Anılar

Tarih ve bellek (hafıza). Kısmen örtüşebilir, ama aynı şey değil. Hatırladıklarımız giderek uzaklaşıyor, gerilerde kalıyor. Bir yerden sonra yerini tarihe bırakıyor. Bu, kitaplardan, kaynaklardan çalışılarak öğrenilmesi anlamına geliyor. İşkence de böyle. Soğuk Savaşın her iki tarafında, büyük bir “işkence çağı” yaşandı 1950’lerden 1980’lere. Batıda, Cezayir Savaşı’ndan başlayarak Fransız ordusu tarafından geliştirildi ve oradan, özellikle Latin Amerika’daki askerî diktatörlüklere sıçradı.

[20 Kasım 2021] Brezilya, Arjantin, Şili. Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül rejimlerinin Gladio’su, Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla’sı, işkencehaneleri de bunun bir parçasıydı. Tesadüf değildi, münferit olaylar değildi, sporadik, spasmodik öfke ve hunharlık patlamaları değildi (bunlar hep var). Çok sistematik, eğitilmiş, kurumlaşmış, sıkıyönetim komutanlıklarının himayesinde ordunun başını çektiği bir işkence örgütlenmesiydi. O haliyle, o profesyonellik ve yaygınlık düzeyiyle, biraz olsun geride kaldı (veya biz öyle zannediyoruz, en azından şimdilik). Yeni nesiller bilmiyor. Çünkü yaşamadılar. Tarih olarak anlatılması, çalışılması, öğrenilmesi gerekiyor.   

Her kuşağın kendi hafızası var. Doğrudan yaşadıkları, kendi yaşam süresi içinde bizzat tanık oldukları (veya çağdaşlarından, akranlarından duydukları). Tabii hem özel-kişisel, hem genel-toplumsal boyutları içerir. Ne kadar gerilere uzandığı, yaşınıza bağlı.

Benimkisi yetmiş küsur yıl önceden: 1950’lerin başlarından, babamın hazine avukatlığı yaptığı, annemin ise belediyede mimar olarak çalıştığı Alaşehir’den, tabii Demokrat Partili olan Alaşehir belediyesinin “Menderes” ve “Zorlu” adındaki iki traktöründen, ikinci katında oturduğumuz evin boyasız ahşabından, bir gün kavisli tahta merdiveninden silindir gibi yuvarlana yuvarlana aşağıdaki taşlığa düşmemden başlıyor. Yerde küplerimle, takozlarımla oynuyorum. Annemle kule ve mağara yapıyoruz. Küçük bir sarı-mavi motorum var, zembereğini kurup kovada yüzdürüyorum, daireler çiziyor. Kalabalık bir piknik. Bu sefer bir derede yüzdürüyorum, içinde mum yakılan ve ince borularda ısıttığı suyu geri ittiren bir başka motorumu. Denize ve gemilere meraklıyım. Hani çocuklara sorarlar ya, büyüyünce ne olacaksın diye. Benim o sıralar ilk cevabım kaptanlık.

Olağan bir çocukluk işte. Fakat sonra bu masumiyet bitiyor, kamusal alanla kesiştiğinden. İzmir’e, dedemlerin yanına dönmüşüz (zaten limanı orada tanıyorum). Bu göçün, sonradan öğreneceğim bir nedeni varmış meğer; babam etrafındaki çemberin daraldığını seziyor, başına bir iş geldiğinde karısı ve çocuğunun yalnız kalmasını istemiyormuş. Öyle oluyor nitekim. İlkokul 1’deyim. Bir gün eve geliyorum; annem ütü yapıyor ve ağlıyor. “Babanı aldılar” diyor. Kim? “Polis.” Anlamıyorum ama ben de ağlamaya başlıyorum.

