AKP öncesi vesayet rejiminin “derin devlet” kurumları ve personeli, 2000’lerin ikinci yarısına kadar uzandı. 1993-2008 arasında tam on beş yıl TTK’nın başında kalan Yusuf Halaçoğlu ve Ermeni Masası ekibine, neredeyse tamı tamına aynı dönem boyunca Kemal Gürüz (1995-2003) ve Erdoğan Teziç (2003-2007) gibi iki kritik YÖK başkanı eşlik etti. Ümit Özdağ’ın ASAM kuruculuğu ve başkanlığı (1999-2003) ile, bu çerçevede, ASAM’ın Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nü başlatması (2000) gene aynı zaman dilimine denk düştü. Türkiye’nin en katı, en ikiyüzlü, akademik özgürlüğe karşı en hoyrat inkârcılık içinde nefes alamaz hale geldiği; medyanın da maalesef bu ekibin değneğine göre hoplayıp zıpladığı, kimsenin iki cümlede bir “sözde” demeden konuşamadığı yıllardı.
Arınç’ın ana fikirleri
O boğuculukla bugünkü özgürleşme apayrı iki dünya. Keza, o namussuz yalan rüzgârıyla 2014 ve 2015 Taziyeleri de çok farklı. Ne ki, “âdil hafıza” arayışının mazeretçiliğe ve oradan inkârcılığa çekilebilecek yanları da var ve bu, AKP liderlerinin demeçlerine ikide bir yansımakta. Bu açıdan, Başbakan Davutoğlu’nun “başkalarının günahları”nı hatırlatma yöntemini de yanlış buluyorum ama ona başka bir yazıda değineceğim. Burada öncelikle üzerinde durmak istediğim, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın 20 Nisan 2015 tarihli demeci. İçerdiği hatâlar yumağı ve en çok da “o dönemde herkes acı çekti”den “öyleyse soykırım yoktur”a geçiş rahatlığı bakımından çok tipik olduğu için, bu konuşmayı neredeyse cümle cümle numaralayarak ayrıştırıp eleştirmeyi yararlı buluyorum.
Benim için Arınç’ın söylediklerinin en kritik bölümleri şöyle: (1) (2) Biz tarihimizde böyle bir kara sayfanın olmadığına inanıyoruz. Biz, mazlum milletlerin hamisiyiz. (3) Hiçbir zaman ihanet de etmedik. (4) Birinci Dünya Savaşı içerisinde isyan edenler varsa, “millet-i sadıka” diye kabul görürken daha sonra isyan noktasına gelmiş olan çeteler varsa, bu çetelere karşı alınan inzibati tedbirler karşısında trajik olayların yaşandığını da biliyoruz. (5) Bilerek, kasıtla ve isteyerek soykırım yapmadık. (6) Dünyada soykırım yapanlar da bellidir, kayıtlar altına alınmıştır, uluslararası ceza mahkemelerinde de karşılığı görülmüştür. (7) Birleşmiş Milletler'in soykırım tarifi içerisine Türkiye'de 1915 tarihinde yaşanan olaylar girmez. Dolayısıyla biz kendimizden eminiz ve bütün dünyaya da bu tezlerimizi inanarak haykırıyoruz, bunun arkasında duruyoruz. Bunu, bir kısım kişiler, gruplar, devletler belki “soykırım” olarak nitelendiriyor ama BM'in hukuki tariflerinde de “soykırım” olarak anılan pek çok olayda örneklerini gördüğümüz gibi Ermeni yurttaşlarımızın, Osmanlı Ermenilerinin 1915'lerde Anadolu toprakları üzerinde yaşadığı acıların “soykırım” olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığını (8) çünkü bu acıları farklı etnik grupların da birlikte yaşadığını ifade eden, yaptığımız katkıları ve yapacağımız çalışmaları ifade eden mükemmel bir açıklama oldu.
