Marx’ın kuramının ve mücadelesinin en önemli ve militan bileşenlerinden ve motivasyonlarından biri de niceliğe, yani parasal değerine indirgenmiş insani ürünlerin bir de nitel değerleri olduğunu hatırlatmaktı. Kavramsal literature “değişim değeri” ve “kullanım değeri” olarak geçmiş bu karşıtlık hâlâ geçerli. Ama öte yandan dünya gerçekten de değişti ve mesela ilk Guy Debord’un 1960’larda “Gösteri Toplumu” kitabıyla gösterdiği gibi sembol ve görünür/gündemde olma durumu da değişim ve “kullanım”ın yanı sıra “imge” ve “sembol”ü de onlardan bağımsız, başlıbaşına hesap-kitaba dökülebilir bir değer bileşeni haline getirdi. Mesela bütün kulak tırmalayıcılığıyla “marka” söylemi de bunun tezahüründen başka şey değil. Günümüz kapitalizmi nesneleri, kurumları, hatta insanları, ideolojileri, etnisiteleri ve inançları dahi birer imgeye ve sembole dönüştürüp piyasada dolaştırıyor ve tıpkı değişim ve kullanım değerleri olduğu gibi imgesel ve sembolik değerler de taşıyorlar. Festivaller, müsabakalar, şenlikler, ödül törenleri, gibi gözönündeki büyük organizasyonlar bu imge ve sembol dolaşımı ve değişiminin fuarları gibi çalışıyor. Ticari markalar da gösterinin asıl işleyiş süreci içinden sponsorluklarla kafalarını gösterip kadraja girmeye çalışıyorlar. Ancak bu sürecin işlemesi ve gerçekleşmesi için ille de büyük bir örgütlü organizasyon olması gerekmiyor. Günlük, sıradan medya, kamusal ortamlar, siyaset, kültür, eğitim pratikleri de bu değer türünün yeniden-üretimi değirmenine su taşıyor. Bütün kurulu düzen, sembol olmaya yatkın ne varsa hepsini oraya doğru çekiyor, zorluyor. Vaadi de “marka” yapmak. Değer mi? Keser mi? Muhatabına göre değişiyor; kendini kurtarmak da yetmiyor, sevdiklerimizin, değer diye gördüklerimizin de kollanmaya, sakınılmaya, kolaçan edilmeye ihtiyaçlı var. Üstelik Marx gibi militanları, kurumlaşmış bir mücadele geleneği de yok bu sembol ve imge dolaşımı üzerine kurulu gösteri dünyasına karşı koymanın… Marx’tan ilham almış, Debord’la aynı saftaki Giorgio Agamben gibi Alain Badieu gibi dirençli düşünürlerle, sinema gibi doğası gereği gösteriye en açık bir alanı bile kendi hikâyesine tabi kılmış Ken Loach gibi inatçı direnç noktaları olsa bile, bunlar yine de sonuçta birer birey. Bir de gösteri-altı olmuş,”marka” şey/kişi/kurum’dan başı dönmüş, afakanlar-basmış, fenalık-geçirmiş olsalar da tüketicilikten ve seçmenlikten öte kozları ve özellikleri olmayanlara yapacak şey kalmıyor pek.
