Kimi haklı sebepleri olsa da Batı’ya karşı tutumumuz başından beri neredeyse hiç değişmedi. Hep aynı şekilde davranmaktan ve Batı’yı kötülüklerin kaynağı olarak görmekten uzaklaşamadık. Biraz kibir biraz da umursamazlıktan oluşan tavrı bir kenara bırakıp Batılıların ne yaptığına dikkat kesilemedik. Oysa dünyanın dört bir köşesinde olan bitene karşı kulak kabartmak ama özellikle Batı’nın neler yaptığını analiz etmek icap ediyordu. Çünkü bu her şeyden önce bir beka problemiydi.
Geçenlerde izlediğim bir konferans videosunda konuşmacı, Osmanlı’nın Avrupa karşısındaki durumunu harp alanındaki başarısızlığı ile yorumluyordu. Bunları dinlemek beni fazlasıyla ve derinden üzdü; ümitsizliğe gark etti. Hâlâ daha aynı anlama enstrümanlarını mı kullanacağız? Hâlâ daha aynı çerçeveden mi bakacağız? Bunu ne kadar sürdürebiliriz ki? Batı Üçüncü Tarihi Sıçrama’sını yaparken bu soruların sorulması ne ilginç bir durum; değil mi?
Batı temel olarak ve kabaca diğer kültürlerle karşılaştırıldığında 10. yüzyıldan sonra iki büyük tarihi sıçrama yaptı. Batı’nın Birinci Tarihi Sıçrama’sı, Thomas Aquinas, Albertus Magnus, St. Augustine ve diğer “Kilise Doktorları”nın İslam dünyasından tevarüs edilen Antikite eserleriyleTevrat ve İncil’i yorumlamaları ve onlara yeni anlam verecek metotları geliştirmeleriyle yaşandı. Bu sıçrama, diğerlerinde de görüleceği üzere, doğrudan doğruya bilgiye nüfuz ve onu yeniden üretebilmek becerisiyle ilgiliydi. Birinci sıçrama, yaklaşık olarak beş yüz yıl kadar sonra İkinci Tarihi Sıçrama’ya yol açtı. Bu sıçramada da bilgi ve metne nüfuz önemli bir işleve sahip oldu. Kitlesel üretim, bürokratik yöntemlerin inşası, makineleşme ve benzer şeyler, hep bilginin etkin ve ilintilendirilerek kullanılması ile ortaya çıktı. Hem birinci hem de ikinci sıçramalarda asıl dönüşen, metot oldu. Düşünme ya da tefekkür hep vardı. Ama yeni bir biçimde ve gelenekten gelen köklerinin de korunmasıyla, belirgin bir metot halini aldı. Düşüncede usul her şeydir ve yapılacak olanın niteliğini belirler. İşte Batı aklı, her iki sıçramada da tefekkürde usul değişikliğine gitti. Bu değişiklik büyük sıçramaların yaşanması ile sonuçlandı. Fikrî yöntem farklılığı, ilkinde düşüncenin yeninden inşasına, ikincisindeyse teknolojiye dönüşerek, fikirde ve sanayide nitelikli ve nicelikli üretim becerisinin tesisine sebep oldu. Yöntem değişikliği, nasıl akledileceğiyle ilgiliydi ve Batı aklı bunu, bilginin tasnif ve hiyerarşisinde yaptıklarıyla gösterdi.
Siz bakmayın, Şark’ta çok yaygın olan Batı’nın çöktüğüne dair söylentilere. Batı’nın yıkılmakta olduğuna ilişkin iddialar, 1918-22’de Oswald Spengler’in kaleme aldığı The Decline of the West (Batı’nın Çöküşü) kadar eski. Doğrusu Şark’ta, bunun olması arzu ediliyor ve isteniyor da. Tabii bu duyguları destekleyen İbni Haldun’cu nazariyeler de yok değil. Oysa Spengler’in yaptığı içten yöneltilmiş bir tenkittir ve tenkit Batı’nın inşa ettiği en taktik hayatta kalma enstrümanlarından biridir. Bu yüzden Batı bir tür Phoenix’tir, sürekli olarak kendi küllerinden yeniden doğan Zümrüdü Anka kuşudur. Batı umulduğu üzere belki bir gün çökecektir. Ama o gün bugün değildir ve henüz çökmenin vakti gelmiş gibi de görünmemektedir. O yüzden bu tartışmaları bir kenara bırakıp Batı’yı ve yaptıklarını anlamaya gayret etmek gerekiyor!
