“11 Haziran 1916 Cumartesi günü sabah saat üçbuçukta Mekke’deki kışlalara ve Hamidiye Hükümet Konağı’na karşı şiddetli bir ateş başladı. Türk askerleri oldukları yerde kuşatıldılar. Mekke’ye hakim bir tepede bulunan Ecyad Kalesi’nden binalara Türklerin top ateşi başladı. Muharebede bütün gün akşama kadar devam etti… Kale ve kışla hala direnmekte, mahalleler ve Mescid-i Haram’a ateş yağdırmaktaydı. Kabe’ye de iki top mermisi düştü. Kabe’nin örtüsü tutuştu. Halk top ateşi ve mermi yağmuru altında yangını söndürmeye çalıştı. Çatışmalar günlerce devam etti… Ecyad Kalesi, yirmi beş günlük kuşatma ve savaştan sonra Ramazan’ın dördüncü günü öğlen düştü.”
1916 Ramazan’ın beşinci günü Cidde’de çıkan El Kıble gazetesi Şerif Hüseyin’e bağlı kuvvetlerin Mekke’yi Türk askerlerinden nasıl aldığını böyle anlatmıştı.
Gazete Şerif’e aitti, anlatılanların bir kısmı propaganda olma ihtimali hayli yüksekti.
Ama yine de bu feci manzara o soruyu akıllara getirmiş olmalı;
Peki nasıl olmuştu da 400 yıl aynı bayrak altında birlikte yaşamış iki Müslüman millet üzerine titredikleri kutsal topraklarda böyle kan dökmüşlerdi?
Bu soruya bugünlerde Arapların düşük karakterinden, satılık olmalarına kadar ırkçı cevaplar vermek, uzun bacaklı İngiliz analizleri yapmak yeniden moda. Bundan dört-beş yıl önce tedavülden kalktığını zannettiğimiz “Araplar bizi arkadan vurdu” da geri döndü. Tarih, yine günlük ihtiyaçlara göre yeniden yazılıyor.
O halde o soruya cevap arayalım: Araplar bizi neden arkadan vurmuştu?
Çok milletli bir imparatorluğun bugünler için anlaşılması zor dünyasından bahsetmekteyiz.
Her şey 1517’de Yavuz Sultan Selim’in (yanında Musevi doktoru Moşe Hamon da varken) çıktığı Ridaniye Seferi’nden İstanbul’a hilafet makamı ve Mekke ve Medine’nin anahtarlarıyla dönmesiyle başladı.
Ama sultanlar 400 yıl boyunca bu kutsal toprakların hakimi olduklarını söylemekten hicap duyarak, kendilerine Hadim’ul Harameyn eş- Şerifeyn dediler. Abdülaziz’e kadar Medine, İkinci Abdülhamit’e kadar Mekke kalelerine saygı gereği Osmanlı bayrağı bile çekilmemişti.
Mekke ve Medine’yi peygamberin soyundan gelen Haşimi sülalesinden ‘Şerif’lerin yönetmesine de izin vermişlerdi. Hicaz’a atanan Valiler hiyerarşide “Şerif”lerin altındaydı.
Ama modernleşme ve merkezileşmeyle birlikte bu durum değişmeye başladı. Tanzimat’la başlayan merkeziyetçilik, Hicaz bölgesi için özellikle hilafeti siyasetinin merkezine koyan 2. Abdülhamit döneminde sertleşmeye başladı.
Bizde daha çok haccı kolaylaştırmak için yapıldığı düşünülen Hicaz Demiryolu her şeyden önce bölgenin güvenliğini sağlamak ve merkezle bağlarını güçlendirmeyi amaçlıyordu.
1892 yılında bölgede bir iç karışıklık ve isyan ihtimalinden endişelenen 2.Abdülhamit hem Haşimi ailesinden bazı isimleri hem de bazı itibarlı din adamlarını zorunlu bir misafirlik için İstanbul’a getirmişti.
Evham etmekte haklıydı çünkü daha bir kaç yıl önce Mithat Paşa’nın cumhurbaşkanı olacağı, Namık Kemal’in de içinde olduğu cumhuriyetçi bir darbe girişiminde tahttan indirildikten sonra hilafet makamına Mekke şerifinin getirileceği yolunda istihbaratlar almıştı.
