Şerif Mardin’e göre merkez ile çevrenin, Osmanlı siyasal ve ekonomik yaşamının temel sorunu durumuna gelmesine yol açan birçok neden vardı. Merkez ve çevre kopukluğununkurucu öğelerinden biri, göçebeler ve kentlerde oturanlar arasındaki karşıtlık, Osmanlı okumuşlarının, uygarlığın “kent ile göçebelik arasındaki bir çekişme olduğu ve göçebeliğe ilişkin her şeyin küçümsenmekten başka bir iş e yaramadığı” düşüncesiydi.
Osmanlı Anadolu’sunun parçalanmış yapısı, onları, Sultan ve onun resmi görevlileri ile bir kez daha karşı karşıya getirmişti. Seçkin resmi görevliler ile çevre arasındaki ayrımın temelleri, ekonomik değişkenlerde de görülüyordu. Resmi görevliler,yönetici olarak geniş iktidara sahiptiler, vergilendirmeden muaftılar
Devletin siyasal ve ekonomik konulardaki denetim iddiası, kültür üstünlüğü hakkıyla da destekleniyordu. Çevreninparçalanmışlığına ve dağınıklığına karşılık, yönetici sınıf fevkalade derli topluydu ve bu her şeyden önce önemli bir kültürel olguydu.
Örneğin, bürokratik merkez ne zaman zayıflasa, yerel eşrafınbaşını çektiği çevre, sorumsuzca hareket edebilmiştir. Bu nedenle, merkez tarafından gerçekleştirilmiş başarıları çevrenin “erozyona uğratması karşısında resmi görevlileritetikte durmakla yükümlü kılan ilkelerin” bu düşünüş ve davranış tarzı içinde önemli bir yeri vardı. Verili bu yapıiçinde, Sultan’ın patrimonyal otoritesi ve “güçlü devlet” geleneği, sivil toplumun temel unsurları olan özerk ve kendi kendini destekleyebilen (self-supportive) sosyal sınıfların gelişmesini engelledi.
Yukarıda çizdiğimiz tabloda, merkez ile çevre arasındakigerginlik potansiyelinin olduğu siyasal, ekonomik ve kültürelkopukluk, imparatorluğun gerileme döneminde bu iki bloğu karşı karşıya getirerek, etkin bir tarihsel momentum haline gelecek, Cumhuriyet dönemi siyasetinde de kendini hissettirecektir. Daha önce, Osmanlı’da padişahın sahip olduğu mutlak iktidara değinmiştik. Sultan’ın bu mutlakiktidarı, kendisini devletin kutsallaştırılması ekseninde dışa vurur.
Mutlak iktidara sahip padişahın, kendisine tamamen sadık memurları kanalı ile halkla olan ilişkisi, devletin toplum karşısındaki mutlak egemenliğinin bir tezahürüdür. Osmanlı’da her memur, halkla olan ilişkilerinde padişahın elleri ve ayakları olarak birer mini-padişah idi.
Siyasal kültür açısından devletin kutsallaştırılmasının en önemli sonuçlarından biri, soyut devletin ete kemiğe büründüğü yönetici kadrolar şahsında ortaya çıkan seçkinciliğin yükselişidir. Ergun Özbudun’un isabetli gösterdiği gibi “Osmanlı siyasal sisteminde devlet, toplumun üzerinde, ondan bağımsız, her şeye kadir, adeta Tanrılaştırılmıştır yüce varlık olarak algılanmıştır.
Hegelyen anlamda aşkınsal (transcendental) bir entite olan bu devletin söylemi Mardin’in yerinde saptamasıyla “sosyal hareketleri denetim altında tutmak, sosyal kümelenmeleriizlemek ve topluluğa sürekli düzen vermeye çalışmaktır”. Hâsılı, Osmanlı’da devlet, gücü yettiği ölçüde çevreselkesimlere sivil toplum veya benzer bir statü atfetmeyi düşünmemiş; tam tersine bu kesimleri kontrol altında tutmaya çalışmış ve bu kesimlerin devlet hayatında önemli bir roloynamasına izin vermemiştir.
Osmanlı siyasal kültürünün yapısal ve Cumhuriyet dönemine de tevarüs bu unsurları belirli değişimler geçirmekle birlikte, devlete karşı temel güvensizlik, devlet gücünden korku, idarenin güçsüzlüğünden ve kanunların boşluklarından üst düzeyde yararlanma tutkusu ve otoriteryen devlet-toplum ilişkileri ana öğeler olarak; Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasal kültüründe de gözlenen, devletin kutsallığı, bürokratik elitizm, kendi grubundan olmayanları düşman kabul etme, muhalefetehoşgörüsüzlük, fizik gücü vurgulama (ceberut devlet nosyonu), “dolgu malzemesi” görevi üstlenen ideoloji ihtiyacı ve siyasal gücü mutlak olarak algı lama gibi öğelerin altyapısını hazırlamıştır. Sonuç olarak, Osmanlı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne mirası, yukarı da tasvir etmeye çalıştığımız “aşkın devlet” geleneğidir.