Batı şimdi Üçüncü Tarihî Sıçrama’sını gerçekleştirmek üzere yahut el’an gerçekleştirmekte. Bu konudaki gelişmeleri görmek hakikaten zor ama kuvvetli karineler bizde bu fikrin oluşmasına yol açıyor. Çünkü yeni yöntemler geliştirip düşünme metodunda değişikliğe gitmiş oldukları anlaşılıyor. Batı‘nın, aşağıda işaret edilen işleri yaparak tefekkürde ve düşünme fiilinde bambaşka tekniklerle, metotta kalıcı bir değişikliğe kalkıştığını anlıyoruz. Şark’ta bu gelişmeleri sırf malî ve yasal değişiklikler olarak görme eğilimi mevcut. Allah yazdıysa bozsun, ama sırf bu yüzden, Şark’ın olan biteni anlamada yine ıskalayacağını tahmin ediyoruz. Zira hukuk bizatihi bir tefekkür yöntemidir ve aklî değişiklikler veyahut tefekkürdeki köklü usul değişiklikleri en çıplak haliyle hukukta tespit edilebilir. İşte Batı bu işi hukuk üzerinden yapmakta; ancak Şark bu devasa değişikliği teknik bir ayrıntıymış gibi okuyarak ıskalama emareleri göstermektedir.
Bizim bu meraksızlığımızın yanı başımızda olan bitenleri anlamak konusunda hem bir perdelemeye, hem de önemsememeye yol açtığını ifade etmek gerekir. Batı’da bir şeyler oluyor aslında. Batı’nın, henüz adlandıramayacağımız ya da en azından benim adlandıramayacağım bir dönüşümün içinde olduğunu söylemeliyiz. Batı, enformasyonun elde edilmesi, işlenerek tasnifi ve ilintilendirilmesi konusundaki eklektik becerilerini geliştirerek Üçüncü Tarihî Sıçrama’sını yapmakta. Batı’nın bu konudaki çabalarının neticesi, belki yarım yüzyıl sonra çok çetin bir biçimde görülecek. Öyle ki, bunu öngörmek için kâhin olmaya da gerek yok. Çünkü İkinci Tarihî Sıçrama’sını yaptıktan sonra Batı’nın Şark üzerindeki tahakkümü ve nüfuz etme becerisinin nasıl kuvvetli bir hal aldığını bugün az çok anlamakta ve kabul etmekteyiz. Batı aklının bu Üçüncü Tarihî Sıçrama’sı, kuvvetle muhtemeldir ki daha da sofistike ve derinden bir hal alacak. Zira sıçramasına sebep olan alan, doğrudan doğruya bilgi ve bunu kolaylaştıran teknolojilerdir. Sıçrayışı anlayabilmek için Sanayi Devrimi’nin neyle ve nasıl sonuçlandığının görülmesi kadar bir zamana ihtiyaç var aslında. Bu yüzden neticeyi tüm ayrıntılarıyla bizim görmemiz neredeyse imkansız gibi. Gelecek nesiller ise bu sıçrayışın sonuçlarını kolaylıkla kavrayabilecekler. Ama öyleyse biz bugün Üçüncü Tarihi Sıçrama’yı nasıl algılayabiliyoruz?
Şark’ın uzun zamandan beri kaybettiği yitiklerinin başında merak ve mukayese becerisi geliyor. Meraksızlık gerçekten de kötü bir şey. İnsanın etrafına ilgi duymaması, mukayese imkanının zamanla örselenmesine yol açıyor. Oysa mukayesenin bilimin doğrudan doğruya kendisi olduğuna ilişkin kuvvetli kabuller var. Bir durumu, bir hali, bir nesneyi ya da bir konumu anlamak için bir benzeri ile mukayese etmek gerekiyor. Mukayese yoksa, kainattaki konumun anlaşılması da mümkün olmuyor. Çok makulmüş gibi görünebilir. Ancak mukayesesizlik kendisini en acı şekliyle anakronistik bir bilinçle ortaya koyuyor. Mukayese olmayınca zamanın da mekânın da anlamı kalmıyor haliyle. Eskilerin tabiriyle tayy-ı mekân ve tayy-ı zaman becerisi de sath-ı akla hakim bir konuma yükseliyor. Kıyassızlığın meyvesi keşke zaman içerisinde hür biçimde dolaşmaya izin verebilmiş olsa! Aksine, mukayesesizlik, kerterizlerden yoksunluk sebebiyle ya geçmişte ya da gelecekte yaşanmasına sebep oluyor. Bu ise açıkça bir amnezi hali. Amnezi halinin sonunda da egosantrik bir bilincin inşa ettiği zaman ve mekân kavramı ortaya çıkıyor. Elbette mukayesesizlik fikrine meraksızlığın eşlik etmesi yaraya tuz basılması anlamına geliyor. İşte sırf bu yüzden, merak ile mukayesenin birlikte ilerlemesi gerçekten de önemli; hatta hayati!