Sözün gideceği yer belli: Ayasofya gibi bir de zaten dini, siyasi, ideolojik bagajı ziyadesiyle dolu bir nesneyi savrulduğu sembolizmden kurtarmak iyice zor. Daha buradaki ikinci yazımda “Yine mi?” başlığıyla isyanımı dile getirmeye çalışmış, Ayasofya’dan bina olarak yararlanılamayacağını söylemiştim. Evet cami olamayacağı kadar müze de olamaz o bina. Olsa olsa müzelik nadide bir objedir. Seyredilir, deneyimlenir, ilham alınır ve kıymeti bilinir, o kadar. Bina olarak işe yaramaz. Bir dinler tarihi sergisi açmaya da elvermez. Müze mekânının İstanbul, bilemediniz Sultanahmet arkeoloji parkı olduğu bir bütünlüğün en nadide parçalarından biridir o kadar. Nasıl ki nadide bir Çin porseleninden ibrik veya sürahi yapamazsak bundan da bugünün koşullarında kullanışlı bir yer çıkmaz. Kapoor heykelinden nasıl masa ayağı, Miro resminden dolap kapağı olmazsa bundan da pratik bir kullanım beklemek beyhudedir bugün artık. Kopoor heykeli veya Miro resmi bugün ait olduğu müzeye değer katıyorsa Ayasofya objesi de ait olduğu, bulunduğu kente değer katar o kadar. Başka işe yaramaz. Bunları belirttikten sonra dini siyasete alet etmenin iyi bir yolu olarak da Çamlıca tepesini tepsi haline getirmekle Taksim’e de diskotek dekoru yapma misallerinin aksine, cami projelerinin mimarlık ve mühendislik projelerine daha çok maddi ve manevi kaynak ayrılmasını göstermiştim. Bu tespit de müze veya kilise olmasıyla hâlâ fethedilmeye çalışılmasının aynı kapıya çıkacağı anlamına gelmemeli. Ayrıca Topkapı nasıl artık devleti yönetme işine de yaramayıp nadide bir parçalar toplamı olarak gezilebiliyor ve adına müze deniyorsa, Ayasofya da olduğu şekliyle gezilebilen bir müze ortamı olarak kalabilir ve kuşkusuz ki en makulu ve yerinde olanı da budur. İlle değer kategorileriyle konuşacaksak da bugün nasıl ki üzerinde durduğu toprak parçasının gayrımenkul piyasasındaki değerinden ve içindeki antikaya dönüşmeye yatkın parçalarının antika piyasasındaki değerinden öte bir değişim değeri yoktur. Olsa olsa bir de ziyaretçilere kesilen biletlerin geliri sayılabilir. Tabii en ciddisi olan turist çekme kapasitesinin otele, lokantaya, çarşıya olan katkısının hesabı da yapılabiliyor mudur? Bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da gezip-görmek, haz ve ilham almak üzere dünya kültür mirası olarak saklamaktan öte bir kullanım değerinin olamayacağı. Evet Aya İrini gibi konser mekânı da olabilirdi pekala ki ona yatkınlığının da kilise olmakla alakası malum; müzik başından beri Hıristiyan ibadet ritüellerinin ayrılmaz parçası olmuş. Bach gibi bir dönüm noktasının bile müzik pratiği ve kariyerinde en az deneyciliği ve öğretmenliği kadar kilise ve ibadet ritüellerinin yeri olduğu aşikâr. Ben de zaten konser salonu olsun demiyorum, kullanım değeri için zorlamaya kalkınca sığındım oraya. Yoksa binanın dünyanın en paragöz ve hoyrat kapitalistine bile orayı otel ya da lokanta yapma hayali kurdurmaya direnecek özelliklerinin farkındayım ve hatta farkında olmayan varsa diye hatırlatmayı misyon edinerek yazıyorum. “Değişim değerinden” bir şey çıkmayınca kullanıma bir daha göz atayım derken takıldım kısacası. Ama sembolik değeri öyle değil, tam da o tartışma götürmez önemi ve dünya kültürüne malolmuşluğu nedeniyle şöyle veya böyle hortlayacak sembolik değerden kaçırmak çok zor. Yine de en saf olduğu, yani bina olduğu yere doğru çekmeye çalışmak herhalde en az çatışma körükleyici tutum olacaktır. Bağnazlığı da anlayalım değil mesele kuşkusuz. Bu eşine zor rastlanır takıntı konusunda da düşünmek gerekir diye hem takıntının olası kaynaklarına hem de bir bina olarak neliğine dair düşündüklerimi paylaşmaya çalışacağım bu sefer.
Kimbilir, sembolik değerinden söküp çıkarmak mümkün olmasa da böyle şeylerin uğraşmaya değer konular olabileceğini bazılarına anlatmam mümkün olur belki. Böylece uçarı bir imge olmaktan uzaklaşıp elle-tutulur, gözle-görülür, duyularla algılanır hakiki maddi bir nesne haline gelmesine, dejenere yerine rejenere olup, yeniden ilham verme kapasitesine kavuşmasına katkım olur belki. Daha da ne beklenebilir ki zaten düşünce temrininden ve onun ifadesi bir yazıdan?
