[7-8 Şubat 2017] Başlıktaki sorunun çok basit bir cevabı var: aslen bir Avrupa (hattâ İngiltere) icadı olan parlamenter sistem, Avrupa’nın kendi dışına yayılma ve denizaşırı imparatorluklar kurma sürecinde egemenlik istilâ ve işgal edilen, sömürgeleştirilen, ama sonra bağımsızlıklarına kavuşan toprakların bir bölümünü, gerek ölçek gerekse nüfus ve yerleşim örüntüsü itibariyle etkili bir şekilde yönetmeye yetmediği için.
Bu Ara nağme yazılarımın üçüncüsünde (5 Şubat) “geçmiş çağlarda ölçek ve güçlü yürütme ihtiyacı” üzerinden anlatmaya çalıştığım; ya da dördüncüsünde (6 Şubat) Avrupa’da Ortaçağın şafağından beri mevcut olduğunu ama başka yerlerde rastlanmadığını (ya da aynı bütünsellik içinde rastlanmadığını vurguladığım faktörler yüzünden.
Şöyle de diyebiliriz: modern devlet de, demokrasi de, demokrasinin modern devlete monte edilmesinin uzun süre biricik biçimi olan parlamenter sistem de insanlık tarafından aslında bir kere icat edildi. Bu icat da batı Avrupa’da gerçekleşti. Gerisi, bu modelin ya örnek alınmasıdır (taklit), ya da denizaşırı imparatorluklar aracılığıyla dünyanın diğer köşelerine taşınmasıdır (yayılma). Ama bazen de, uygulanamıyacağının düşünüldüğü yerde uygulanmaması; kralın veya Eski Dünya’da kalan eski imparatorun yerine, cumhuriyete geçilirken güçsüz ve yetkisiz değil güçlü ve yetkili bir başkanın şahsında başkanlık sisteminin vücut bulmasıdır.
Neden ve nasıl? Öyküyü anahatlarıyla biliyoruz da, sanırım bu hükümet sistemleri meselesiyle bağlarını kuramıyoruz. Kabaca 1500 dolaylarına kadar, “yatay” diyebileceğimiz bir dünya söz konusuydu. Kapitalizm öncesinin “büyük gelenek”lerinden her biri yeryüzünün farklı bir köşesinde yaşıyor; kendine özgü bir niş içinde kendine özgü bir “kültür dairesi” oluşturuyor; bu zeminde belki birkaç devlet birbiriyle rekabet ediyor, belki bir büyük imparatorluk diğerlerine hükmediyor, ama zamanın maddî-teknik koşulları itibariyle efektif eylem yarıçapı kendi nişinin, kültür dairesinin çok ötesine uzanamıyor, giderse de ergeç dönmek zorunda kalıyordu (2). Dolayısıyla dünya çapında bir hiyerarşi mevcut ve mümkün değildi. Bu “büyük gelenek” veya modernite öncesi imparatorluklardan herhangi biri diğerine üstün sayılamazdı. Her biri kendi nişi içinde en güçlüydü, “cihan hâkimi”ydi. Bir yanlışlık yoktu bu tür iddialarda. Zira her biri için önemli olan “cihan” işte o nişten, o kültür dairesinden ibaretti.
