“Maalesef aşı karşıtlarını kendilerinden korumak mümkün değil” dedi bir arkadaşım…
Ömer Nihat Altıntaş’ın ani ölüm haberini almıştık. 90’lı yıllarda gazetecilik yapan arkadaşların oluşturduğu kalabalık grupta bir yandan Nihat’ın ani ölümünün şokunu yaşıyor, bir yandan da nedenini öğrenmeye çalışıyorduk. Kısa bir süre sonra bir arkadaş ölüm nedenini yazdı. Nihat’ı aramızdan koronavirüs almıştı, Türkiye’de hâlâ her gün ortalama 200 insanı sevenlerinden ayırdığı gibi…
Grupta Nihat’ın ani ölümü hakkında konuşmaya devam ederken, onun aşı karşıtı olduğunu hatta sosyal medya hesabından post paylaştığını yazdı bir arkadaş. Bilmiyordum bunu, sosyal medya hesabındaki paylaşımını da görmemiştim. Hem görseydim neyi değiştirecekti…
30 yıla yakın bir tanışıklığımız olan Nihat’ı en son 2016’da Balat’ta eski Sabah gazetesi çalışanları olarak bir araya geldiğimiz toplantıda görmüş, hasret gidermiştim. Sonra arada sırada sosyal medyadan hal hatır sormalar, iyi dilekler, tekrar buluşup hasret giderme temennileri. İstanbul’u terk etmemim yanı sıra iki yıla yaklaşan koronavirüs salgını bir kez daha buluşmamızı engelledi.
Nihat’ın hayatını kaybettiği koşullara bakalım: Salgının ilk zamanlarında yaşanan korkuların, kaygıların ve uzun zamanlı evlere kapanmanın yerini büyük bir rahatlama almış durumda. Sanki böyle bir şey olmamış gibi yaşıyoruz, bir kâbustan uyanmış gibiyiz. Unutmak en iyi toplumsal ilaçmış gibi, yaşananları yok sayarak normalleşmeye çalışıyoruz bir şekilde. İtiraf etmeliyim ki ben de aynı akıntıya kapılmış gibiyim, koronavirüs haberleri, vaka sayıları, pek ilgimi çekmiyor. Ta ki Nihat gibi tanıdık bir ölüm gelip sevdiklerimi vurana kadar…
Bu illetten tümüyle kurtulmak, vaka sayılarını düşürmek için sadece aşı olmak yetmiyor; şu ya da bu şekilde aşı karşıtlarını da ikna etmek gerekiyor.
Nihat sadece aşı karşıtı değildi, hastaneye gidip tedavi olmayı da reddetti. Yaklaşık 15 gün önce yakalanmıştı Covid’e. Yakınlarının, dostlarının yardım taleplerini reddettiği gibi, ‘hastaneye git’ telkinlerini de karşılıksız bıraktı, evinde kendini karantinaya aldı. En son geçtiğimiz cumartesi günü onu arayan bir arkadaşının ‘hastaneye git’ telkinlerine, “kendimi daha kötü hissedersem giderim” diye cevap verdi. Ve pazartesi günü yalnız yaşadığı evinden çıkarken kapıda yığılıp kaldı. Göz göre göre ölümün bundan daha belirgin bir örneği bulunabilir mi?
Oysa Nihat, işi gereği ölümü en iyi bilen insanlardan biriydi. 30 yılı aşkın bir süre boyunca yaptığı adliye-polis muhabirliği sayesinde birçok ölüme tanıklık etmiş, onları haberleştirmişti. 90’lı yıllarda yaşadıklarından yola çıkarak Türkiye’deki Faili Meçhuller kitabını yazmış, o yılların aydınlatılmasına katkıda bulunmuştu. Türkiye’de hızla değişen medya düzeni birçok emektar gazeteci gibi Nihat’ı da sistemin dışına atmıştı. Artık haberin, gerçeklerin hiçbir önemi yoktu bu yeni düzende.
Nihat, son olarak Kumkapı’da ailesinden miras kalan bir restoranı işletiyordu. Ölmeden 20 gün kadar önce ortak bir arkadaşımız ziyaretine gitti. Arkadaşa yeniden gazeteciliğe dönmek istediğini, birçok yere başvurduğunu, kendisine asgari ücret kadar bir maaş teklif edildiğini anlattı. “Neredeyse çalışmam için üste para isteyecekler” diye yakındı.
Polis-adliye muhabirleri yaptıkları iş nedeniyle sert olur, Nihat ise tam tersine son derece naif, kimseyi kırmamaya özen gösteren biriydi. Kendisini ziyarete giden arkadaşımıza karanlıkları aydınlatacak bir kitap daha yazdığını anlattı heyecanla. Yine de kalbi kırıktı mesleğe, eski dostlarına. O gerçek bir Bab-ı Âli emekçisi, yokuşun hamallarından biriydi. Kalbi kırık bir şekilde sessiz sedasız göçüp gitti bu dünyadan…