[6 Şubat 2016] “Dar” ve “geniş” çizgiler neye yarar’ın (30 Ocak) üzerinden bir hafta geçti. “Çizgi daraldığı ölçüde, giderek daha az insan çizginin içi veya civarında barınabilir; giderek daha çok insan ise çizgi dışına atılır” demiştim bir yerinde. Bu koşullarda, özellikle kamusal aydınların o dar veya daralan çizgi ile ilişkisi çok zorlaşır. Tabii aydınlar da insandır; onların da ideolojik ve politik tercihleri olur. Hele büyük değişim dönemlerinde, yeni paradigmaları heyecanla benimseyebilir; tarihin seyrini değiştirdiği hissini veren dev dalgalarla sörf yapmaya kalkabilirler. Gene de bazıları, omuzları ve boyunlarının üzerinde kendi kafalarını taşımayı hep sürdürür. “Etrafındaki herkes aklını kaçırırken” (bkz Kipling, 17 Ocak) kendi dengesini biraz olsun korumaya bakar. Eleştirel bağımsızlığını tümüyle yitirmez; mutlak itaat konumuna giremez. Makinede bir dişli olmaz, olamaz; ruhsuz ve duygusuz bir apparatçik’e, bir tür “küçük aygıt adamı”na dönüşemez. Bu da, her ne kadar o dâvâ ve o paradigmanın özüne, esasına, temel anlamına gönül vermiş bile olsa, başının belâdan kurtulmaması demektir.
Bir yanda parlak, namuslu aydınlar; diğer yanda Yagoda ve Yezhov’lar
19. yüzyılın sosyalizm idealinin 20. yüzyılda dönüştüğü trajedide bunun en iyi bilinen örneği, aydınların Stalin döneminde yaşadıklarıdır. Stalin’in “tek ülkede sosyalizmin inşası” çizgisi, Lenin’in “Yeni Ekonomik Politika”sına (NEP) veya Buharin’in NEP’i kalıcılaştırarak sürdürmek istemesine kıyasla çok dar bir çizgidir aslında. Bir bakıma, daha da “sol”da yer alan Troçki ve Preobrajenski’nin köylülüğün sırtından gerçekleştirilecek “sosyalist ilk birikim” defterinden kopya çekilmiş gibidir. Stalin’in kurnazlığı, bir yanda tedricî-reformist Buharin’i sağ sapma, diğer yanda aceleci-zorlamacı Troçki ve taraftarlarını “sol” sapma diye tanımlayıp tasfiye ederken, onlara kıyasla kendini “doğru çizgi” diye merkeze oturtmasında yatar. Sonra da, sürgüne yolladığı ve Meksika’da öldürteceği Troçki’nin dudaklarını uçuklatacak derecede despotik bir tepeden inmeciliğe girişir. Güya gönüllü, gerçekte ise son derece cebrî bir “kollektivizasyon” yoluyla küçük köylü üretimine el koyar; çoktan devletleştirilen sanayi gibi tarımı da bu suretle yarı-devletleştirip adına “sosyalizm” dediği emir-kumanda ekonomisinin pençesine alır ve Gosplan yoluyla aşırı yüksek hedefler empoze eder. Bütün bunlar topluma yukarıdan aşağı muazzam bir şiddet ve merkeziyetle dayatılır.
“Stalin terörü” denen şey bu dayatmanın bir türevidir. Tutuklama ve yargılamalarda âdil olmak bilhassa gözetilmez; kurunun yanında yaşın da yanması, kaçınılmaz bir maliyet değil, başlıbaşına bir amaçtır; bu sayede, o yeni ve dar parti çizgisine kimsenin karşı çıkmamasına çalışılır. Zamanın “Moskova Duruşmaları”nda kıdemli Bolşevikler işkenceyle alınmış ifadelerle peşpeşe idama yollanırken, sıradan halk için Sibirya’da, popüler kültürde Gulag diye anılan bir toplama kapmları “arşipeli” oluşturulur. Çarlık döneminin katorga sisteminden esinlenen Gulag, bir yeryüzü cehennemi gibi tasarlanmıştır. Parti çizgisinden şaşmayan itaatkâr Sovyet vatandaşları “iyi”dir ve sosyalizmin yarattığı yeryüzü cennetinde yaşamaya lâyıktır. Sapkın “kötü”leri ise Gulag cehennemi bekler.
