[14 Aralık 2021] Kronolojik gideceğim. Ekonomik kriz habire derinleşiyor. Karşısında, türlü çeşitli defansif söylem ve manevralar deneniyor. Yeni yeni reçeteler, günah keçileri, yan pistler aranıyor.
Eylül başlarında, aslında enflasyon yok ama etiket enflasyonu var rüzgârları estirildi. “81 ilde birden başladı: Marketlere fâhiş fiyat baskını!” (Ortadoğu, 16 Eylül); “Zincir marketlere fâhiş fiyat baskını” (Şehir Medya, 21 Eylül 2021). Tabii alkışlandı. Ama hani nerede, ne oldu şimdi? Bu çerçevede, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Ekim başında bir tarım kredi kooperatifinin satış mağazasından alışveriş yaptı ve zincir marketlere göre çok daha ucuz olduğu imâsında bulundu. Bilvesile, böyle 1000 tarım kredi kooperatifinin kurulmasını istediği yazıldı. Tabii bu da alkışlandı. Cumhurbaşkanının özel sektöre böyle bir emir verip veremeyeceği ayrı mesele. Fakat tasavvurun kendisi gene yokoldu. Öylesine bir fikirdi. Basını biraz oyaladı. Arkası gelmedi.
Bundan bir ay kadar önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nu kabul etti. İki saatten fazla görüştüler. Karamollaoğlu sonrasında 10 ve 18 Kasım tarihlerinde yaptığı iki ayrı açıklamada, hemen hiçbir konuda anlaşamadıklarını söyledi. Özellikle enflasyon, işsizlik, doların sürekli değer kazanması ve benzeri gözlemlerini dile getirdiğinde, cumhurbaşkanının bunların hepsini reddettiğini, muhalefetin abartması dediğini, aslında ekonominin iyi durumda olduğunu vurguladığını kaydetti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Karamollaoğlu’nun 10 Kasım beyanını gerçeğe aykırı diye nitelediğinde, Karamollaoğlu 18 Kasım’da tekzibi tekzip etti; aktardıklarının hepsinin gerçekten konuşulduğunun altını çizdi; çok şaşırdım ve üzüldüm, söylediklerim gerçektir dedi.
Yirmi gün geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu sefer 1 Aralık’ta TRT ortak yayınında konuştu. Gelinen noktayı, yeni bir ekonomik modelin sonucu ve ifadesi olarak niteledi. Başka bir deyişle, iyi düşünülmüş ve tasarlanmış bir politika gibi gösterdi. Mandacı iktisatçıların telkinlerini aşıp iktisadî bağımsızlığımıza kavuşmak, ancak böyle gerçekleşebilirdi. Düşük faiz kredi almayı kolaylaştırıp üretimi kamçılayacak; TL’nin değer kaybı ihracatı ucuzlatacak; carî açık hızla kapanacak; bu bileşim (zaten iyiye giden) işlerin en çok altı ay içinde daha da iyiye gitmesini sağlayacaktı.
Reaksiyonlar kabaca ikiye ayrıldı. Hükümet yanlısı medya gene alkışladı, selâmladı. Hükümet karşıtı bazı yazar ve yorumcular da çok ciddiye aldı bu fikri. Muhalefetin kolay kolay karşılık veremeyeceği büyük bir demarş gibi değerlendirdi. Buna karşılık içerde ve dışarda bir çok uzman hayretle karşıladı. Kriz giderek ağırlaşacak, Türkiye’yi çok daha kötü günler bekliyor öngörüsünde bulundu. Gerekçeleri içinde iki nokta özellikle kritikti. Birincisi, Türkiye ekonomisinin ithalâta bağımlılığı çok yüksek. Onun için üretim artışı sadece ihracatın değil, ithalâtın da artmasına ve tabii dolardaki değer artışı sonucu bu ithalâtın çok daha pahalıya patlamasına yol açacak. Dış açık kapanmayacağı gibi, ithalâtın pahalılanması enflasyonu körüklemeye devam edecek. İkincisi, Türkiye’ye yatırım yapmanın câzipleşmesi sonucu beklenen uzun vâdeli sermaye girişleri ancak zamanla gerçekleşebilir. Bu arada halk ve her türlü kurum, hızla yoksullaşmanın acılarını kimbilir kaç yıl çekmeye devam edecek.