Abdülhamit’in tedbir için İstanbul’a getirttiği isimlerden biri de Şerif Hüseyin’di. Amcası mevcut Hicaz Şerif’iyle arası açılmış olan Şerif Hüseyin, Şura-yı Devlet üyesi yapıldı, aileye Emirgan’daki bir yalı tahsis edildi.
Bu zorunlu misafirlik tam 16 yıl sürecekti. Daha sonra her biri komşu devletlerin kralları olacak Şerif Hüseyin’in oğulları Faysal, Ali ve Abdullah İstanbul’da büyüdüler, Türkçe öğrendiler, eğitimlerini burada aldılar, hatta yaşı daha büyük olanlar burada da evlendiler.
Yıllar sonra Medine’yi Fahreddin Paşa’dan teslim alacak ve bir süre sonra da Ürdün Kralı olacak Abdullah her şeyin güzel olduğu o zorunlu İstanbul günlerini anılarında şöyle anlatır:
“İstanbul’a diyecek yoktu. Yazı da kışı da bir başkaydı. Bahar geldi mi güzellikten başınız dönerdi. İstanbul, bütün güzellikleri içinden barındıran, insanın aklını başından alan bir şehir aynı zamanda hilafetin merkeziydi. Orada Türk, Arap, Çerkez, Kürt, Arnavut, Bulgar, Mısırlı, Hintli ne aransa bulunurdu. Herkes kendi kiyafetini giyer, kimse kimseyi ayıplamazdı.”
Abdullah’ın anılarına göre aile zorunlu misafirliğe rağmen Abdülhamit’e bağlılıklarını da korumuştu:
“Bence Sultan Abdülhamit, İslam dünyasının son büyük sultanıydı… Abdülhamid bu çağda insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı.”
Abdülhamit, 23 Temmuz 1908 Hürriyet’in İlanı’yla tahtını olmasa da iktidarını İttihatçılara kaptırdı. Birkaç ay sonra Mekke Şerifi Abdilillah Paşa’nın vefatı ise Şerif Hüseyin ailesi için yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
Abdullah’ın anılarına göre 2. Abdülhamit’in isteğiyle, daha güçlü ihtimal olaraksa İttihatçıların tercihiyle Şerif Hüseyin, Mekke Şerifi olarak tayin edildi. 16 yıl sonra Kasım 1908’de ailesiyle yeniden Hicaz’a doğru yola çıktılar.
Şerif Hüseyin’in tercih edilmesi rastlantı değildi. 16 yıl boyunca İstanbul’da geniş bir çevre edinmiş, dini konularda bilgisi ve takvasıyla herkesin saygı duyduğu, Osmanlıcılık fikrine ve hilafete bağlı bir isim olarak adı öne çıkmıştı.
Bu yüzden yeni ortaya çıkan Arap milliyetçileri tarafından sert biçimde de eleştirilmekteydi.
Yeni ortaya çıkan diyoruz, çünkü Arap milliyetçiliğinin taraftar bulması, imparatorluktan ayrılmış diğer milliyetçiliklerden (Arnavutlardan) daha geç olmuştu.
İmparatorluğa ve hilafete sadakatlerini ve aidiyetlerini koruyan Araplar arasında milliyetçilik tohumlarını yeşertense İttihatçıların Türk milliyetçiliği siyasetleri oldu.
Şam’dan Medine’ye açılan okullarda eğitim dili Arapça’dan Türkçe’ye dönmüştü. Ardından devletin resmi dilinin de Türkçe olmasıyla ilgili adımlar geldi. Bir devlet dairesine Arapça olarak yazılmış bir arzuhal bile kabul edilmemeye başlanmıştı.
Ama esas olarak Arapları ayağa kaldıran bir ismin yaptıkları oldu; Cemal Paşa.
1924’de hilafetin kaldırılmasına kadar Osmanlı ve Türkiye’yle birlikte hareket etmiş Arap liderlerden biri olan İttihatçı Şekip Arslan’dan okuyalım:
“Devlet, Birinci Dünya Savaşı boyunca Cemal Paşa’yı Suriye’nin mutlak hakimi yapmak suretiyle hem ona hem Araplara hem de Türklere yazık etmiştir. Çünkü Cemal Paşa, müstebit olmaya eğilimliydi. İktidarda olmak başını döndürüyor, bu yüzden ölçüp biçmeden keyfi kararlar veriyordu. Etrafındaki kimi yağdanlıklar yahut Turancı türk siyaseti izlemekten yana olan bazı sınır tanımazlar Paşa’yı pohpohlayarak yaptıklarını övüyor, kibrini azdırıyorlardı. Gurur gözlerini kamaştırdığı için Arapların bir gün Türk yönetiminden çıkabileceğini göremiyordu. Zulmünün, baskısının sınır tanımazlığı halka eziyetinin sebeplerinden biri de buydu. “
Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı’ndaki tarifiyle Cemal Paşa’nın Arap politikasındaki yöntemleri siyasi değil askeriydi; Filistin için tehcir, Suriye için tedhiş ve Hicaz için de ordu.