“Biz” derseniz, daha baştan kaybedersiniz
Kısacası, ben burada biri örtük, diğer yedisi belirtik, toplam sekiz ayrı önerme görüyorum ve şimdi bu sekiz önermeyi tek tek ele alacağım. (1) İlki, herhangi bir cümleyle değil, Arınç’ın her adımda döne döne kullandığı “biz” kavramıyla ilgili. Arınç (i) bugün hayatta olan Türkiye Türkleri ile (ii) 1915’te yaşayan Türkler ve (iii) gene 1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nu yönetenler arasına birer eşit işareti koyup hepsini birden “biz” diye adlandırıyor. Oysa yanlış; bunlar ayrı ve farklı özneler. 14 Nisan’daki Eski yanlışlar sökün etti yazımda altını çizdiğim gibi, 1915’te olan ve yapılana ne dersek diyelim, önce ne olup ne olmadığında değil, asıl şunda anlaşmamız gerekir: “O” her ne ise, onu “biz” yapmadık. Tekrar ediyorum: 1915 faciası, o dönemin otoriter-modernleşmeci devletçi-milliyetçilerinin, daha spesifik olarak İttihatçı askerî diktatörlüğünün, en çok da Enver ve Talât’ın (ve tabii onların emriyle harekete geçen bütün bir mekanizmanın) işidir; başka bir deyişle, o zamanın ön-faşistlerinin işidir ve nasıl çağdaş Türk faşistlerinin (faraza 60’lar ve 70’lerde) işlediği cinayetlerden bütün Türkiye halkı suçlanamazsa, 1915 cinayetlerinden de bütün Türkiye halkı suçlanamaması gerekir. Bataktan çıkış, onları “biz” gibi görmeyi kabullenip yaptıklarının sorumluluğunu üstlenerek savunmaya kalkmaktan değil, öncelikle bu özdeşliği reddetmekten geçer. Buna karşılık, Arınç’ın yaptığı gibi milliyetçi ideolojinin devamlılık vurgusuna boyun eğer ve İttihatçı şeflerini atalara saygı hâlesine dahil ederseniz, elbette yapılanı savunmak, yapılmamış saymak veya mazur göstermekten başka çareniz kalmaz; ister istemez bir yerinden eski inkârcılığa rücu eder ve sittin sene bu bataklıktan çıkamazsınız.
Hâkimiyet, sadakat, ihanet
(2) Arınç “mazlum milletlerin hamisi” olmaktan söz etmiş. Bu sadece bir yarım doğru. Evet, Osmanlı İmparatorluğu zamanın Büyük Devletleri ve modern emperyalizmi karşısında mağdur ve mazlum konumdaydı. Öte yandan, kendisi de adı üstünde bir imparatorluktu, yani hükmettiği tabi halklar vardı ve onların millî özlemlerinin karşısına dikiliyor, bağımsızlık mücadelelerini bastırmaya çalışıyordu. Millî Mücadele sırasında Mustafa Kemal, mazlum Şark milletleriyle kader ortaklığından söz ettiğinde, bu görece daha doğruydu çünkü artık ortada imparatorluk kalmamıştı. Ama 1908-1918 arasının son emperyal çırpınışlarını “mazlum milletlerin hamiliği” olarak tarif etmek olanaksızdır. (3) “İhanet” kavramının kullanılması da bu hatâyla ilintili. Bu sözcük Ermeni ve sair “öteki”lerin “biz”e “ihanet” ettiği anlamında kullanılıyorsa yanlış, çünkü hiçbir imparatorluğun tâbi kılmış olduğu hiçbir halkın bağımsızlık mücadelesi, sanki emperyal merkeze boyun eğmeleri doğal bir zorunlulukmuş gibi, ihanet kavramıyla açıklanamaz. Öte yandan, “biz”im “onlar”a “ihanet” etmediğimiz anlamında kullanılıyorsa, bu sefer hem tuhaf çünkü yöneten bir “millet-i hâkime”nin yönettiklerine sadık kalıp ihanet etmemesi ne demektir belli değil; hem de gene yanlış, çünkü devletler tebalarını hukukun koruması altında bulundurmakla yükümlüdür ve her şey bir yana, sırf tehcir yasası ve uygulaması, Ahmet Davutoğlu’nun ilk Yerevan’da söylediği ve ardından 2014 Taziyesinde tekrarlandığı üzere, başlı başına suç teşkil ediyor, dolayısıyla devletin tebasına taahhütlerinin toptan ihlâli anlamında “ihanet” kavramına hayli yakın duruyor.