Bir tanıdığım var. Eşi ağır bir rahatsızlık geçiriyor. Bir devlet hastanesinde yatmakta. İyi, düzgün bir hastane. Doktor ve hemşireler ellerinden gelen her türlü çabayı gösteriyor. Ama küçük bir sorun var: serum bağlanamıyor. Çünkü depoda serum kalmamış. Çünkü TL’nin sürekli değer kaybı, her türlü ithalâtı olağanüstü pahalılaştırdı. O kadar ki, hayatî önemdeki tıbbî malzemeler dahi ithal edilemiyor. Ve hastanelere dağıtılamıyor. Stoklar tükeniyor. Serum yerine, bol bol sulu çorba içmesi tavsiye ediliyor.
Uydurmuyorum. Abartmıyorum. Gerçek bir olay. Şu anda yaşanıyor. Biz tarihçiler dipnot vermeyi, kaynak göstermeyi severiz. Ama yazamıyorum. Hastanın da, sağlık görevlilerinin de başına bir şey gelmesinden korkuyorum.
Aslında herkes biliyor, gerçek durumun bu olduğunu. İç basın değilse de dış basın açık açık anlatıyor nitekim. Örneğin BBC, önce 3 Aralık’ta (Why currency crash does not worry Turkey’s Erdogan), son olarak dün, yani 13 Aralık’ta (The Turkish lira slumps to further record low) iki kapsamlı analiz yayınladı. Aynen yukarıda, yeni modele reaksiyonları özetlerken söylediğim gibi: “Türkiye ekonomisi gıda maddelerinden tekstile kadar her türlü üretim için ithalâta büyük ölçüde bağımlı olduğundan, doların lira karşısında değer kazanmasının doğrudan tüketim mallarının fiyatlarına yansıdığı” kaydediliyor. Türk mutfağında o kadar büyük yer tutan domatesin fiyatı Ağustos 2020’den Ağustos 2021’e yüzde 75 artmış. Neden? Çünkü domates üretmek akaryakıt ve kimyasal gübre ithal etmeyi gerektiriyor. BBC’nin konuştuğu yerli üzüm üreticileri tane tane anlatıyor, neden ucuza satarken neleri pahalıya aldıklarını: Mazot, kükürt artı kimyasal gübreler. Borçlarımızı ancak bağlarımızı satarak ödeyebilecek durumdayız diyor biri. Ama toprağımız da kalmazsa ne yapacağız? BBC’nin İstanbul muhabiri Victoria Craig, taksi şoförlerinin, bakkal ve manavların, otelcilerin ceplerindeki paranın günbegün erimesi karşısındaki şaşkınlık ve öfkesini tek tek örnekleriyle aktarıyor. Bazı süpermarket çalışanları hızla eskiyen fiyat etiketlerini sosyal medyada sergiliyor. Başlık resmime aldım. İzmir’de bir fırın, (un, yağ ve susam gibi) ekmek ve simit girdilerinin pahalılaşmasını vitrinine koyup altına “Allah yardımcımız olsun!” yazıyor. Azıcık ucuza satan benzin istasyonlarının önünde kuyruklar oluşuyor. Genç işsiz oranı yüzde 22 (kadınlar arasında daha fazla). OECD’ye göre, halen okumayan, çalışmayan veya bir tür eğitim görmeyen gençler oranında Türkiye dünya dördüncüsü. Twitter, Twitch, TikTok ve YouTube gibi platformlarda yazılanlar giderek sinirleri bozulan bir toplumu yansıtıyor.
Şimdi bunların ne kadarı, dış düşmanlarımızın uydurması? Ne kadarı, sosyal medyanın “gelişmiş demokrasi”lerde mutlaka kontrol altına alınması gereken yıkıcılık potansiyelini yansıtıyor? Orasını bilemem ama Cumhurbaşkanı Erdoğan da 10 Aralık’ta İslâm Ülkeleri Parlamento Konferansı’nda Bakara Suresi 155. âyetini okuyarak, “Rabbimiz Kuran-ı Kerim’de ‘Muhakkak ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele’ bu şekilde buyurmaktadır” dedi. Eğer kriz yoksa veya önemsizse bu uyarıya niçin gerek duyuluyor?