Tehdişin en unutulmazı, 1915’de önde gelen Arap siyasetçi ve entelektüellerin, Fransız konsolosluğundan çıkan belgelere göre geçmiş yıllarda Fransa’yla ilişkileri gerekçesiyle yargılanıp, vatana ihanetten idama mahkum edilmesi ve Şam’da bir meydanda asılmalarıydı.
Şekip Arslan’a göre “İdam ettirdiği kişiler içinden bir grubun devlete ihanet gibi bir suçu yoktu. Tek günahları İttihat ve Terakki’ye muhalif olmalarıydı. İkincisi suçlanan bazı kişilerin ölüm cezasına çarptırılmasını gerektirecek belge ve kesin deliller yoktu. Üçüncüsü, doğru değil ama diyelim ki bu şahıslar gerçekten devlet düşmanıydılar. Savaş döneminde böyle bir meseleyi gündeme getirip, önceden affedilmiş kişileri cezalandırmak ve yeni iyileşmeye yüz tutmuş bir yarayı kaşımak siyasi açıdan ne derece uygun olabilir ki?”
İdamlar dışında çok tepki çeken başka bir uygulama ise Anadolu’ya doğru sürgünlerdi. Yine Şekip Arslan’dan okuyalım:
“Şehrin ileri gelenlerini ayrı ayrı toplayıp, aralarında kura çekmek suretiyle yüzde onunu sürgüne gönderecek kadar ileri gitmişti…Evleri tahrip edilip Anadolu’ya sürülen ve birçoğu gurbette hayatını kaybeden binlerce kişi içinde vatan hainliği şöyle dursun, siyasetin ne olduğunu bilen yüz kişi bile çıkmazdı.”
Cemal Paşa’nın kötü şöhreti onunla ilgili fıkralara da ilham olmuştu. Onlardan birine göre Cemal Paşa “biriyle görüşürken burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını karıştırırsa affedip affetmeyi düşünüyor, ama eğer bıyığını burkarsa korkunuz çünkü ölüme kadar yolu vardır.”
Fakat, Hicaz’da Şerif Hüseyin’i isyan ettiren esas mesele ne milliyetçilik ne de Cemal Paşa’nın uygulamaları değildi.
Onun devlete aidiyetini sarsan ve başka güçlerle işbirliği arayışlarına iten, merkezileşme politikalarıyla Hicaz’da 400 yıldır sahip olduğu otoritenin altının oyulmasıydı.
Atanmasının ardından ilk mesele 1910’da Hicaz demiryolunun ve telgraf hattının Medine’ye ulaşmasıyla ortaya çıktı. İttihatçılar, Şerif’in Medine’deki temsilcisini artık ihtiyaç kalmadığını söyleyerek görevden aldılar ve Medine’yi Hicaz sınırlarından çıkarıp, müstakil bir sancak olarak merkeze bağladılar. Bu Şerif Hüseyin’in otoritesine büyük bir darbeydi. Hacc organizasyonunun bir kısmını da elinden almaktı.
Fakat sadece Şerif Hüseyin’in otoritesinin sarsılması değildi mesele. Demiryolu hattının genişlemesi tek geçim kaynağı deve taşımacılığı olan bedevileri de rahatsız etmişti.
Hiçbir şey yetişmeyen bu kurak topraklarda hayat hac gelirleri ve merkezden gelen yardımlarla dönüyordu. Bölgenin ihtiyacı olan yiyeceğin geldiği Mısır da artık İngiliz sömürgesiydi. Şerif’in dengeli bir siyasetten başka seçeneği yoktu.
Şartları iyice ağırlaştıran ise 1913 Babıali Baskını’ndan sonra tümüyle devlete egemen olan İttihatçıların, Hicaz meselesini çözmek için vali olarak şahin bir isim olan Vehip Paşa’yı Hicaz’a atamaları oldu.
