğruna her şey mübahtır”a takılıp kalmıştım. The end justifies the means. Bir kere, biliyor musunuz, Machiavelli hiç de böyle ucuz ve basit bir şey söylemiyor aslında. Buna biraz benzer bir pasajı var ama ancak hayli zorlamayla böyle özetlenebilir, çünkü çok daha karmaşık ve sübtil. Kaldı ki, benimsiyor mu, yoksa satır aralarında inceden inceye yeriyor mu, o da çok kesin değil. Il Principe’nin (The Prince, Hükümdar) XVIII. Bölümünün İngilizcesinden kendim aktarıyorum:
“… bütün insanların ve özellikle hükümdarların, karşı çıkılması ihtiyatla bağdaşmayan eylemleri, sonuçlarıyla yargılanır. Onun için bırakın, devletini ele geçirmiş ve sürdürmüş olmak şu veya bu hükümdarın hanesine yazılsın; kullandığı araçlar daima iyi ve dürüst sayılacak ve şahsı herkesçe övülecektir, çünkü vülger [adi, bayağı, ya da sıradan] kişiler sadece herhangi bir şeyin nasıl [neymiş gibi] göründüğüne ve neye yol açtığına bakarlar; ve yeryüzünde sadece böyle vülgerler vardır…”
Doğrusu tekrar okuduğumda, bana da burada pozitif ile normatif arasında bir ayırım varmış; Machiavelli, Rönesansın İtalyan hükümdarlarının reel politikada “amaç uğruna her şey mübahtır” ilkesine göre davranıyor olmasını objektif olarak betimlemiş, ama sadece “vülgerler” buna kanar ve onaylar gibi ek açıklamalarıyla aynı zamanda altını oymuş ve ahlâken reddetmiş gibi geliyor. Fakat her neyse; Machiavelli’nin tam ne dediği değil, benim babama sorduğum ve onun verdiği cevap, anlatmak istediğim. Bahar tatili olmalı; iki haftalığına İzmir’e dönmüşüm; hasret gideriyoruz. Ne dersin, diyorum, sence de böyle midir, does the end justify the means; amaç, uğrunda kullanılan bütün araçları haklı ve meşru kılar mı? Yanıtı hızlı ve net: “Evet, amaç barış olduğunda, kullanılan bütün araçlar haklı ve meşrudur.”
Kritik sözcüklerin altını çizdim. İlginç olan şu: amaç sosyalizm veya komünizm olduğunda, ya da devrim olduğunda, ya da insanların eşitliği olduğunda, ya da kapitalizmin ve emperyalizmin yenilgisi olduğunda… demediydi babam. Ki hepsini diyebilirdi; böyle bir paradigmatik vokabülerle söyleşirdik zaten. Hayır, bütün araçları meşru kılacak en yüksek, en yüce amacı sadece “barış” diye tarif ettiydi. Neden acaba? Sözünü ettiği barış hangi barıştı? En önemlisi — bu barış uğruna başvurulabilecek, belki tek tek alındığında karanlık ve ahlâksız, ama son tahlilde meşru yöntem ve araçlar diye ne geçiyordu kafasından?
Bunu hiç açıkça konuşmadık ama, başka küçük ipuçlarından da hareketle bir tahminim var. Yıl 62-63, belki 63-64 olabilir. Soğuk Savaş. Marksistler için, sosyalizmin anavatanı Sovyetler Birliği, nükleer silâhlanma açısından daha ileride olan ABD’nin atom ve hidrojen bombalarının tehdidi altında. Nitekim dönemin solcu barış hareketi, hemen tamamen buna odaklı. 1949’dan itibaren Uluslararası Barış Kongreleri toplanıyor; Barış Madalyası (1959’dan itibaren, Joliot-Curie Barış madalyası) ihdas ediliyor (en prestijli 1950 yılında, zamanın en ünlü komünist aydın ve sanatçıları Pablo Picasso, Pablo Neruda, Paul Robeson ve Nâzım Hikmet’e verilecek); eski Stalin Ödülünün dahi adı önce Stalin Barış Ödülü ve sonra Lenin Barış Ödülü oluyor; zamanla bunlara Ho Şi Minh Ödülü ve Amilcar Cabral ödülü de ekleniyor.