Çetelere karşı önlem mi, bütün bir halkın tasfiyesi mi
(4) Tehcir yasası ve uygulaması “isyan eden çetelere karşı alınan inzibatî tedbirler” sırasında meydana gelen “trajik olaylar” değildir. Dilerdim ki artık bu saatte, AKP ve hükümet liderlerinden kimse ve hele ciddi, ağırbaşlı kişiliğiyle Bülent Arınç, çoktan çürüyüp ıskartaya çıkmış böyle bir masala tevessül etmesin. Evet, Doğu Anadolu’da 1914’ten önce de, sonra da faaliyet gösteren Ermeni çeteleri vardı ve yerel, yatay, düşük yoğunluklu bir “etnik savaş” içindeydiler. Ama hayır, Ermeni milletinin tamamı değil küçük bir azınlığıydılar ve gene hayır, tehcir (ve bütün diğer sonuçları) yalnızca söz konusu çetelere mensup olduğundan şüphe edilenlere değil, yalnızca Doğu cephesi civarı veya gerisinde yaşayanlara da değil, bizatihî Ermeni olma nitelik ve kimlikleri bazında Osmanlı topraklarının her köşesinde yaşayan neredeyse bütün Ermenilere uygulandı. İttihatçı önderliği çetelere karşı gerçekten inzibatî tedbirlerle uğraşmak yerine, Osmanlı Ermenilerinin tamamını şüpheli, güvenilmez, potansiyel hain ve düşman bir nüfus sayıp onlardan toptan kurtulmak suretiyle Anadolu’yu güvence altına almayı yeğledi. Bu, “trajik olaylar”ın özü ve ta kendisidir – ve aşağıda tekrar belirteceğim gibi, pekâlâ BM’nin 1948 Soykırım Konvansiyonu’ndaki tanıma girer. Onun için (5) keşke Arınç, “bilerek, kasıtla ve isteyerek soykırım yapmadık” diye bir cümleyi hiç ama hiç kurmasaydı. Birincisi, cümlenin gelişi itibariyle “bilmeden ve istemeden yaptık” diye anlaşılmaya da yatkın olduğundan, hem kötü bir şaka hem itiraf gibi duruyor (yaptık ama kasten yapmadık?!); üstelik bu suretle literatüre kasıtlı olan ve olmayan soykırımlar diye bir ayırım ekleme istidadını da gösteriyor. İkincisi, diyelim ki Arınç soykırım olması için kasıt unsuru gerekir, oysa burada kasıt unsuru yok demeye çalışıyor; o takdirde de karşısına, Osmanlı Ermenilerinin bizatihî Ermeni oldukları için hemen toptan tehcire tâbi tutulmuş — başka bir deyişle, bütün bir etnik-dinî cemaat olarak hedef alınmış — olması gerçeği çıkacaktır.
