Türkiye’de devlet-(sivil)toplum ilişkisinin dinamikleri ve temelleri Osmanlı tarihsel arka-planı incelenmeden tam olarak kavramak zordur. Bu minvalde, Türk toplumsal yapısının temel karakteristiği “bürokratik yönetim geleneği” olarak nitelenmektedir. Bu özellik, Cumhuriyet’e geçişte de sürmüştür. Bu yapı da bürokrasi toplumsal grup ve sınıflardan ayrı olarak varlığını sürdürme ve özerkleşme peşinde olmuş ve demokratik gelişmelere rağmen devlet içindeki etkin ve nüfuzlu yerini muhafaza edebilmiştir.
Çok partili döneme geçişle birlikte bu yönetim geleneğine ve bu yönetim geleneğinin modernite ethosuna (tek parti dönemi modernite perspektifi -tek parti eliyle modernleşme- bir anlamda tepki olarak siyasal arenada palazlanan örgütlü muhalefet (Demokrat Parti) toplumsal hareketliliği artırmış ancak bu geçici bir siyasal tazyik olmuş; modernleşmenin öncüsü rolünü kendilerine veren asker-bürokrat elitler tepeden inmeci modernleş(tir)me mantığı çerçevesinde siyasal alana periyodik müdahalelerde bulunmuştur.
Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin kırılma noktalarını oluşturan her müdahale; başka bir deyişle her restoratif hareket sonrasında devlet-sivil toplum ilişkisi yeniden belirlenmiştir. Daha önce de imlendiği gibi; Batı’da sivil toplumun evrimi, feodal sistem içinde kentsel unsurların özerklik taleplerine kadar uzanır. Toplumsal sözleşmeye dayalı böyle bir devlet-toplum ilişkisini Türkiye’de görmek mümkün değildir.
Şüphesiz, bu çeşit bir yaklaşım bizi oryantalist bir yönelime götürmemelidir. Zira Batı’daki gibi pozitif hukuka dayalı bir sosyal sözleşme geleneğinin Türkiye’de tarihsel ölçekte var olmamasının sebeplerini, Osmanlı-Türk siyasal geleneği ve bu geleneğin kalıntılarını taşıyan Cumhuriyet Türkiyesi’nin yapısal genlerinde aramak ve analiz etmek gerekmektedir.
Devlet-toplum ilişkisi bağlamında dikkat çekmek istediğim bir diğer unsur, özel mülkiyet ilişkilerinin gerek toplumsal ilişkilerde, gerekse devlet-sivil toplum ilişkisinde öncelikli bir parametre olmadığıdır. Özellikle, 1990’larda Türkiye’de devlet ile toplum arasındaki kopukluk ve gerilimli ilişki küreselleşme olgusunun getirdiği toplumsal gelişmelerden etkilenerek daha demokratik ve “sivil” bir mecraya evrildi. Bu yönelimi, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde Kopenhag siyasi kriterleri çerçevesinde gerçekleştirmiş olduğu demokratik-hukuksal-anayasal reform paketleri izledi.
Böyle bir izlekte, Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci devlet ile toplum arasında, gerilimden uzak ve daha demokratik bir ilişki düzleminin gelişmesi bağlamında; “ikinci bir modernleşme projesi” olarak tasavvur edilebilir. Ancak, bu noktada, asal öneme haiz nokta, AB’nin bir modernleşme projesi olarak, var olan rejimin parametrelerini doğrudan ve radikal bir biçimde değiştiren; araçsal olmaktan ziyade, zihinsel modernleşmeyi kurumsal (biçimsel/formel) modernleşme algısına öncülleyip öncüllemediğidir.