Merak duygusunun varlığını kimileri entellektüel bir meleke şeklinde tavsif edebilir. Belki soyut bilimsel meselelerin izahında öyle de kabul edilebilir. Ancak etrafta olup bitene dikkat kesilmek, entellektüel bir melekeden ziyade insani bir tepkidir. İnsanın çevresiyle alakadar olması, onun insaniyetinin bir neticesidir. Hiç bir yerde tesadüf edilmese bile Maslow teorisinde bir sırasının olması, onun hayatta kalmasıyla yakından ilgilidir. Böyle olunca, evvelâ merak ardından da mukayese, bir beka problemi olarak zihnimizdeki yerini alır.
Batı’ya karşı olan duygularımızın nasıl şekillendiğinin de uzun uzadıya ne tartışıldığını ne de araştırıldığını düşünüyorum. Yüzyılların mücadelesi ile gelişen bir içe kapanmacı eylemin neticesinde, çokça nefret azca merak duygusuyla Batı’nın gölgesi ile boğuşup duruyoruz. Oysa bu zamana kadar Batı’ya ilişkin merakımızın son derece diri ve yaygın biçimde zihnimizi kurcalayan meselelerden biri haline gelmesi gerekirdi. Hattâ bu merak duygumuz sadece Batı ile de sınırlı kalmamalı; Çin, Hint, Afrika ve dünyanın diğer bölgelerini de içine almalıydı. Ama öyle olmadığına ne yazık ki acı bir biçimde şahit oluyoruz.
Batı, şimdi, malumat ve hikmete yönelik tüm birikimleri tasnif etme becerisini göstererek yeni bir tarihî sıçrama yapıyor. Verileri damıtıp bilgiye doğru hızla yol alma imkanlarını geliştiren Batı, süratli ve ucuza bir yöntem geliştirerek benim “metne nüfuz” olarak adlandırdığım bir şeyi yapıyor ve her seviyeden ve cinsten bilgiyi birbiriyle olabilecek en somut haliyle alâkalandırmaya çalışıyor. Batı’da kurulan tüm üniversiteler ve araştırma enstitüleri son tahlilde bunun için emek sarfediyor. Okullarını, üniversitelerini, kütüphanelerini değiştirip yeniden tasarlıyorlar. Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senato’sunun 2002 yılında kabul ettiği Sarbanes-Oxley Yasası, tamı tamına Üçüncü Tarihî Sıçrama’nın en bariz belirtilerinden ya da kıvılcımlarından biri olarak anlaşılmayı fazlası ile hak ediyor. Benzer girişimler ardı ardına da geliyor aslında. ERP (Enterprise Resource Planning: İşletme Kaynak Planlaması) adı verilen komplike veri damıtma yöntemi, yahut Dublin Core İnsiyatifi’nin inşa ettiği metadata ve ayrıca Basel çalışmaları göz kamaştırıcı işler olup, Batı’nın Üçüncü Tarihî Sıçrama’sının en açık işaretleridir. Bu karineler Batı’nın düşünme metodunu değiştirdiğinin en bariz, en sarih ve en yalın örnekleri olarak gözümüzün önünde öylece duruyor. Bunca şey söyledikten sonra tüm bu gelişmeleri teknolojik işlerden bir iş olarak yorumlamak, yanılgılarımızın en saflarından biri olacaktır.