Kalabalık bir orduyla Hicaz’a gelen paşanın uygulamalarıyla gerginlikler iyice yükseldi.
Bu atama sırasında, Şerif Hüseyin’in artık Hicaz mebusu olarak Meclis-i Mebusan üyesi olan oğlu Abdullah’la karşılaşan 2. Abdülhamid’in son sadrazamı Avlonyalı Ferid Paşa onu “Unutma ki ben bir Arnavudum. Böyle devlet adamları ülkemdeki bütün ümitleri yıktı. Aynı şeyi size de yapacaklar” diyerek uyarmıştı.
Bu tehlike sinyalleri Şerif Hüseyin ve oğullarının İngilizlerle ilk temasları kurmasına neden olmuştu. Ama İngilizler henüz karşı cepheye geçmemiş olan Osmanlı’yla ilişkilerini bozmak istemiyorlardı.
İstanbul’la Hicaz arasındaki iplerin kopmasını engelleyen Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi oldu.
İttihatçılar, Hicaz’la ilgili planlarını ertelediler. Şerif Hüseyin de artık cihad çağrısına isyanla karşılık veremezdi. Ama Osmanlı’nın savaşa girmesine, en çok da Almanların yanında savaşa girmesine karşıydı. Sultan Reşad’a bir mektup yazdı:
“Sultan hazretleri, Balkan Savaşı’nın ne şekilde sona erdiğini iyi bilmektedirler. Devletin ihtiyaç duyduğu teçhizatı henüz tedarik edemediği ve hazırlıklarını tamamlayamadığı da malum-u alileridir… Sultan hazretleri, Allah aşkına savaşa girmeyiniz! Bana kalırsa, Almanya’nın yanında savaşa girmemizi isteyen ya ne söylediğinin farkında değildir yahut büyük bir ihanet içindedir.”
Şerif Hüseyin savaşa böyle bakarken, yüzbinlerce Arap asker, halifenin cihad çağrısına uyarak Osmanlı ordusu içinde Çanakkale’den, Süveyş Kanalı’na kadar savaş meydanlarındaydı.
1915 yılında Cemal Paşa’nın Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için başlattığı Birinci Kanal Harekatı’nda da cephede Arap askerler vardı.
Fakat harekat büyük bir bozgunla sonuçlandı. Bozgun Mısır’daki İngiliz yönetimiyle Şerif Hüseyin arasındaki temasları artırdı.
Bu temasların en bilineni, Mısır’da görevli İngiliz Yarbay Sir Henry McMahon’la Şerif Hüseyin arasında Haziran 1915’de başlayıp, Mart 1916’ya kadar süren karşılıklı mektuplaşmalardır.
İngiliz hükümeti adına McMahon, Almanları ve Türkleri, Arap bölgesinden çıkarmak için Şerif Hüseyin’e her türlü yardım sözü veriyor, hilafetin yeniden Haşimi soyuna geçmesini desteklediklerini söylüyordu. Şerif Hüseyin ise Birecik’ten, Mısır’a, Arabistan’dan İran’a uzanan bir Arap coğrafyasına bağımsızlık ve tek devlet talep ediyordu. Mektuplarda “Lübnan Fransa’nın hakkı”, “Kudüs’ü nasıl yöneteceksiniz”e varan pazarlıklar bile yapılmıştı.
Aynı anda Şerif Hüseyin, İttihatçılarla da görüşmelere devam etmekteydi. Oğlu Faysal’ı, bir askeri birlikle, Şam’a Cemal Paşa’nın yanına göndermişti. Ama Enver Paşa, Sadrazam Said Halim Paşa ve Cemal Paşa, Kabe’de cihad çağrısı yapması, daha fazla birlikle savaşa katılması için bastırmaktaydı. Onlara yazdığı mektuplarda şart olarak “siyasi tutuklulara genel af, Suriye ve Irak’ta adem-i merkezi yönetim ve Mekke Şerifliğinin haklarını tanıma, yönetimin babadan oğula geçişine izin verme” ileri sürmüş, ancak bu şartlar sağlanırsa savaşa katılacaklarını, yoksa sadece devletin zaferi için dua edeceklerini söylemişti.