O zaman önce takıntı… Öylesine güçlü ve derinde ki, o kült binayı fethetmiş hissetmeden İstanbul’un da sahibi yapmıyor bir türlü; altıküsur tane yüzyılda zamane Bizansı olan tarihi yarımadanın bütün tepelerine birer külliye dikilmiş, bunlar mahallelerle sarılmış, zamanında daracık bir sur çemberi içine sıkışmış Galata’dan saçılıp ta Karadeniz’e kadar giden Beyoğlu yakası dediğimiz yere yayılınmış; Boğaz iki tarafından biteviye kuşatılmış, yine kasaba ölçekli Asya yakası yerleşmelerinden Marmara’nın dibindeki körfezin sonuna kadarki alanı kaplamış bir yarımküsur binyıl bu. Yetmez mi? Az şey mi? Kim nereye daha fazla iz bırakmış? Ortalama, hatta hırslı bir muhafazakâr için yeterince muhafaza edecek şey yok mu bu devasa coğrafyada? Bir ülkeden, devletten değil, hâlâ bir kentten bahsediyoruz. Aklı-mantığı kilitleyecek güçte ve derinlikte bir hazımsızlık, sindirememişlik olmalı bunun ardında. Modern dünya karşısında kendini yitik hissetmenin akıldışılık şeklinde tezahür eden dışavurumlarından biri olduğunu düşünüyorum. Faşizm de zaten bunun aşırı dozda vahşisi ve komünizmin silahlarını kullanmayı çalışanından başka şey değildi. Bu haleti ruhiye bir de iktidar olunca o öfkeyi bir yerlere boca etmeden yatışamıyor. Neyse ki, Modernleşme karşısındaki bu türden tepkilerin çoğu Nazizm gibi ipini koparmış cinayet şebekesi haline çevirmiyor peşindekileri ama Ayasofya’nın da Modern Türkiye’ye has öfke yoğunlaştırma nesnesinden başka şey olmasına izin verilmiyor bir türlü. Ayasofya doyurulamayan bir hazımsızlığın marazileşmiş bir işareti. Ne olmadığını söylemek kolay, ama o zaman da bu eşine az rastlanır türden olduğunu söylediğim inadın kendine has özelliklerine dair iki söz söylemek gerekiyor. Sanırım Modern karşısında çaresiz ve korumasız hissetmenin ender rastlanır türden tepkinin ardında şöyle işleyen bir mekanizmanın izleri var: İstanbul gerçekten çok önemli bir kentmiş. Zamanında da Akdeniz havzasının karşı konulamaz gücü ve hâkimi olan 2.Roma imparatorluğunun başkentiymiş ve esasen o güçle başetmesi imkansız gözüken ve ancak Avrupa geç-Ortaçağının günümüz Almanya’sının eyaletlerine dönüşmüş prenslikleriyle karşılaştırılabilecek bir beylik, akranı beyliklerin arasından sıyrılıp imparatorluğa da kafa tutmakla kalmayıp onun özene-bezene ve tüm imkanlarını sarfederek inşa ettiği gözbebeği, medarı iftiharı başkentine girip kurulmuş. Pek inanılması kolay bir şey değilmiş. O prensliklerden birinin gidip Britanya İmparatorluğu’nun başkenti Londra’yı ele geçirmesi kadar imkânlı gözüküyor ancak bugünden geriye bakınca. Peki ne alakası var bugünkü takıntıyla? Ta o zaman gerçekleşmiş şöyle veya böyle bir mucizeden taşmış bir haleti ruhiye artığı nasıl oluyor da bugün başgösteren bir takıntıyla ilişkili olabiliyor, bugünlere aktarılabiliyor? Sanırım işin sırrı onun gibi çok eskilerde kalmış bir deneyimin, bilinçaltında yuvalanıp travma şeklinde geri dönmesiyle alakalı değil; bunu iddia etmek, birey-toplum analojisine başvurularak açıklanabilecek bir nedenselliğin sınırlarını taşıyabileceğinden fazla zorlamak olurdu herhalde. Bana anlamak için arada yaşananlara başvurmaya ihtiyaç var gibi