[4-5 Şubat 2017] Önceki yazımda, Atilla Aytemur’un (ve belki Emre Bağce’nin) sormadığı iki temel sorudan söz etmiştim. Biri, sözü edilen sosyo-ekonomik verilerin, doğrudan yürürlükteki hükümet sistemine bağlanıp bağlanamıyacağı ile ilgiliydi. Evet, statik bir fotoğraf çektiğimizde, parlamenter sistemle yönetilen ülkelerin çoğunda göreli refah düzeyi daha yüksek, gelir dağılımı görece âdil ve yoksulluk endeksleri daha düşük. İyi de, bunlar bizatihî parlamenter sistemin sonuçları olarak yorumlanabilir mi? Diğer yanda, başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde sosyo-ekonomik gerilik, gelir dağılımında daha büyük eşitsizlik ve daha ağır yoksulluk göstergeleri, daha sık ve daha yoğun olarak gözleniyor. Doğru. Ama bunlar da, bizatihî başkanlık sisteminin sonuçları olarak yorumlanabilir mi?
Demiştim ki, mevcut akademik literatürde böyle herhangi bir teorik açıklama denemesi de yok (yani, parlamenter sistem filanca yapısal özellikleri nedeniyle ekonomiyi daha “iyi” etkiler ya da zıddında, başkanlık sistemi keza falanca yapısal özellikleri nedeniyle ekonomiyi daha “kötü” etkiler diye bir argüman mevcut değil), bu tür iddiaları ampirik olarak kanıtlama çabaları da. Dolayısıyla sadece bir korrelasyon gözlenebiliyor; bir sebep-sonuç ilişkisi düzeyine çıkarılamıyor. O zaman ikinci soru gündeme geliyor: acaba her ikisinin — yani hem hükümet sistemlerinin hem bazı temel ekonomik gelişmişlik göstergelerinin — yeryüzündeki dağılımı, üçüncü bir faktörün ya da ikisine de öngelen bir dinamiğin sonucu olabilir mi?
Tabii ki öyle ve işin püf noktası da bu zaten. Demokrasinin ilk yönetim biçimi olarak parlamenter sistemin gelişmesi, Avrupa’ya özgü, Ortaçağda Avrupa’da görülen hanedan devletleri tipolojisinden kaynaklanan bir durum. Daha sonra kapitalist modernitenin yeryüzüne eşitsiz bir şekilde yayılması, dünyanın Avrupa dışı alanlarında hem göreli gerilik ve yoksulluğun hüküm sürmesi, hem de buralarda (daha) güçlü bir yürütmeye, dolayısıyla başkanlık sistemine (daha fazla) ihtiyaç duyulması sonucunu veriyor. Bu da, tarihsel süreçleri düşünmeksizin, sadece bugünkü durumu fotoğraflamaya kalktığınızda, sözü edilen korrelasyonu güçlü ve görünür kılıyor.
* * *
Önce, İlkçağdan, hattâ Prehistoryadan beri gözlenen bir örgütlenme ve yönetim problemine dikkat çekeyim. Bu işin salt mesafe, yüzölçümü, erişim ve iletişim sorunları diye tarif edebileceğimiz bir boyutu vardır ve son derece önemlidir. Özetle, hangi alan ve uzaklıkları (ya da, bunlarla elele giden nüfus yoğunluk veya dağınıklıklarını), nasıl bir örgüt ve hükümet tarzıyla kucaklayabilirsiniz? Tersten söyleyecek olursak, hangi yönetim tarzı ve/ya devlet biçimi, ne tür ölçeklerde varolabilir?
Bu açıdan genel kural şudur: başka herşey eşit olmak kaydıyla (ki çok zor bir soyutlamadır kuşkusuz), ölçek ne kadar büyürse, coğrafya ne kadar genişlerse ve yönetilecek nüfus da ne kadar dağınıklaşırsa, o kadar güçlü bir yürütme ihtiyacı belirir. Bu, bazen (devletsiz) kabile toplumu ile devletli toplumlar arasındaki tezat (veya birinden diğerine geçiş) şeklinde; bazen küçük şehir devletleri ile çok daha büyük imparatorluklar arasındaki tezat (ve gene birinden diğerine geçiş) şeklinde, bazen de demokratia’nın (demokrasi) veya respublica’nın (cumhuriyet) olabilirlik koşullarının sınırına ulaşması ve o ân için sonunun gelmesi şeklinde tezahür eder. Kabile toplumunda, örneğin, güç çok sayıda klan ve kabile şefi arasında yatay, sığ ve parçalı biçimde dağılır. Bu da üzerinde yaşanan, il veya yurt edinilen arazinin hayli küçük olması demektir. Ancak devlet dediğimiz tek odaklı iktidar temerküzüne sıçramak yoluyla, çok daha geniş teritoryaliteler üzerinde egemen olunabilir.