Esasen budur, verilmek istenen mesaj. Uygulayıcıları da Çeka’dır, OGPU’dur, NKVD’dir, Kamu Güvenliği Bakanlığı’dır; NKVD’nin ve Bakanlığın 1934-36 arasındaki başı Genrih Yagoda ile 1936-38 arasındaki halefi (ve celladı) Nikolay Yezhov’dur (bkz tepedeki başlık resmi). Bedeli ise sırf aydınlar ödemez; öncelikle geniş emekçi kitleler öder. Ama aydınlar da öder ve daha çok onlara uygulanan zulüm bilinir, göze çarpar. Kâh baskı ve yasaklar kâh kısm itibar iadeleri arasında romancı Mikhail Bulgakov depresyonla, besteci Dimitri Şostakoviç şizofreniyle boğuşur; şair Osip Mandelstam Sibirya yollarındaki bir transit kampında can verir; diğer iki büyük şair Vladimir Mayakovsky ve Sergey Yesenin intihar eder; keza şair Anna Akhmatova, gizli polisin öldürdüğü ilk kocası ile Gulag’a yollanan ikinci kocası ve oğlunun peşinde, polis kuyruklarında çile doldurur; hepsinin en ünlüsü, şair ve romancı Boris Pasternak, 1958 gibi görece geç bir tarihte dahi Nobel edebiyat ödülünü reddetmeye zorlanır. Çayanov’lar, Vygotski’ler… saymakla bitmez. Ünlü Macar direktörü Marta Meszaros’un, 1930’larda Sovyetlerde (Kırgızistan’da) geçen kendi çocukluğunu ve ailesinin başına gelenleri anlattığı Kisvilma (Küçük Vilma) filmini görmeniz gerekir. Bırakalım, bir bütün olarak sosyalizmin doğruluğu – yanlışlığı tartışmasını. Bunların hepsi, liberal demokrasi bir yana, çok daha yumuşak ve geniş çizgici bir sosyalizmin dahi pekâlâ kucaklayıp değerlendirebileceği, ama o dönemin dar çizgiciliğinin öne çıkardığı, o dar çiziciliğe yapışarak tırmanmaya bakan kariyerist apparatçik’lerin hunharca ezip geçtiği parlak ve namuslu aydınlardır.
Mao ve Kültür Devrimi
19. yüzyılın sosyalizm idealinin 20. yüzyılda dönüştüğü trajedide, dar çizgiciliğin yol açtığı feci sonuçların ve (konumuz açısından) özellikle aydınların nelere maruz kaldığının ikinci büyük örneği, Çin’de ve ilkin Büyük İleri Atılım (1958-1961), ardından özellikle Büyük Proleter Kültür Devrimi (1966-1976) sırasında bilim, kültür ve sanat insanlarının, yazarların, üniversite öğretim üyelerinin, genel olarak entellektüellerin başına gelenlerdir. Hemen belirtelim ki burada da, sıradan halkın çektikleri kitlesel anlamda çok daha büyük boyutlardadır, zira Mao’nun pek de anlamadığı ekonomiye volontarist, salt iradeci yaklaşımının bütün üretim, dolaşım ve tüketim ilişkilerini altüst etmesi sonucu, örneğin 1959-61 arasındaki Büyük Kıtlık’ta ölenlerin sayısı 35-43 milyon, 1966-76 arasının baskı ve tasfiyelerinde, Kızıl Muhafızların veya gizli polisin elinde, çatışma ve işkencelerde ölenlerin sayısı ise 2-3 milyon olarak tahmin edilmektedir.