Buna karşılık 1450-1500 arasından, ya da Bartolomeo Diaz’dan, Vasko de Gama’dan, Kolomb’dan, Magellan’dan itibaren durum değişti; nişlerin göreli izolasyonu sona erdi; eski “yatay” dünya yerini adım adım “dikey” bir dünyaya bıraktı. İngiltere’den kıtaya ve kıta içinde batıdan doğuya parlamenter sistemin doğup gelişmesi, gene Avrupa’nın diğer kıtalar ve nişler üzerinde yükselişiyle elele gitti (biri diğerine yol açmadı; ikisi birlikte oluştu). Giderek güçlenen bir yoruma (örneğin Clive Ponting’e) göre, ilk adımlar açısından coğrafya ve askerî teknoloji tâyin edici oldu. Avrupa’nın büyük şansı, (a) üç tarafının denizlerle çevrili olmasından; (b) bütün Avrasya’nın Atlas Okyanusu’na doğru çıkıntı yapan en sivri ucunu oluşturmasından; ve (c) “yatay”ındaki bütün diğer nişlere ve kültür dairelerine (meselâ bu dönemde Osmanlı veya İran ordularına) karşı olmasa da, Atlantik ötesinde karşılaştığı (devletsiz) yerli kavim ve kabilelere karşı çok büyük bir askerî-teknolojik üstünlüğe sahip olmasından ibaretti. Bu sayede, önce Amerikaları ele geçirdi. Yeni Dünya’nın yağmalanması ve Atlantik ticareti sayesinde, 1500-1750 arasında Marx’ın deyişiyle “sermayenin ilk birikimi”ni (the primitive accumulation of capital) gerçekleştirdi. Muazzam servet ve sermaye yığdı. Ancak bu zenginlikler temelinde, 1750’lerden itibaren kapitalizm öncesi dünyanın gerçek ekonomik merkezi olan Hint Okyanusu’na girdi ve adım adım egemen oldu. Gene aynı “ilk birikim” temelinde, Sanayi Devriminin onsuz olamıyacağı yatırım temelini oluşturdu.
Burada en basit ve kalın çizgileriyle hatırlattığım bu genel süreç, önce İspanya ve Portekiz’in, devamında İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın büyük denizaşırı imparatorluklarının kurulmasıyla elele gitti. 1500-1700 arasının ilk dalgasını, 1870-1914 arasının Yeni Emperyalizmi izledi. İster “top ve yelken” ister “buhar ve çelik” çağının sömürgeciliği, kapısını yıkıp içeri girdiği Avrupa-dışı toplumların bünyesini kökten değiştirdi. Afrika’da da, Güney Amerika’da da, modern devlet ve hükümet sistemi, otokton halkların kendi içsel evrimi üzerinde yükselmedi. Yani meselâ İnka veya Azteklerin, ya da Zulu veya Aşantilerin halefleri, kesintisiz bir evrim içinde çağdaş demokrasiyi nasıl inşa edelim, parlamenter sistemi mi başkanlık sistemini mi yeğleyelim noktasına gelmediler. Bunu bırakın; millet öncesi bir aşamada yaşarken millet haline gelmeleri bile kendi kendilerine olmadı (ve bir kısmı, bugün bile millet olabilmiş değil). Bir kere, kâh 16.-18. yüzyıllarda, kâh 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, bağımsız karar verme iradeleri diye bir şey kalmadı. Yerli halkın fiziksel varlığını koruduğu, dışarıdan gelen-getirilen beyaz yerleşmcilerin ise küçük azınlıklardan ibaret kaldığı (daha çok Afrika tipi) koşullarda, parlamenter sistemi İngiliz veya Fransız (bazı hallerde Portekiz) sömürge imparatorlukları getirip yerleştirdi. Bazı durumlarda, eh, az buçuk işledi; bazı durumlarda ise hiç işlemedi ve millet olamamışlığın üstesinden gelemeyen kabilesel iç savaşlara, hattâ soykırımlara yol açtı (açmaya da devam ediyor). Bu takdirde başkanlık sisteminin vaat ettiği güçlü (veya daha güçlü) yürütme,i gerek milletleşme, gerekse henüz hazır olunmayan bir parlamenter sistemin yol açtığı hasarı tamir etme ve tümüyle parçalanmayı önleme çabalarının enstrümanı olarak gündeme geldi.