1951-52 TKP tevkifatı. Beş yaşımdayım ve bundan sonraki hayatım hep bir solcunun hayatı. Uzun süre dünyaya bu gözle bakacağım artık. Zenginler ve yoksullar. Emekçiler ve burjuvazi. Kötüler ve iyiler. Ezilenler ve hâkim sınıflar. “Herkesin zengin olmasını isteyenler” (babam bir gün böyle açıklamıştı sosyalizmi) ve istemeyenler. Komünistler ve devlet. Klostrofobi. Sıkı tenbihler: okulda konuşma. Emperyalistler ve mazlum ülkeler. ABD ve Sovyetler Birliği. Amerikan işbirlikçileri: hem babamı ve arkadaşlarını tutuklayıp hem bizi Kore Savaşına sokanlar. İkide bir, (yukarıda gördüğünüz) yüksek bordalı, gri boyalı büyük asker nakliye gemileri (ya da nadiren, beyaz boyalı hastane gemileri) yanaşıyor İzmir rıhtımına. Evimiz Cumhuriyet Meydanı’nda. Balkondan sessizce seyrediyoruz. Vinçle tabutlar ve ağır yaralıların sedyeleri indiriliyor. İskelelerden, önce koltuk değnekli, başı sarılı, kolu bacağı kesik askerler, onların ardından sağ ve sağlamlar çıkıyor karaya. Babaannem söyleniyor, hükümeti lânetliyor, şehitlere dualar okuyor.

1960’lar. Giderek kamusallaşıyor, özel ve kişiselden uzaklaşıyor bu anılar dizisi. Siyaset her şeyi yutuyor. 27 Mayıs olduğunda ortaokuldayım (61-64’te lisede). O gece babamla Kordona çıkıp, jiplerle, cemselerle geçen birlikleri alkışlıyoruz. Çünkü DP’nin temsil ettiği “komprador burjuvazi ve yarı-feodal toprak ağaları”na karşı ordunun ilerici Kemalist geleneğinden yanayız. Daha genel olarak, dünya çapında Amerikan emperyalizmini gerileten her şeyden yanayız. Bu yüzden, tabii Cezayir’in bağımsızlığıyla, Güney Kore’de Syngman Rhee’nin devrilmesiyle seviniyor, Küba Devrimiyle coşuyoruz. Bunlar son tahlilde kitlesel, aşağıdan yukarı diye tanımlayabileceğimiz hareketler.

Ama yetmiyor; bunun ötesinde, askerî darbeleri de ilerici ve gerici diye ayırıyoruz. Bu ilericilik-gericilik ayırımı, “tarihin yönü” kavramından kaynaklanıyor. İnsanlık sosyalizme yürüyor. Zorunlu ve kaçınılmaz. Karşısına dikilen gericiler var. En başta ABD emperyalizmi (ve işbirlikçileri). Devrim artık şu veya bu ülkede üretici güçlerin ne kadar geliştiği, dolayısıyla işçi sınıfının ne kadar büyüyüp güçlendiği meselesi değil. Dünyayı saran emperyalizm zincirinin (Âkif, “çelik zırhlı duvar”; Nâzım, “O duvar”) en zayıf halkasından kırılması meselesi. Nerede ve nasıl kırılırsa kırılsın, iyi. Kim yaparsa yapsın iyi. Nihaî kurtuluşu hazırlayan küçük bir adım. Dolayısıyla Arap ülkelerindeki Nâsır ve Baas darbeleri iyi; Orta ve Güney Amerika’daki darbeler kötü. Household words (evde günlük sohbet konuları). Tek tek tanıyorum, Enver Sedat, Ali Sabri ve Hüsnü Mübarek’leri; Bin Bella’ları ve Bumedyen’leri; Mişel Eflak, Salah Cedid ve Hafız Esad’ları; Abdülkerim Kasım ve Abdüsselam Arif’leri, sonra Hasan el-Bekr ve Saddam Hüseyin’leri.

Görüldüğü gibi, hafıza ve tarih ilişkisi sadece somut olayların akışı değil, aynı zamanda fikirlerin akışı (ve değişimi) için de söz konusu. Ben Marksizmin hemen bütün teorik, entellektüel serüvenini sırf okuyup çalışarak değil, daha ilk adımda, kendi hayatımdan biliyorum.

