Ana SayfaYazarlarAşıklar Şehri’nin büyüsü…

Aşıklar Şehri’nin büyüsü…

 

Yaklaşık üç hafta önce soğuk bir İstanbul gününde izledim Aşıklar Şehri adıyla gösterilen ‘La La Land’ filmini. Filmin sonunda jenerik akmaya başladığında bir düşten uyandığımı hissettim. Sinemanın olduğu AVM’den çıkıp (AVM’lerden hiç haz etmesem de sinema salonları çok iyi olduğu ve sürekli yeniledikleri için, istemeyerek de olsa gidiyorum. Bu bir itiraftır)  caddeden yürüdüğümde ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. O soğuk havada dans etmek geldi içimden, bu konuda son derece beceriksiz olsam da…

 

Tüm zamanların en çok Oscar’a aday olan üçüncü filmi olan La La Land aslında çok sıradan bir hikâye. İnsana dair bütün klişelerin olduğu bu filmi özel kılan ise basit ve yalın oluşu. Hayatın sıradan hallerini modern zamanın aşk masalını şiirsel bir dille aktarıyor izleyiciye. Müzik, dans ve görsellikle harmanlayarak.  

 

'Los Angeleslı turizmciler bir araya gelip bir reklam filmi çekselerdi ancak bu kadar olurdu' dedirten şehrin mekânlarının tanıtıldığı bir film La La Land. Belki de bu işte turizmcilerin parmağı vardır ki film aynı zamanda bir Los Angeles güzellemesi… 14 Oscar’a birden aday olunca hayret etmenin dışında insanı düşündürmeye sevk eden bir film aslında La La Land. Akademi üyelerinin sinema konusunda söylediklerinin kanun olmadığını ve geçmişte çok kötü filmlere ödül verdiklerini bilsek de bu filmi Oscar adaylığı üzerinden ayrıca değerlendirmeye gerek olduğunu düşünüyorum.

 

Hayallerinin ve tutkularının peşinden giden iki genç insanın hikâyesini müzik ve görsellikle yoğurarak sinemaya aktaran yönetmen; Amerikan rüyasının başka bir versiyonunu aktarıyor izleyiciye. Son yıllarda dijital dünyada para ve üne kavuşan genç girişimcilerinin bir kopyası gibi Mia ve Sebastian’ın hikâyesi. Hollywood filmlerinden birinde rol kapma peşinde olan ve filmlerin çekildiği platoların birinde garsonluk yapan Mia, (Emma Stone) ile Los Angeles’ta geleneksel bir Jazz barı açmak isteyen Sebastian’ın trafikte kesişen tutkulu hikâyesi.

 

Whiplash filmiyle En iyi Senaryo Oscar’ına uzanan Damien Chazelle, bu kez çıtayı daha da yükseltip Oscar’dan aslan payını alacak gibi. Tıpkı Whiplash gibi tutkulu insanları La La Land’a taşıyan Chazelle, başarıya giden yolun ‘istemekten’  geçtiğini anlatıyor bu modern dünya masalında. 

 

Filmin olmazsa olmazı ise insanlık tarihi kadar eski olan ‘aşkın’ karmaşık hali… İnsanların fast food ilişkiler yaşadığı, ilişkilerin akıllı telefonun değişim süresi kadar sürmediği, hatta çok sert bir biçimde yaşandığı bir dünyada naif bir aşkın yaşanması insanlara iyi geliyor haliyle. Filmi izleyen bir kadın arkadaşımın dediği gibi: “Aşkın naifliğine artık filmlerde bile şahit olamıyorken Aşıklar Şehri’nde en başta o naiflik çekiyor insanı. Seçilen sözler, müzikler, yüzlerdeki ifadeler…“Yanındayım iyi olacaksın” diyen birinin yanında olma hayali… Ve bir filmin bile o kadar hayalci olamadığı gerçeği… Hepsinden öte hayaller ve gerçekten ne istediğin konusu. İstediğine inandığının gerçekten istediğin olup olmadığı, herkesin hayallerinin herkes için doğru olup olmadığı, aşkın ne kadar saf olduğu ve aşkın herkes için o saflığı taşıyıp taşımadığı…”

 

Filmin can alıcı yeri olan ‘saf’ aşka vurgu yapan arkadaşımın söylediklerinden yola çıkarak devam edeyim. Oyuncu olma hayali konusunda umutsuzluğa düşen Mia, pes ederek evine dönerken, onu son bir seçmeye gitmesi için ikna eden Sebastian olur. Ve Mia o rolü kapar… Kaptığı gibi dünyası da değişir, “ Yanındayım iyi olacaksın” diyen geri kalmıştır. Tıpkı Hulusi Kentmen’in haylaz oğluna varan taşralı kız gibi. Gider filmin prodüktörü ile evlenir. Hulusi baba gibi bir adam çıkmaz orada; ama çıkmalıydı. Böylece Aşıklar Şehri’ne hüzün çöker, herkes kendi hayallerinin peşinden gider. Hep düşünmüşümdür, Leyla ile Mecnun kavuşsaydı ne olurdu diye… Ya da Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin… Aşkı özel kılan ulaşılmazlığı ise eğer, Yemen’de babasını kaybeden dedem Dursunali ile babaannem Nafiye’yi nereye koyacağız. Ki, 70 yıl aynı yastığa baş koydular. Fukaralık içinde çocuklarını büyüttüler. Onlardan geriye orta büyüklükte bir aşiret kaldı, hayatlarını onlara borçlu olan…

 

Mia ünlü bir oyuncu ve mutlu bir evliliğe sahip bir kadın olarak yoluna devam ederken Sebastian da açar hayallerindeki Jazz barı. Bir gün Mia’nın yolu Sebastian’ın mekânına düşer. Bardan sokağa yayılan müziğin büyüsüne kapılarak eşiyle el ele girerler içeri.  İşte orada kopar insanın içindeki ‘aşk’ a dair her şey.  Piyanonun başına geçen Sebastian, yarı yolda bırakılan aşk için çalar. Kırılan kalplerin cam parçaları yansır şarkının melodisine…

 

Ünlü ve mesut çift bardan ayrılıp giderken hayallerine kavuşan Sebastian, Mia’nın arkasından sadece bakar. Gidenlerin arkasından baktığımız gibi… Filmde akılda kalacak okkalı bir replik olmadığı için Kazablanka filminin unutulmaz repliği ile bitirelim: “Bir daha çal Sam.”

 

- Advertisment -