Ama bu noktadan itibaren, uygar (devletli) toplumlar arasında da ayrı bir ölçek ıskalası gündeme gelir. Tipik Eski Yunan şehir-devleti (tekil polis, çoğul poleis), etrafı dağlarla çevrili bir ovanın ortasında bir kent, etrafında ise ona vergi veren bir köyler hâlesinden ibarettir. İnsanlık tarihinin ilk demokratia denemesi bu çerçevede gerçekleşir. Ancak bu çerçevede gerçekleşebilir, çünkü temsilî demokrasiyi mümkün kılacak iletişim araçları mevcut değildir ve doğrudan demokrasi de, eh işte, sadece Atina’nın diz dize yaşayan, neredeyse hepsi birbirini tanıyan, pazar yerinde, jimnazyumda veya amfitiyatroda buluşup konuşan, dedikodu yapan, görüş alışverişinde bulunan beş on bin kişilik vatandaş kitlesi temelinde hayat bulabilir. Madalyonun diğer yüzünde, Pers İmparatorluğu gibi Büyük İskender’in imparatorluğunda da demokrasi olamaz, çünkü o kadar genişi o kadar karmaşık, o kadar heterojen bir alanın o günkü maddî-teknik koşullarda demokrasiyle yönetilmesi mümkün değildir. Kısacık yaşantısı içinde İskender (en azından) otokrat olmaya mahkûmdur (esasen bu yüzden, doğuya gittikçe “Asyalı/barbar bir despot” tipine doğru evrilmekle suçlanır).
İskender somutunda daha fazlasını göremeyiz, çünkü ömrü elvermez; ancak bir, topu topu on yılda kurduğu o uçsuz bucaksız imparatorluğun, “vâris”lerinin (Diadok’ların) daha idare edilebilir nitelikteki alt-imparatorluklarınabölünmesi ve iki, Roma’nın evrimi, olmuş olabileceklere biraz olsun ayna tutar. Zira Roma’nın serüveni de bir şehir-devleti olarak başlar; Yunan demokratia’sının Latincesi diyebileceğimiz respublica bu çerçevede uç verir ve tipik kurumlarıyla (kısa aralarla yenilenen seçimler yoluyla göreve gelen pretor ve konsül’leriyle, onları dengeleyen daha kalıcı ve ayrıcalıklı senato’suyla), fetihlerin doğurduğu olanca genişlemeye karşın iki üç yüzyıl daha idare eder. Ne ki, giderek zorlanan bir idare ediştir bu. Çünkü, yakın zamanda bu sitede Abdullah Kıran’ın da işaret ettiği gibi (bkz Sezar mı, Brütüs mü?, 26 Ocak 2017), eğilim alan büyüdükçe yürütmenin güçlenmesi ve iktidarın senatodan kâh şu kâh bu generale kayması yönündedir. Bu bakımdan, evet, Jül Sezar’ın dictator’lüğü (deyimleri orijinal Roma anlamıyla kullanıyorum), Oktavyan veya Augustus’un imperator’luğunun habercisidir. Hattâ bu filmi ileriye doğru oynatmaya devam edersek, emretme yetkisi itibariyle imparator denen bir güçlü yürütmeci bile yetmez, Roma’nın ulaştığı boyutlara. Önce, batı eyaletlerine bir Augustus (üst-imparator) ve bir Caesar’ın (alt imparator), aynı şekilde doğu eyaletlerine de başka bir Augustus ve bir Caesar’ın bakması şeklinde bir dörtlü sistem (tetrarchy) şekillenir. Ardından, Roma’nın yanısıra Yeni Roma (Konstantinopolis) ikinci başkent olur ve sonuçta imparatorluk doğu-batı diye ikiye bölünür. O günün maddî-teknik kısıtları, Ren-Tuna hattının güneyindeki bütün Akdeniz havzasını yönetmek açısından başka çare bırakmamıştır.
* * *
Şimdi birileri çıkıp, “bakın gördünüz mü, Halil Berktay demokrasiye ve cumhuriyete karşı diktatörlüğü ve/ya imparatorluğu savunuyor (esasen başkanlık sitemi de budur)” demesin lütfen. Hayır, hiç öyle birşey savunmuyorum. Sadece, en gevşeğinden başlayıp giderek buyurma yetkisi daha güçlü ve daha daha güçlü olanına doğru uzanan yönetim (hükümet) sistemlerinin, ölçekle, yollarla, hareketle, iletişimle, zaman ve mesafe kavramlarıyla ilişkisine, Tarihöncesinden ve İlkçağdan alınmış bazı örneklerle işaret etmeye; bu bağlamda Antik diktatörlük veya imparatorluk kategorilerini de yalnızca (henüz ideolojinin değil hemen sadece koşulların zorladığı) birer güç temerküzü ve güçlü yürütme boyutlarıyla değerlendirmeye çalışıyorum.
Zira genel olarak demokrasinin de, demokratik rejimler çerçevesi içinde parlamenter sistemin veya başkanlık sisteminin de, tarih içinde bunları doğuran koşullardan bağımsız olarak düşünülmemesi gerektiği kanısındayım. Özel olarak bu konuda ve Atilla Aytemur’a cevabî nitelikteki son yazımda, parlamenter sistem neden Avrupa’da doğup gelişti de başkanlık sistemi daha çok Avrupa dışı toplumlarda kendine uygulama alanı buldu sorusuna (dolayısıyla, ekonomik ilerilik-gerilik göstergeleriyle korrelasyonlarının da nasıl oluştuğuna) açıklık getirirken, yukarıdaki çözümlemelerden de yararlanacağım.