geliyor. Ama öyle hemen fetih ertesine de değil, çünkü gelip kurulduktan sonra kendilerini ezik hissetmek ne laf, tersine büyüyüp o imparatorluğun sınırlarına dayanacak kadar güçlenip, yerini almış, adeta 3.Roma imparatorluğu olmuşlar ki, hiç de az şey değil. Kente gelince, neredeyse marifet haline getirecek sıklıkta tekrarladığımız ve en olmadık özelliklerimizi bile götürüp oraya bağlamayı neredeyse düşüncelilik ve entelektüellik ölçüsü haline getirecek kadar zorladığımız “göçebelik”ten malul, at sırtından gelme, çadır altından çıkma bu insanlar nasıl olmuş da bu nereden bakılsa bir Akdeniz imparatorluğunun imkânlarıyla kurulmuş ihtişamlı kent karşısında komplekse kapılmamışlar? Kapılsalar o çadırdan henüz çıkıp attan yeni inmiş halleriyle o imparatorluğun en önemli özelliklerinden olan inşaat alışkanlık ve tekniklerini kullanabilirler miydi? Ama her nasılsa kullanmışlar ve çok da değil, bu uzun tarihte kısa sayılabilecek birkaç asır içinde İstanbul’a yeniden-kurucusu 2.Roma’dan bile daha fazla iz bırakmışlar. Nedensellik atfetmeden yani açıklama değil, sadece analoji olduğunun farkında olarak ve “teşbihte hata olmaz”a sığınarak söylenebilir ki çocukluk olmadığı gibi orta yaş travması da değil sözkonusu olan. Mucize eseri ele geçirdiğiyle başa çıkamayıp hazımsızlaştıracak bir şey de yok ortada. O zaman daha da ilerlemeliyiz demek ki. Problemi modernleşmenin içinde aramalıyız. Kuşku yok Constantinopel özene-bezene yapılmış kendi dünyası Akdeniz’in başlıca kenti, 3.Roma Osmanlı da bir kez daha ayağa kaldırıp ihya etmiş, hatta 2. Roma’nın soyundan gelen Haçlıların kırıp-dökdüklerini silip-süpürmek, temizlemek de onlara kalmış. Demek ki, 300’lerden 1800’lere kadar sürmüş 1500 yıl dominant olmuş bir şehir bu. Roma’yla birlikte paylaştığı Akdeniz’in örnek kenti olma durumunu araya bir süreliğine Venedik’i de sıkıştırdıktan sonra 18.yüzyıldan itibaren Londra ve Paris’e kaptırana dek rakipsiz kalmış. Peki ya şimdi? Nerede o iddia, ihtişam? Hiç kimseye sempatik gözükmeyen bir apartman denizi, performansı yerlerde sürünen altyapı ağları, etik ve estetikten yoksun sosyal/siyasal ilişkiler, festivaller misali iyice fomelleşip, kurumlaşmış adalar ve alt-kültürler dışında esamesi okunmayan bir kültürel atmosfer. Nerede o şaşaa? Evet son iki yüzyılda Bizans mirasına pek dostça davranılmadığı yanlış değil de, Osmanlı’nınkiyle pek mi iyi geçinilmiş? Kaldırımı, yolu, bahçe duvarıyla ayakta kalmış bir tane nümunelik sokak var mı? Ya o külliyeler, Gebze Çoban Mustafa Paşa avlusuna berber dükkânı deseniyle mermer döşenirken kopardığımız gürültü aklımdadır hep. Süleymaniye’nin o eşsiz, basamaklı medrese variyantı Rabi ve Sali medreseleri iyi bir talihle Ayşe Orbay’ın eline düşene kadar yüzüne bakan mı vardı? Daha yenileri de aşağı kalmıyor. Daha yepyepyeniyken eskimeye terkedilmiş, Doğan Tekeli&Sami Sisa kurumsal kültürü ürünü İstanbul’daki yegane örneği Unkapanı Manifaturacılar Çarşısının pejmürdeliği? Birkaç yüz metre ilerisinde Sedad Eldem’in nihayet fırsatını bulup uyguladığı Osmanlı evinden mülhem usta işi cephe modülasyonları bestesi SSK ofisi, köhne bir devlet dairesine çevrilmesi kader miydi?