İngilizler Şerif Hüseyin’in taleplerine genelde olur derken, Çanakkale Zaferi ile özgüveni geri gelen İttihatçılardan ise sert cevaplar geliyordu. Aynı özgüvenle Cemal Paşa Suriye’de idamlara devam etti.
Ve sonunda ipler koptu. 10 Haziran 1916 günü Şerif Hüseyin ayaklanma çağrısı yaptı. İngiliz askerlerinin teknik desteğiyle demiryolu hatları havaya uçuruldu. O İngiliz askerlerden biri de meşhur Yüzbaşı Lawrence’dı.
Oğullarını farklı cephelere gönderip aynı anda Mekke, Cidde, Taif, Akabe, Medine’de ayaklanmalar başlattı.
Alman komutanların taktikleriyle Filistin, Suriye, Süveyş cephelerine ağırlık veren Osmanlı ordusu, İngilizlerin teknik desteğinde ilerleyen Arap aşiretleri karşısında cepheleri tek tek kaybetmeye başladı. Kuşçubaşı Eşref bey gibi efsane isimler bile esir düşmüştü.
Medine’de ise işleri o kadar olay olmadı. Fahreddin Paşa’nın merkezden gelen emirleri bile dinlemeyerek sürdürdüğü efsane direnişi ve kahramanlığını iki yıl yedi ay sürmüş, teslim olduğunda kahramanlığını Şerif Hüseyin’in oğulları bile teslim etmişti.
Kral Abdullah, Fahreddin Paşa’yı teslim aldıklarında ona “Savaşta ve kuşatma sırasında sizi kahraman bir asker olarak tanıdık. Şimdi şu esaret imtihanını da sabırla karşılarsanız bizi sevindirirsiniz” demişti.
Abdullah, Paşa’yı rahatlatmak için “Medine’ye geldiğimiz zaman kardeşlerim Ali ve Faysal’a birer dürbün hediye etmiştiniz. Nerede benim dürbünüm”diye espri yapınca, paşa paltosuna uzanıp, kendi dürbününü hediye etmiş. Çok utanan Abdullah da dedesinden kalma bir saati hediye olarak Paşa’ya vermişti:
“Saatin bir yüzünde güzel bir nesih hatla ve altın kakma harflerle “Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben kendime zulmettim” ayeti yazılıydı, diğer tarafında ise “beş şeyim var ki onlarla cehennemin kızgın ateşini söndürürüm: Mustafa Mürteza, onların iki oğlu ve Fatıma” yazıyordu. Bunları görünce çok sevindi. Sonradan öğrendiğime göre, Paşa Bektaşi meşrepmiş.”
Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın anılarda Fahreddin Paşa’nın esareti sırasında bile, iki yıl boyunca savaştığı Arap aşiretlerden gördüğü ilgi ve saygıyla ilgili hatıralar var, fakat Medine’den Kutsal Emanetleri İstanbul’a götürmesinden bir bahis dahi yok.
Esas öfkeli ifadeler ise, Birleşik Arap Emirlikleri şehylerinin dedeleri için kullanılıyor.
Çünkü Şerif Hüseyin ve oğulları için hayal kırıklıklarıyla dolu zamanlar “zafer”den sonra başlamıştı. Yaptıkları isyan bir Arap İsyanı’na dönüşmemiş, etkileri sınırlı bir alanda kalmıştı.
Önce İngilizlerin kendilerine söz verdikleri toprakları 1916’da da Sovyet devriminde sonra deşifre olan Sykes-Picot Anlaşması’yla Fransızlara, 1917’de Balfour Deklarasyonu’yla Yahudilere söz verdiklerini öğrendiler.
İngilizlerden yedikleri son gol ise, İngilizlerin 1921’de McMahon’la Şerif Hüseyin arasındaki mektuplaşmaları yayınlamaları oldu.
Bu Şerif Hüseyin’i, İslam dünyası gözünde İngiliz işbirlikçisi konumuna düşürmüştü. Ardından İngilizlerin desteğini alan Vahhabi İbn Suud, 1925’de Mekke’ye girerek, Türkiye’de halifelik kaldırıldıktan sonra kendisini halife ilan eden Şerif Hüseyin’in rüyasını sonlandırdı.
Bir süre Kıbrıs’ta sürgünde kalan Şerif Hüseyin, ardından Ürdün kralı olan oğlu Abdullah’ın yanına gitti ve 1931’de orada vefat etti. 1937’de Türkiye’ye gelen ve Atatürk tarafından ağırlanan, Türkçe konuşmasıyla ilgi odağı olan Kral Abdullah ise 1951’de namaz çıkışında bir Filistinli tarafından öldürüldü.