Bu çerçevede, Sovyetleri Amerikan emperyalizmine karşı savunmaya yarayacak her şey haklı ve meşru. Ve buna, nükleer silâh dengesini sağlayacak, ya da NATO’ya karşı SSCB’yi ve Varşova Paktı’nın en yalın ve çıplak askeri anlamıyla güçlendirecek şeyler de dahil. Çok çirkin ama, daha bile spesifik olursak işin içine casusluk da giriyor; ABD’ye karşı Sovyetlerin kendi nükleer silâh yapım ve konuşlandırma girişimleri de giriyor. 1949 Çin Devrimi; 1950-53 Kore Savaşı; ABD’de McCarthycilik rüzgarı. İngiliz istihbarat servislerinden Donald Maclean ve Guy Burgess, 1951’de kaçıp Sovyetlere sığınmış. Gene Amerika’da, 1950’de tutuklanan Julius ve Ethel Rosenberg, uzun bir yargılama sonucu suçlu bulunup 1953’te idam edilmiş (bkz aşağıda). 1962’de Kruşçev’in Küba’da ABD’nin her köşesini hem de önlem alınamayacak kadar kısa sürede vurabilecek orta menzilli balistik füze (IRBM) üsleri kurmaya kalkışması, ABD hava fotoğraflarıyla saptanmış; Kennedy Küba’yı abluka altına almış, henüz Atlantik ortasındaki Sovyet konvoylarını gerekirse zorla durduracağını açıklamış ve Ekim 1963’te 13 gün boyunca dünyayı gerçekten nükleer savaş olasılığıyla yüz yüze getiren “Küba füze bunalımı” Kruşçev’in geri adım atmasıyla noktalanmış. Hemen ardından, “Cambridge Beşlisi” diye bilinen grubun üçüncü ve en ünlü mensubu Kim Philby de, Sovyet casusu olarak deşifre edilmesi an meselesiyken kaçıp Sovyetlere sığınmayı başarmış (hepsi 1930’ların solcu, antifaşist ortamında genç Cambridge öğrencileriyken Sovyet istihbaratına angaje olan bu Beşliden son ikisi, sanat tarihçisi Sir Anthony Blunt ve iktisatçı John Cairncross, ancak 1970’lerin sonlarında, Sovyetler çökerken açığa çıkacak).
Benim babamla sohbetim işte böyle bir ortamda cereyan ediyor; “amaç uğruna her şey mübah mıdır?” soruma, bu çerçevede barış uğrunaysa evet diye cevap veriyor. Sanırım kafası, belki bilinçaltı, Sovyetler Birliği uğruna casus da olunabilir mi sorusuyla meşgul. Kesin değil ama mümkün; uzun suskunluklarında bununla boğuşuyor. Olanca kişiliğine son derece ters; ne ki, “Sovyetler uğruna”yı “barış uğruna”ya dönüştürüyor ve bu sayede evet diyebiliyor. İroni şu ki, kendisi ve yoldaşları, 1951-52 TKP tevkifatında yargılanırken, haklarında “Sovyetlere radyo ve telsizle haber veriyorlardı” tezviratı yayılmış (ilk ve ortaokulda bizzat muhatap oldum). Nefretle reddederdi; hattâ bir keresinde “olur mu, casusluk ahlâksızlıktır, kabul edilemez” dediydi. Öte yandan Rosenbergler için “onlar kahramandır” ifadesini de kullanmıştı — suçsuz kurbanlar oldukları değil; atom bombasının sırrını gerçekten Sovyetlere verdilerse, ABD’nin nükleer tekeli ve şantajının kırılmasını sağlamış olabilecekleri anlamında!
Son olarak, Rosenbergler hakkında bir not. Haklarındaki iddialar ve yargılanmaları dünya çapında tepki yarattı; özellikle Fransız aydınlarınca “Amerika’nın Dreyfus vakası” diye anılır oldu. Jean-Paul Sartre “hukukî kılıf giydirilmiş bir linç”ten, ortaçağ tarzı cadı avcılığından ve bütün Amerikan toplumunun “korkudan hasta”lanmışlığından söz etti. Dâvâ ve Eisenhower yönetiminin tavrı, Bertolt Brecht, Dashiell Hammett, Frida Kahlo ve Diego Rivera gibi komünistlerin yanı sıra, Albert Einstein, Jean Cocteau ve 1934 Nobel Kimya Ödülü sahibi Harold Urey gibi ünlülerce de protesto edildi. Picasso, üye olduğu ve kültür-sanat vitrininde yer aldığı Fransız Komünist Partisi’nin organı günlük L’Humanité gazetesine yazdığı bir yazıda “insanlığa karşı işlenmekte olan bir suç” deyimini kullandı. Papa XII. Pius idam edilmemeleri için şahsen Eisenhower’a başvurdu.