Nedir bu kentin hali? Bir Kuzey ormanları kalmıştı dokunulmadık. Onların da sırası şimdiymiş meğer. Kim yaptı bütün bunları? Biz. Hangi biz? Ne Bizans’ın izini sürmeye, ne Osmanlı’nın torunları olmaya layık olan biz? Şunun şurasında saltanatın sonunun ve Atatürk’ün son soluğunun izini taşıyan Dolmabahçe’ye bile sahip çıkamadık. Hepsi ayrı ayrı cazibe potansiyeli olarak sahilin köşesi- bucağına serpilmiş müştemilat artıklarından bile doğru-dürüst kamusal sığınaklar yaratamadık. Bütün dünya bizi böyle görecek, anacak, lanet okuyacak, yalan mı? Yanlış mı? Bu solcular ve Londra, Paris görmüş Batıcı aydınlar böyle olacağının habercisi değil mi? Hep onlar mı hatırlatacak dünyanın gözünü, bakışını, gelecekteki nabzını? Oysa tam 80 sonrasında bir kırılma yaşanmıştı. Haydi Said neyse de Foucault, Kuhn, Feyerabend bilip anlamış İslamcı aydınları, farkedince şaşırıp kalmamış mıydık? Öteki cenahta? Sanırım kendini tarihin ve dünyanın gözüyle görüp, hak da verirken, erken davranma, proaktif olma refleksinin ürünü bu bilinçaltının kuytu bir köşesindeki tatsız bir hatıranın bir çağrışımı haline gelmiş yatışmak bilmeyen Ayasofya sembolleştirmesi. Kaynağı tarihte değil şimdiki zamanda. Ayna olmuş, tüm aynalar gibi bakıldığı anın, şimdinin aksi vuruyor üzerine. Pek de övünecek taraf bulamadığımız şimdiki halimizi gösteriyor. Biz de masaldaki kaknem kraliçe misali ona kızıyoruz. Güzelliği es geçip, taze prensese kıyıp da kraliçeye yalan söyleyemediği gibi, bize de “ne olacak canım, onlar o günlerin işiydi siz de ne kuleler ne köprüler yaptınız” deyip idare etmiyor.
Peki neden Ayasofya? Birbirine bağlı iki neden geliyor hemen akla. İlki yaşı: Fatih’ten dokuzyüz Süleymaniye’den binyüz yıl büyük bu güngörmüş bina herşeyine şahit olmuş, her halini görmüş olmuş bu yorgun şehrin. Üstelik Osmanlı anıtlarını mümkün kılan o inşaat dehası konstrüksiyonu da Roma gibi inşaat geleneğinden o devşirip taşımış İstanbul’a. Kısaca sadece eski de değil. Roma geleneği gibi tamamlanmış, düğümü atılmış bir geleneğin içinde bile sıçrama yapmış bir röper varken ayna diye neyi seçilecekti ki? Ama herhalde bu kadar zamanın masalından biraz olsun ders çıkarmayı da unutmamalı ki, ayna ancak gördüğünü gösterir, onu telafi yeteneği yoktur. Nitekim bu çemberleri, döngüleri yırtıp atma kapasitesiyle Ali Bulaç gibi bir aydın bir yandan kadın arkadaşlarımızın affedemeyeceği şeyleri dile getirirken, öte yandan da İskender Savaşır’a aşikâr bir yüce gönüllülükle “Ayasofya konusunda inananların doğru tavrı kilise olup ibadete açılmasını savunmaktır” diyebilmiş. Pozisyon alınan yere göre nasıl da değişiveriyor dünya. Nasıl da hafifleyiveriyor o ağır yükü tarihin? Aşağıda da Antikapitalist Müslümanların lideri İhsan Eliaçık’ın aynı minvaldeki gönüllere su serpici taze tweet’inin kopyası var.
Peki diyelim ki sembol canavarının pençesinden kurtardık, ne kalacak elimizde?..