Türkiye solunda (benim de bir zamanlar içinde yer aldığım Maocu hareket dışında), Çin pek bilinmez aslında; farkında olmaksızın ithal edilip içselleştirilmiş bir Oryantalizm çerçevesinde, neredeyse “sarı ırk” ve “çekik gözlüler” önyargıları düzeyinde uzak ve yabancı görülür. Bununla birlikte, biraz yakından bakıldığında, Sovyetler Birliği’yle ister istemez ne büyük benzerlikler taşıdığı (zira Maoculuğun son tahlilde Stalinizmin daha aşırı bir uzantısı olduğu) apaçık görülebilir. Bu çerçevede, bütün diğer paralellikler de yerli yerindedir: Stalin’in 1930’lardaki (kollektivizasyon ve hızlı sanayileşme) dar çizgisine, Mao’nun 1950’lerin sonlarındaki (halk komünleri) dar çizgisi ile 1960’lardaki (burjuva düşüncesinin ruhlardaki varlığıyla mücadele) dar çizgisi karşılık gelir. Stalin’in bu “sol” sapma ve sektarizme sarılan apparatçik’lerine, Yagoda ve Yezhov’lara, Mao’nun bu “sol” sapma ve sektarizme sarılan destekçi ve apparatçik’leri, Dörtlü Çete ve Kızıl Muhafızlar karşılık gelir. Hepsi “fitne” ve “münafık” peşindedir; bu bağlamda, Sovyetler Birliği’ndeki sözümona emperyalizm ve kapitalizm ajanı “iç düşman”lara, Çin’de “parti içine sızmış kapitalist yolcular” karşılık gelir ve işin ucu, bizatihî aydın oldukları, bilgili oldukları, bilim sahibi olmaları şüphe ve şaibe konusu edilen, en berbat bir popülizmle “burjuva otoriteleri” diye horlanan akademik ve entellektüellere kadar uzanır. İşlerinden atılır; cahil cühela Kızıl Muhafız takımı tarafından külâh giydirilerek sokaklar dolaştırılır; “kol emeği yoluyla kendilerini ıslâh etmeleri” için çalışma kamplarına gönderilir; özellikle kenef ve lağım işlerine verilir; her türlü aşağılanmaya maruz bırakılır; ikide bir “özeleştiri” yaptırılır; birçoğunun yaşlılık, ağır koşullar ve bağımsızlık yüzünden hayatını kaybetmesine bile bile göz yumulur. Sovyetler Birliği’ndeki Gulag’ın yaşayan bir sanat ve edebiyatı var günümüzde: Soljenitsin’in İvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün’ü ya da Getman’ın tabloları gibi. Çin’in Kültür Devrimi’nden türeyen “yaralar” edebiyatı ise, daha önce sözünü ettiğim kültürel mesafe yüzünden Türkiye kamuoyuna hemen hiç yansımamıştır.
* * *
Stalin ve Sovyetler Birliği ile Mao ve Çin, Türkiye’ye, hele Kemalist Tek Parti döneminin Türkiye’sinden de fazla günümüzün çok daha çoğulcu, çok daha demokratik Türkiye’sine, hayli uzak dünyalar kuşkusuz. SBKP veya ÇKP ile AK Parti arasında herhangi bir ilişki kurmak, ancak fanteziler âleminde mümkün olabilir. Türkiye’nin bugünkü siyasi mücadeleleri içinde, ne kimse Stalin’in ünlü savcısı Vişinsky’yi andıran (Kel ve Kılıç) “Ali”lerin karşısına çıkarılır, ne Kızıl Muhafızların önüne atılır, ne de (Nazi ve Sovyet kamplarının muadili) Aşkale’ye gönderilir. Bu da az şey değildir kuşkusuz; önemli bir ilerlemeye, bir çağ dönümüne işaret eder.
Gelgelelim, dar ve geniş çizgi sorunları, geçen sefer de anlatmaya çalıştığım gibi, hemen her zaman, her türlü siyaset alanına yansır. Donald Trump’a bakın; Amerikan politikasında dar çizgi nasıl (ve ne kadar kötü) olabilir, apaçık görürsünüz. Türkiye’de de, paradoksal gelebilir ama, AK Parti’nin de “sol” sapmacıları pekâlâ vardır. “Ultra-sahiplenme” ve başka herkesi karalayıp öteleme, “gerçek devrimci sadece biziz” deme adına, cumhurbaşkanlığı ve hükümeti ile AK Parti’yi, izlenmesi gereken ve mümkün olandan çok daha dar bir çizgiye çekebilirse, bunun toplum için de, aydınlar için de, dolayısıyla dönüp dolaşıp AK Parti’nin kendisi için de kötü sonuçlar vermesi kaçınılmazdır.