Batı’nın 12. yüzyıldan beri sürekli geliştirdiği hermenötik anlama enstrümanlarını bu şekilde çeşitlendirdiği başka bir zaman dilimi, herhalde tarih boyunca olmamıştır. Son yirmi yıl içinde Batı’nın eklektik bir biçimde enformasyonun derlenmesi, nitelikleştirilmesi ve ilintilendirilerek tasnif edilmesinde önemli bir mesafe aldığı söylenmeli ve kabul edilmelidir. Olan biteni ilk bakışta finansal yahut teknolojik girişim ve teknikler şeklinde anlamaya çalışsak da, bu yaklaşımdan bir sonuç alamayacağımız ortadadır. Zira Batı teknik ile felsefeyi senkronize ederek “metne nüfuz”da yepyeni çığırlar açabiliyor. Biz Batı’yı, bize göre, ahlâksızlığı ile yargılamaya devam edelim etmesine de, yaptıklarını iyice anlamaya çalışmadan buna geçmeyelim.
Tesadüf bu ya; Birinci Tarihî Sıçrama’larında Batılılar, kıtlıktan çıkmış gibi Şark’ın tüm kitaplarını memleketlerine taşıyarak bugün imrendiğimiz kütüphanelerini, Bodleian ve Leiden’ı kurmuşlardı. Tasnif için yeni teknikler de dahil, gecelerini gündüzlerine katarak bir dil ve metot geliştirmişlerdi. İkinci Tarihî Sıçrama’larında da yine kütüphaneler kurarak Dewey ile LC’yi icat etmişlerdi. Sonrasında, tasnif ettiklerinin arasına tefekkürü ve tahayyülü sınıflandırmayı da katmışlardı. Biz ise olan biteni sadece makineleşme yahut ateşli silahlardaki gelişme olarak anladık. Dolayısıyla doğru da anlayamadık; yanıldık!
Batı’nın hep savaşan yahut haksızlık yapan veya sömüren bir yapı olarak görülüp zihinlere böylece nakşedilmesini, Şark’a yapılmış en büyük haksızlıklardan biri olarak görmeyi öneriyorum. Sürekli, parmağın gösterdiği yere bakmaktansa parmağa bakmayı bir meziyetmiş gibi anlamaya devam ediyoruz. Bu iddiaya binlerce karşılık verilecek ve Batı’nın acımasız ve ahlâksız yanları bir bir sayılıp dökülerek haddim bildirilecektir. Tahmin ediyorum. Bu had bildirmek, keşke Batı’yı anlamaya yarayabilecek olsa! Ancak böylesi bir girişim sadece cedel olarak tavsif edilebilir ki, ne yapana ne de yapılana bir faydası olur. Anlamsız tartışmalara bir son verip dünyanın ve Batı’nın ne yaptığına ne ettiğine bakmak gerekiyor.
Batı Üçüncü Tarihî Sıçrama’sını yaparken öfkemizi ve duygularımızı bir kenara bırakıp yaptıklarına dikkat edelim. Gayret ve çabalarını anlamada iki stratejik hususu asla unutmayalım. Eğer bu adımları eskisi gibi atlayacak olursak elimizde kızgınlık ve dedikodu edebiyatı nümunelerinden başka bir şey kalmayacaktır. Çünkü biz görmesek de gelecek nesiller görecektir. İki meselenin ilki, yukarıda söylendiği üzere meraktır. Dışarıya merak duymalıyız. Ne yapıp ne edip merak duymayı öğrenmeliyiz; çocuklara öğretmeliyiz. İkincisi, yaptıklarımızı, kültürümüzü, dahası kendimizi kıyas etmeliyiz. Bunun için gerekli olan neyse yüksünmeden kendimizi tenkit etmesini de öğrenmeliyiz. Mukayese, kendisi acı meyvesi tatlı bir nimettir.
Sonuç olarak Batı Üçüncü Tarihi Sıçrama’sını gözlerimizin önünde gerçekleştiriyor. Batı’nın yaptıklarını dün anlamamıştık; inşallah bugün anlarız!
NOT
(*) Serbestiyet’in konuk yazarları arasına yeni katılan Murat Çelik, 1994’te Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arşivcilik Bölümü’nden, 1997’de aynı üniversitenin Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün yüksek lisans programından mezun oldu. Osmanlı Medreseleri ile Avrupa Üniversitelerinin İşleyişleri Bakımından Mukayesesi: 1450-1600 başlıklı tezi ile Uludağ Üniversitesi’nden doktorasını aldı. Avrupa, Osmanlı ve İslam tarihinin yanı sıra epistemoloji ve bilgi yönetimi konularına ilgi duymaktadır.