Merkezi Roma olan ilk Roma İmparatorluğu, her şeyden önce bir inşaat imparatorluğu idi. Fethettiği veya kurduğu kentlere yanında her türlü bayrağı cılız bir grafik işarete dönüştüren inşai kompleksleri yaparak damgasını vuruyordu. Hipodromlar, forumlar, tiyatrolar, hamamlar, köprüler, su kanalları, tapınaklar ve hepsinden önemlisi de yollar. Koskoca Akdeniz havzasını aynı standartta yollarla birbirine bağlı bir ağ sistemi haline getirmişti. Yol deyip geçmemeli, boylu-boyunca bir çukur, dibi taş ve/ya tuğla ile sertleştirilip üzerine atılan toprak sıkıştırıldıktan sonra bir de yeryüzüne çıktığı yüzey taşla kaplanıyor, binlerce kilometre… Kent bünyesinde, lojistiği hazır zaten yaşanan yerde, şantiye kurmaya benzemez; ot bitmez kervan geçmez yerler. Zaten kervan geçsin diye yapılıyor. Kentler ve köyler bağlansın diye. Hatta “her yol Roma’ya çıksın” diye. Aşağıdaki harita da şahidi ki, çıkıyor da gerçekten. Kaçışı yok, sımsıkı bir ağ bu; yırtıksız ve sapasağlam sicimden bir inşaat standartları imparatorluğu. Standardize edilmiş bu bina tipleri topyekûn devleti temsil ediyordu. Ama bugün bildiğimiz anlamda bir devlet binası, devletin tanımlı kimi işlerinin görüldüğü devlet binaları (hükümet konağı, müdürlükler, adliye) yoktu. Zaten hipodrom, forum, hamam gibi standart tesislerin hepsi de biraraya gelinen kamu ortamlarından başka şey değildi. Tapınaklar girilip-çıkılan, kullanılan değil, barındırdıkları heykel ve resimlerin yanı sıra, inancı olanca gövdeleriyle de temsil eden yapılardı. Bütün bunların yanı sıra bir de bazilika adı verilen yapılar vardı ki burada ötekiler gibi kamunun sivil ve kendiliğinden işleyişiyle değil de mesela mahkeme gibi ancak hukukun formelliğiyle prosedüre bağlanırsa sürekliliği olabilecek kamusal işler görülüyordu. Bazilika bugün olsa çok-işlevli denecek bu bina tipinin adıydı. Constantin, imparatorluğun Doğu eyaletleriyle yeniden kurduğu imparatorluğa başkent yapmak üzere Akdeniz-Karadeniz işlek hattının bu kritik dönemecindeki Bizans’ı baştan inşa ederken bir de Hıristiyan olunca, yeni imparatorluğun sınırları içinde kalan kentlerde bir ibadet mekânı problemi çıktı ortaya. Hıristiyanlar politeist (çok-Tanrılı) inancın mevcut tapınaklarını kullanamayacaklarına göre kendi yeni ibadethanelerini inşa etmek durumundaydılar. Ama bir yapı tipi geleneğinin kurulması da öyle bugünden-yarına olacak iş değildi. Tek-tek, yapıla-bozula tekrarlana-denene, bu arada deforme-ola-değişe yüzlercesi/binlercesi kıra-kente yapılacaktı ki, kilise diye anılabilecek, tekrarlanabilecek ve tanınabilecek kollektif hafızaları da taşıyacak, öte yandan çeşitlemeleriyle de serpilip zenginleşmiş bir yapı tipi ve inşai geleneği mimari dağarcığıyla birlikte oluşabilsin. (1) İşte Bazilika, hem korunaklı ve bütünlüklü hem de Roma’nın inşai standartlarının taşıyıcısı olmakla kalmayıp, başka şey olmaya da en elverişli yapı tipi olarak, bir yapı tipolojisi geleneği ortaya çıkmadan önce Hıristiyanların kamusal ibadetine evsahipliği yapacaktı. Birbirine paralel üç koridordan (geniş orta ve dar yan nefler) oluşan bazilikal düzen zamanla Hıristiyanlığın yeni ibadet mekânı kilisenin de temel tipolojik şeması olarak benimsenip Romanesk ve Gotik devirlere damgasını vurmakla kalmayıp günümüze dek süren konstruktif esaslı bir yapı ve inşaat geleneğine dönüştü. Politeizm sembolü tapınakların çoğu zaten yıkılmıştı. Tabii süreç bu kadar pürüzsüz bir akış izlemenmiş, bazilikal düzenin türevleri kadar farklı şema ve düzenlerle bir çok kilise de yapılmıştı. Orta nefin bitimindeki Absis modülü ile