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, 11 Aralık’ta Trabzon İl Kongresi’nde, kendisine esnafın aldığı kredilerle dolar satın alması sorulduğunda, “devletin vermiş olduğu Türk Lirasını gidip dövize yatırmak ahlâksızlıktır” demiş. (1) Ahlâksızlık değildir; ahlâk vaazlarıyla önlenemeyecek bir piyasa davranışıdır. Diyelim ki 8000 lira kredi almış, yani dolar 8 lira iken 1000 dolar. Ama dolar olmuş 14 lira. Dolayısıyla baştan hemen dolar almadıysa, şimdi elinde kaldı 571 dolar. Ama baştan 1000 dolar aldıysa, şimdi elinde oldu 14,000 lira. Neden almasın? Ve nasıl önleyeceksiniz, kredisiyle hemen dolar alıp kendisini korumasını, sonra o dolarları azar azar bozdurup kullanmasını? (2) TL’nin piyasaların spontane işleyişi yüzünden değil de dış güçlerin kasıtlı saldırıları yüzünden zayıfladığına ilişkin teoriler ne oldu? (3) Ve hani, doların sürekli değer kazanması, yani TL’nin ucuzlaması artık kötü değil iyi bir şeydi? Eğer öyleyse, hâlâ dolar almayı ahlâksızlık diye nitelemeye niçin gerek duyuluyor?
Benzer bir soru. Üç paragraf yukarıda hatırlattığım gibi, dün, yani 13 Aralık’ta yeni bir sarsıntı geçirdi döviz kuru. Merkez Bankası’nın bu Perşembe (16 Aralık) toplantısında politika faizini dört ayda dördüncü defa düşürüp yüzde 15’ten yüzde 14’e çekebileceği beklentisi yüzünden, piyasalar gene karıştı ve dolar bir ara 15 TL’ye dayanmışken TCMB’nin doğrudan müdahale edip dolar satması sayesinde günü 14.30 dolaylarında kapattı. Eğer yeni ekonomik model TL’nin ucuzlaması üzerine kuruluysa ve bu, kazara oluşan değil istenen bir sonuçsa, o zaman TCMB neden ikide bir doğrudan müdahale ediyor döviz piyasasına? Üstelik, dolar rezervleri zaten bu kadar erimiş, yani fazla direnme gücü (savunma derinliği) kalmamışken? Bir sonraki müdahalesinde, kuvvetliymiş havasıyla dolar satmaya başladığında blöfünü görürlerse, yani peki, alalım bütün dolarlarınızı diye bir reaksiyonla karşılaşırsa ne olacak?
Son not. Dün Alper Görmüş’ün önemli bir yazısı vardı: İktidarın çaresizlik içinden çıkardığı çare ‘baskın seçim’ olabilir (13 Aralık). Evet, mümkün. Bence de böyle bir ihtimal var. Ehven-i şer gözükebileceği için. Ancak, üç dört ay boyunca Merkez Bankası’nın para basması sayesinde tekrar popülist bölüşümcülüğe yönelip asgari ücrete zam, memurlara zam, emekli maaşlarına zam vermek… bütünsel krizin derinliği karşısında neye yarar? Seçim sonrasını kastetmiyorum; bizatihi seçim sürecinde neye yarar? “Kaşıkla vermek” sırf seçim öncesinde, “kepçeyle almak” sırf seçim sonrasında mı olur? Enflasyon hızla yükselmez mi? Döviz pozisyonu büsbütün kötüleşmez mi? Hele bugünkü gelişmişlik düzeyinde Türkiye ekonomisi, iktidarın doğrudan nemalandırabileceği sektörlerden mi ibaret? İş sandığa gelinceye kadar, devlet sektörü maaşlılarının geçici kazancının çok daha fazlası kayıplar, toplumun diğer kesimlerince yaşanmaz mı?
Madem ekonomizm yapıyoruz, o zaman tam yapalım. Halen Türkiye’de 9 milyon kadar emekli, 5 milyona yakın memur, kabaca 6 milyon da asgarî ücretli var. Hepsi 20 milyon ediyor. Toplam seçmen sayısı 60 milyonun üzerinde (2023’te 64 milyon olacak). 20 milyonu çıkınca geriye 40 milyon kalıyor.
İktidarın bol keseden zam dağıtmayı düşünebileceği 9+5+6 = 20 milyon, yüzde yüz sandığa gidecek ve toptan AKP’ye mi oy verecek, bu sayede? Üstelik, bu arada zam almayan o diğer 40 milyon ekonomik anlamda neler yaşayacak? Herhalde bunları da düşünmek gerekir. (Muhalefetin asıl zaafı olan ortak aday ve ortak asgarî program sorunlarını bu küçük itirazın dışında tutuyorum.)