Evet, pekâlâ BM’nin 1948 tanımına girer
(6) Dünyada soykırım yapanların şimdiye kadar alınan mahkeme kararlarıyla sabit olması, Türkiye’nin ise bunlar arasında yer almaması, 1915’in soykırım olmadığına dair bir savunma teşkil edemez, çünkü bu atı arabanın önüne koşmaktan başka bir şey değil. Birincisi, benim karşı olduğumu ifade ettiğim “soykırımı kabul ettirme siyasası” tam da henüz alınmamış bir tür “mahkeme kararı”nı aldırmaya çalıştığına göre, buna “ama mahkeme kararı yok” diye karşı çıkmak hayli anlamsız. İkincisi ve (7) Arınç olayın BM tanımına girmediğinde çok yanılıyor, çünkü aslında giriyor ve hem de felâket giriyor. 1948 tanımı herhangi bir etnik ve/ya dinî grubun kendi varlığını yeniden üretmesinin koşullarını tamamen veya kısmen ortadan kaldırmayı (söz konusu sosyal-kültürel varlığın sürdürülmesini tamamen veya kısmen imkânsız kılmayı) soykırım açısından yeterli saydığından, bizatihî tehcir olayı, yani — kimbilir kaçıncı defa tekrar ediyorum — Osmanlı diyarlarındaki bütün Ermenilerin bizatihî Ermeni oldukları için 48 saat içinde yerlerinden yurtlarından edilip zorla göçürülmesi, bu arada bütün mal ve mülklerine el konması, (bırakalım 600-800,000 ölüyü) bir tekinin burnunun kanamaması hainde dahi etnik temizlik ve soykırım anlamı taşıyor. (8) “Bu acıları farklı etnik grupların birlikte yaşaması” ifadesi de gerçeği karşılamıyor. O dönemin önceki alt-dilimlerinde Müslüman Türklerin de (faraza Balkanlar veya Kafkasya’dan sürülüp atılmak gibi) acılar çektiği doğru. Bunun, İttihatçı milliyetçiliğinin zihniyet yapıları üzerinde derin etkiler bıraktığı da doğru. Ama bu acıların “birlikte” yaşandığı doğru değil. 1915 öncesinin yerel, yatay, düşük yoğunluklu etnik savaşları başkaydı; Ermenilerin 1915’te merkezî devlet emri ve eliyle maruz bırakıldığı dikey dehşet gene başka. 600 ilâ 800,000 Ermeni, Müslüman Türklerle küçük ölçekli çete savaşlarında can vermedi. Çaresiz ve perişan konvoylar halinde sürülüp götürülürken, özellikle Doğu Anadolu’ya girdikleri andan itibaren baş gösteren “esrarengiz” saldırıların kurbanı oldu.
Kimin neyi emrettiğini bizzat Talât Paşa anlatıyor
Tekrar (5) ve son. Ne kadar “esrarengiz” acaba? Bilmem farkında mısınız, dikkatle okudunuz mu; Başbakan Davutoğlu’nun 20 Nisan mesajında “Birinci Dünya Savaşı'nda yaşananların nedenlerini ve sorumlularını tespit etmek mümkündür” diye çok kritik bir cümle yer almakta. Evet, gerçekten mümkündür ve üstelik, hiç öyle “biz” gibi genellemelere kaçmadan mümkündür; örneğin bütün veriler (tabii Enver’in himayesi olmaksızın hiç böyle bir şeye girişemeyecek olan) Talât’ın çok özel insiyatif ve sorumluluğuna işaret ediyor.
Sayın Arınç, izninizle ben bu delillerden birini, ama sadece birini sunayım. Tehcir uygulamasına geçilmesiyle birlikte, Talât Paşa’nın Dahiliye Nezareti’nin yanı sıra Yerebatan’daki dairesine de özel bir telefon-telgraf merkezi kurdurduğu bilinen bir husus. Başlı başına anlamlı, zira resmî kayıtları tutulmayan bir haberleşme ihtiyacına işaret ediyor.
Halil Menteşe, Meclis-i Mebusan Reisi. Has İttihatçı; o kadar ki, 1913 Bâbıâli Baskını (darbesi) sonrasındaki triumvir yönetiminin “dördüncü adamı” veya “yarı-zamanlı üyesi” sayıldığı oluyor. 1923’ten sonra dönemler boyu İzmir milletvekilliği de yapacak ki, bu CHP’nin problemi kuşkusuz.
Geçelim. Şimdi Halil Menteşe kendisi anlatıyor. Kaynak: Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe'nin Anıları (yay. haz. İsmail Arar; Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986). Cildin 215-216. Sayfalarında şu ilginç iki paragraf yer almakta:
İstanbul’a Dönüş — Tren Ayastefanos [Yeşilköy] istasyonunda durunca orada beklemekte olan Talât merhum vagonuma geldi. “Anlat bakalım Halilciğim, şu Ermeni tehciri için Berlin’de neler konuştun?” dedi. Alman ricalile bu mesele hakkında muhaverelerimizi nakledince gülerek dizime vurdu: “Halilciğim ben senin günahını aldım. Halil gelirse maneviyatım üzerinde tesir yapar, şu işi bitireyim, ondan sonra gelsin, kararımı verdim, meğer yanlış yapmışım” dedi.