arakesiti (Naos) çeşitli varyasyonların türediği bir bölüm olmuş, çatı örtüsünün farklılaşmaları arasında o modülün kubbeyle geçildiği örnekler de olmuştu. Ama kubbe çatı örtüsünün modüllerinden sadece biriydi. Ötesine Ayasofya’ya kadar da geçilmedi. Yani açıklığın tamamını yarım kubbelerle desteklenmiş tek büyük kubbeyle geçmek Ayasofya’ya (yani 6.yüzyıla) kadar denenmemişti. Aslında bir kere yapıldığını bildikten, yani sonradan geriye bakınca görüyoruz ki, yukarıdaki resimlerle örneklediğim köprü, su kemeri gibi altyapı strüktürlerini ayakta tutacak irilikteki kemerler bir kere yapılabildikten ve de hamamlarda ve bazilikalarda bile tekrarlanabildikten sonra taşınma prensibi olarak büyükçe bir kubbenin ayakta tutulamaması için bir neden de yok. Yoksa geometrik olarak bir yarım küreden başka şey olmayan kubbenin inşaat deneyimi Roma’da yok değildi. Politeizm döneminden ayakta kalabilmiş bir tapınak örneği olarak Pantheon, ölçüsü daha mütevazı olmak kaydıyla buhomojen geometrik formu ne mükemmellikte inşa edebildiklerinin hâlâ ayaktaki bir kanıtıdır. 6.yüzyılda Jüstinyen, muhtemelen Roma kentinde ve ilk imparatorluğunda bulunmayan inşai iddiayı gerçekleştirmek istediğinde bu mükemmel geometrik formu büyükçe bir binanın tamamının çatı örtüsüne dönüştürme yolunu seçtiği anlaşılıyor ki, Roma’daki Massenzio bazilikası ve Caracalla hamamından yukarıda örneklerini koyduğum ölçülerde kemerler yapabildikten sonra o irilikte kubbe yapmak için geriye o iri kemerleri zemini kare olacak şekilde çatmak ve bu arada üzerlerine gelecek çatı düzleminin ortasını daire şeklinde boş bıraktıktan sonra geriye o boşluğa yarım küre kubbeyi yerleştirmekten öte yapılacak şey kalmamaktadır. Ayasofya’nın aşağıya koyduğum perspektif resimlerinde de görüldüğü gibi bu prensip olarak dört ayaklı kare bir masanın tablasını daire şeklinde kesip yarım küreyi tersten o boşluk üzerine yerleştirmekten farklı bir şey değildir.(2) Evet Ayasofya Modern Türkiye’deki kimi siyasi/ideolojik kamplaşma ve ayrışmaların turnusol kâğıdına dönüşmüş durumda ama bu araçsallaştırma tarafından her zaman perdelenecek bir yapı olarak yüzyıllardır duruyor orada. Sadece ideolojik bir enstrüman olmayıp kültürler ve etnisiteler-arası kollektif hafızanın taşıyıcısı olan yapısal özellikleri ve geçmişiyle Gülru Necipoğlu’nun “Sinan Çağı” kitabının Türkçe baskısı vesilesiyle Bilgi-Santral kampüsünde geçen sonbaharda düzenlediğimiz “Sinan-Palladio konferansı konuşmacılarından “Was ist Renaissance?” kitabı yazarı Hubertus Günther, Rönesansın sadece Batı Akdeniz’de yaşandığı kanaatinin tümüyle asılsız olduğu, tersine Doğu Akdeniz’de de Antikite referanslı bir canlanış ve yenilenmenin gerçekleştiğine ilişkin, Necipoğlu tarafından da desteklenen paradigma yenileyici düşüncesini orta yerde, göz önünde durup-duran Ayasofya’dan da el alıp bir geleneğe dönüştüren Osmanlı klasik mimarisiyle temellendiriyordu. (3) Ne kadar zor değil mi? Hep bizim diye belleyip mahalle aralarına kadar kopyalarını koyduğumuz bir inşaat şekli ve tarzı meğer asil özümüzden kaynaklanmıyormuş da bu coğrafyada yüzyıllar içinde demlenmiş bir inşaat kültürü ve onun anıtsal örneğinden ders ve kültür türetmesini bilmiş Sinan benzeri adı-sanı belli ataların insani emeğiyle yeniden-üretilip önümüze konmuş… “Hareket için hareket”in gözleri köreltip aklın ve şuurun kilidini kapatan bağnazlaştırıcı etkisinden kurtulmanın bir yolu olarak da dikkatlerimizi çevirip bu yaşlı ve güngörmüş binanın inşai özelliklerine yoğunlaştırabiliriz. Tabii tek taraflı değil, paradigma değişimi ded