Melih Cevdet, Türk edebiyatının en güzel, en duygulu şiirlerinden birini, 19 Haziran 1953’te elektrikli iskemlede can veren Rosenbergler için kaleme aldı: Bir çift güvercin havalansa / Yanık yanık koksa karanfil / Değil bu anılacak şey değil / Apansız geliyor aklıma // Nerdeyse gün doğacaktı / Herkes gibi kalkacaktınız / Belki daha uykunuz da vardı / Geceniz geliyor aklıma // Sevdiğim çiçek adları gibi / Sevdiğim sokak adları gibi / Bütün sevdiklerimin adları gibi / Adınız geliyor aklıma // Rahat döşeklerin utanması bundan / Öpüşürken o dalgınlık bundan / Tel örgünün deliğinde buluşan / Parmaklarınız geliyor aklıma // Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm / Kahramanlıklar okudum tarihte / Çağımıza yakışan vakur, sade / Davranışınız geliyor aklıma // Bir çift güvercin havalansa / Yanık yanık koksa karanfil / Değil, unutulur şey değil // Çaresiz geliyor aklıma.
Evet, iğrenç bir McCarthycilik dönemiydi. Evet, daha sonra McCarthy’nin baş danışmanlığını yapacak olan üst savcı Roy Cohn, iddia makamına özel olarak Irving Saypol’u getirmiş, yargıç olarak da Irving Kaufman’ı tayin ettirmiş; ayrıca illâ idam cezası çıkması için her ikisine sürekli baskı ve telkinde bulunmaktan geri durmamıştı. Evet, hükümet de işin içindeydi ve yargı bağımsızlığı diye bir şey kalmamıştı. Evet, en çok da nihaî hüküm ve infaz siyasiydi; yaratılmak istenen psikolojik terörün bir parçasıydı.
Öte yandan, maalesef gerçek şu ki, her ikisi de ABD Komünist Partisi’ne üye olan karı-koca Rosenberglerden Ethel değil ama Julius Rosenberg, gerçekten Sovyetlere casusluk yapmıştı. Olay Nazizmden kaçarak ABD’ye sığınmış bulunan ve Manhattan Projesi’ndeki İngiliz misyonunda yer alan Alman teorik fizikçi Klaus Fuchs’tan başlayarak çözüldü. Fuchs kuryesi olarak Harry Gold’u; Gold bir dönem Los Alamos’ta çalışan Çavuş David Greenglass’i; David ve karısı Ruth Greenglass ise, şebekenin başı olarak (David’in kızkardeşi Ethel’in kocası) Julius Rosenberg’i ele verdi. Tâ 2000’lere gelindiğinde, asıl Ruth’un casusluk şebekesine dahil olduğu ve Julius’a gelen bilgileri onun tape ettiği, Ethel’in ise işin dışında olduğu, ama David Greenglass’in karısı Ruth’u kurtarmak için kızkardeşi Ethel’i yaktığı, ABD yetkililerinin de Ethel’i mahkûm ettirip infaza yollarken, son ana kadar çöküp kendisini kurtarmak uğruna kocası Julius aleyhine tanıklık yapacağını umdukları, ne ki — o sıradaki Adalet Bakan yardımcısı William Rogers’ın deyimiyle — Ethel’in “blöflerini gördüğü” ortaya çıktı.
Bütün bunlar, ABD’nin ancak 1995’te kamuoyuna açıklanan VENONA deşifreleriyle; bir dönem Julius Rosenberg’in 1944’ten sonraki NKVD kontrolörü olan Alexander Feklisov’un (önceki Semyon Semyonov) 2001’de yayınlanan The Man behind the Rosenbergs kitabıyla; 1953-1964 arasının Sovyet lideri Nikita Kruşçev’in, ölümünden sonra yayınlanan hatıratında, “Rosenberglerin bize tam olarak nasıl bir yardımda bulunduğunu şahsen söyleyemeyecğini” ama “kendi atom bombamızı imal etmemizi hızlandıran çok büyük yardımları olduğunu” Stalin’den ve Molotov’dan öğrendiğini yazmasıyla, aşağı yukarı sabit. Ancak Julius Rosenberg’in asıl casusluğunun atom bombası değil başka teknik-elektronik konularda olduğunu ileri sürenler de mevcut. Casus değildi diyen yok; tartışma, idam kararının haksızlığı ve aşırılığı etrafında dönüyor.
İşte bu da geçmişte böyle zehir gibi acı bir gezinti oluverdi.