MUHAYYEL VE MUTASAVVER ÖĞRENCİLERE METİN ANALİZİ SORULARI – 1: Talât Paşa, Halil Menteşe’nin “Ermeni tehciri” konusunda “maneviyatı”na nasıl bir “tesir” yapmasından endişe etmektedir? O gelmeden “bitireyim” dediği “şu iş” nedir? Ne(ler)den vazgeçirilmekten korkmaktadır?
İnsan yüreğinin dayanamayacağı şeyler
Diyelim ki kısmî cevabı, bir bakıma sonraki paragrafta.
İstanbul’da, bir gün sabahleyin Yerebatan’da oturduğu eve gittim. Talât’ı telefon başında buldum. Halinde anormal bir vaziyet gördüm. Yüzü simsiyah, gözleri kançanağına dönmüş. “Aman Talâtçığım ne oldun? Pek anormal bir hal içinde görüyorum” dedim. “Sorma. Tahsin’den (Erzurum Valisi) Ermenilere dair birtakım telgraflar aldım, sinirlerim bozuldu. Sabaha kadar uyuyamadım. İnsan yüreğinin dayanacağı bir şey değil, fakat ben onlara yapmasaydım onlar benimkine yapacaktılar. Nitekim yapmaya da başlamışlardı. Millî mevcudiyet kavgası” dedi.
MUHAYYEL VE MUTASAVVER ÖĞRENCİLERE METİN ANALİZİ SORULARI – 2: Erzurum Valisi Tahsin, Ermenilere dair neler yazmış olabilir, Talât’ı (kararını değiştirtmeksizin) bu kadar altüst edecek? Sırf konvoyların (resmî ideolojide iddia edildiği gibi) barış içinde yer değiştiriyor olması, ya da hattâ (bir vakitler Emin Çölaşan’ın Hürriyet’te akıl almaz bir nasır bağlamışlıkla yazabildiği veçhile) güneye, deniz kıyısına tatile gönderiliyor olması mıdır, “insan yüreğinin dayanacağı bir şey değil” diye tarif edilen? İkincisi, her ne ise bu “insan yüreğinin dayana[mayacağı]” olaylar, tesadüfen veya kazara mı, yoksa emir ve talimatla mı — Arınç’ın ifadelerini kullanacak olursak, kasten, bilerek ve isteyerek değil mi, yoksa acaba kasten, bilerek ve isteyerek mi — meydana gelmektedir? Bu açıdan, Talât’ın “ben onlara yapmasaydım” demesi sizce ne ifade ediyor? Talât Ermenilere ne yapmış veya yapıyor olabilir? Hiç Sosyal Darwinizm diye bir kavram duydunuz mu, doğadaki cins ve türler gibi insanlar arasında milletlerin de “en güçlünün hayatta kalma hakkı” uğruna birbiriyle boğazlaşmasını bilimselliğini savunan? “Millî mevcudiyet kavgası” bununla nasıl ilişkilendirilebilir? Mevcudiyet günümüz dilinde varlık demek; zıddı da yokluk veya yok etme oluyor. Talât Paşa “benimki”nin (yani Türklerin) “millî mevcudiyet kavgası” doğrultusunda Ermenilere bir şeyler yapılmasını emrettiyse (ve daha sonra buna kendi yüreği dahi zor dayanır hale geldiyse ama gene de “millî mevcudiyet kavgası”nın icabı diyerek devam ettiyse) “mevcudiyet”in zıddı olarak Ermenilerin payına ne düşmüş olabilir?
Acaba bu, Ermenilerin sadece tehciri değil, aynı zamanda yok edilmesi anlamına gelebilir mi? Bu takdirde neresinde duruyor olabiliriz, şu kastî olmayan, bile-isteye yapılmamış soykırım tezinin?
Kaldı ki, bir de Talât’tan Tahsin’e (= valilere) giden ve onlardan Talât’a gelen telgrafların muhtemel içeriği sorunu var ve onu da biliyoruz az çok. Gelecek sefer de herhangi bir yerdeki değil, doğrudan doğruya Başvekâlet Arşivleri’ndeki bir belgeden hareketle bu konuya değineceğim.