Bu arada, işkence bizim kuşağın ve şahsen benim de hayatımıza giriyor, 12 Mart darbesiyle. İki önceki yazımda anlattığım aşırı solculaşma, maceracılaşma, demokrasiyi horlama süreçlerimiz çanak tutuyor bu gelişmeye (bkz Solun şiddeti, devletin şiddeti, 12 Kasım 2021). Bu çerçevede, birinci elden tanıyoruz, falakayı ve elektriği. Fakat gene sadece NATO’nun ve “Amerikan emperyalizminin işbirlikçileri”nin hesabına yazıyoruz. Kendi payıma, 1964’te Joao Goulart’ı deviren Brezilya ordusunun; 1973’te Allende’yi deviren ve öldüren General Pinochet’nin; 1976’da Arjantin’de iktidarı ele geçiren Videla cuntasının yaptıklarını artık iyice biliyor ve anlıyorum da… madalyonun diğer yüzünde, epey bir zaman bilmiyorum, düşünmüyorum, aklımdan geçirmiyorum, Arap diktatörlüklerindeki Mukhabarat’ların kendi halklarına neler çektirdiğini. Aynen, 27 Mayısçıların da (ötekilere, memleketimin bir diğer mahallesine) neler yaptığı ve yaptırdığını uzun süre düşünmediğim gibi.

Benim bu kişisel serüvenimde sanırım 1980 ve 80’ler bir dönüm noktası. Oraya kadar, içinde doğup büyüdüğüm habitus’un içinde varım. Zamanla şekil değiştirse, Marksistlikten Maoculuğa evrilse de, çok sıkı bir kimlik, aidiyet ve sadakat duygusu söz konusu. 80’lerde üzerimdeki, gerek dışsal gerekse içselleştirdiğim hegemonya zayıflıyor, çatlıyor ve sathın altındaki, belki yıllardır biriken ama bastırdığım düşünceler birleşip, büyüyüp satha çıkmaya başlıyor. Carlo Ginzburg, Peynir ve Kurtlar’da köy değirmencisi Menocchio için anlatır bunu. Protestan Reformasyonu, Katolik Kilisesinin ve Papalığın yüzlerce yıllık hegemonyasını çatlatmış; (matbaanın da yardımıyla) bir yığın değişik düşünce yarıklardan çıkıp, sızıp yayılmaya başlamıştır. Menocchio okuduğu kitaplardan edindikleriyle kurar kendi kozmogonisini, kâinat vizyonunu. Galiba benim için de öyle oldu. 12 Eylül darbesi ve gene Atatürkçülük, gene Atatürkçülük. Solun toptan yenilgisi. Sovyetler Birliği’nin çöküşü. Hepsi birleşti. Çatlaklar, yarıklar derinleşti. Düşünceler ısındı, kaynadı, genleşti. Ben de kendi Menocchio’laşmamı yaşadım.

Problem şu ki, bütün bunlar çok, çok uzak şimdiki nesillere. 20’lerindeki öğrencilerime bakıyorum. Hiç birini bilmiyorlar yukarıda yazdıklarımın. David Satter’ın bir kitabı var, It Was a Long Time Ago, and It Never Happened Anyway: Russia and the Communist Past (2013) diye. “Üzerinden çok zaman geçti ve zaten hiç olmamıştı ki.” Unutma ve aldırmamanın mazeretleriyle ilgili. Sovyet “proletarya diktatörlüğü”nden çıkarılması gereken derslerin nasıl üstünün örtüldüğünü ve şimdi Putin döneminde nasıl hep benzerlerinin yaşandığını irdeliyor. Tanıdık bir fikir. Başka bazı ülkeler için de geçerli olabilir. Düşünsek mi acaba? Yok, o mecraya girmeyelim şimdilik. Benim asıl derdim, bu uzaklık meselesi. “Üzerinden çok zaman geçti.” Şimdiki öğrenci nesilleri için, ha Sovyetler Birliği, ha Karolenj İmparatorluğu. Ya da ha Şarlman, ha Brejnev. Hepsi sislerin ardında.

İşkence ve başta sözünü ettiğim “büyük işkence çağı” da böyle. Zaten T24’ten Gökçer Tahincioğlu’nun sorularının zayıflığına da yansıyor. Öyle de olsa. Mehmet Eymür’e hepsini tekrar hatırlattığı için teşekkür mü borçluyuz acaba?

- Advertisment -