Büyük kardeş Faysal ise önce Suriye ardından Irak Kralı oldu. Suriye kralı iken 1921’de Mustafa Kemal Paşa’yla bir araya gelerek bir anlaşma imzaladı. Anlaşmanın ilk maddesi şöyleydi:
“İslam âleminde görülen esef verici anlaşmazlığa bir son verebilmek için aralarında maddî, manevî ve dinî bağlar bulunan Türk ve Arap ırkları, din ve ülke meselelerinde mükemmel bir anlaşma için birbirlerine yardımcı olmak zorundadırlar.”
1933’de Irak kralı iken İsviçre’de kalp krizinden hayatını kaybetti.
Aynı adı taşıyan 2. Faysal’ın akıbeti ise daha acı olacaktı.
Türkiye ile Bağdat Paktı içinde olan genç kral, kısa bir süre önce İstanbul’da Padişah Vahdettin ve son halife Abdülmecid Efendi’nin torunlarının kızı Fazıla Hanım’la nişanlanmıştı. 1958 yılında İstanbul’a uçmak için hazırlandığı bir sabah başlayan askeri darbede feci bir şekilde öldürüldü.
Şerif Hüseyin’in isyanı, İngilizlerin istediği gibi bir Arap isyanına dönüşmedi. Yani Araplar bizi arkadan vurmadı. Yüzbinlerce Arap, Osmanlı ordusunda, Çanakkale’de, Filistin’de, Suriye’de, Anadolu içlerinde hayatını kaybetti.
Ama ne Arap milliyetçileri ne de Türk milliyetçileri bu isyanı unutmadılar. İhanet ve ya kahramanlık hikayesi olarak haddinden fazla değer atfettiler, üzerine kimlikler inşa edildi, düşmanlık üreten bir hatıra olarak ortak hafızaya yazıldı.
Son Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa “Mekke’deki isyan İngiliz parasıyla değil, Türklerin isyan eden kabilelere cahilce davranmaları yüzünden ortaya çıktı” demişti.
Zor zamanlardı, İngilizler güçlüydü, Şerif Hüseyin’in hırsları gücünden büyüktü, imparatorluk sonuna gelmişti ama yine de milliyetçilik, kötü yönetim, hak ve hukuk tanımazlık, üstünlük iddiası süreci hızlandırmış, sonuç Mekke ve Medine’nin kaybedilmesi gibi ağır olmuştu.
Fahreddin Paşa’nın içine sindiremediği, eğer çıkarılmaya çalışılırsa Medine’deki ravzayı patlatmakla tehdit edecek kadar onu öfkelendiren herhalde bu iş bilmezlikti.
Bugün de Türkiye, eğer büyük bir devlet olma iddiasını sürdürecekse işe büyük bir devlet olma iddiasını unutarak başlamalı, bunu dillendirmekten vazgeçmeli, İslam dünyasıyla eşit ilişkiler kurmayı öğrenmeli.
Arap dünyasında Osmanlı imajına İttihatçılar tarafından verilen hasarla yüzleşmeden, “bütün İslam dünyası Osmanlı’nın adaletine hasret” diskuruyla mesafe almak da mümkün değil.
Bir de tarihi bugünün ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden yazıp, ilk kriz anında sükunetimizi kaybederek “Araplar bizi arkadan vurdu” gibi ezberlerimize geri dönerek hiç mümkün değil.
Hele de bölgenin en karanlık ülkesinin cahil dışişleri bakanının bir RT’sine karşı ülkece seferber olmak büyüklüğe pek yakışmaz.
Ama cesur ve fedakar bir paşanın manevi şahsiyetini koruma hassasiyeti evet işte o, sahiden büyük bir ülkeye yakışan bir haslet olmalı…
Kaynakça
Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
Talha Çiçek, İttihatçılar ve Şerif Hüseyin: Mekke İsyanı'nın Nedenleri Üzerine Bir Değerlendirme. Tarih ve Toplum, 41-57, 2013. 2013.
Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya neden isyan ettik? Klasik Yayınları, 2006
Emir Şekip Arslan, İttihatçı bir Arap Aydınının anıları. Klasik Yayınları, 2005.