Latin Amerika’da ise farklı bir örüntü yaşandı. Afrika eninde sonunda hâlâ Eski Dünya’ydı; hayvan ve bitki örtüsüne Avrupa ve Asya ile ortak birçok mikro-organizma da dahildi; dolayısıyla benzer hastalıklara karşı edinilmiş bir muafiyetleri de vardı. Latin Amerika’da ise, Kolomb’dan sonraki iki üç yüzyıl içinde yerli halkın belki yüzde doksanı Eski Dünya’dan gelen mikroplara hiçbir dayanıklıkları olmadığından çiçek ve su çiçeği, kızamık ve kızamıkçık gibi hastalıklarla telef olup gitti. Aynı süreçte, bu büyük demografik çöküntüyle oluşan boşluğa (i) Avrupa’dan gelen beyaz kolonizatör yerleşimciler ve (ii) Atlantik köle ticareti yoluyla batı Afrika’dan getirilen siyahlar girdi. Güney Amerika’da İspanyollar, Kuzey Amerika’da İngiliz ve Fransızlar, bu kıtaların uçsuz bucaksızlığı içinde hayli seyrek ve dağınık yerleşimler kurdu. Çoğaldılar; yeni nesiller anavatana gidip gelmeksizin hep gelip de kök saldıkları bu diyarlarda birbirini izledi. Sonuçta, başlangıçtaki metropol ülkeden bağımsızlık savaşlarını da bu creole beyazlar verdi. Kuzeyde George Washington, güneyde Simon Bolivar gibi ikonik isimler etrafında, istiklâllerini kazandılar kazanmasına. Ama çok geniş alanları ve (özellikle güneyde, her biri ayrı bir yerel junta teşkil etmek eğilimindeki) dağınık creole yerleşimlerini bir arada tutup yönetebilmek; milletleşebilmek ve “organik devlet”in tarihsel eksikliğini aşabilmek için, pek çoğu daha baştan yürütmenin daha güçlü olduğu başkanlık sistemini seçti. Hattâ, daha önce de işaret ettiğim gibi, Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonileri, tek tek “kongre”leri ve hepsinin üzerinde kabul edilen Continental Congress (Kıtasal Kongre) yoluyla parlamenter sisteme adım atmışken, coğrafî ve demografik koşulların keskinleştirdiği hep aynı güçlü yürütme ihtiyacı yüzünden, bir noktada özerklik ve çeşitlilik ihtiyacını federal bir yapıyla karşılamaya, ama aynı zamanda o federal yapıyı yetkili bir başkanlıkla tamamlamaya yöneldi.
Bu ara nağmeler parantezi biraz uzun sürdüğü için, bir kere daha hatırlatayım: Neden anlattım bu öyküyü? Parlamenter sistem ile görece olumlu ekonomik göstergeler, başkanlık sistemi ile de görece olumsuz ekonomik göstergeler arasındaki korrelasyonun bir sebep-sonuç ilişkisi demek olmadığının altını çizmek; her ikisini belirleyen kıtalararası dağılımın hangi tarihsel makro-süreçlerden kaynaklandığını açıklamak için.
NOTLAR
(1) Hemen altını çizeyim: Bu “taklit” ve “yayılma” sözcüklerini kötüleyici anlamda kullanmıyorum. Demek alınmamalıymış, kabul edilmemeliymiş gibi çağrışımlar yüklemek istemiyorum. Resepsiyon (dışarıdan almak) illâ kötüdür diye bir şey yok; tersine, tarihte eşitsiz gelişim genel kural ve insanlık hep resepsiyon yoluyla ilerliyor. Kâh ateşi alıyor başka topluluklardan, kâh tarımı, kâh yazıyı ve alfabetik yazıyı, kâh devleti, kâh ateşli silâhları, kâh moderniteyi. Dolayısıyla “millî ve yerli çizgi” anlayışı ne uygarlık tarihi, ne bilim ve teknoloji tarihi, ne düşünce tarihi açısından gerçeklik ve geçerlilik taşır. Ben burada sadece somut bir patikayı tarif etmeye çalışıyorum.
(2) Örneğin bkz Osmanlıların Macaristan ve İran limitleri; Orta Avrupa’da kalabilmelerinin (kabaca 1526-1683) zaman ve mekân sınırları.