.
Hayatla bağının kesildiğini hissettiği o teslimiyet anında, gözleriyle ayının gözlerine tutundu. İşte tam da o anda, kendisine asırlar sürmüş gibi gelen ölüm kalım mücadelesi sırasında, asıl korktuğunun o gözlerle karşılaşmak olduğunu anladı.
Şafakla birlikte yola koyulmuş, dağa tırmanmış, ormana dalmış, kesilecek ağaç aramaya başlamıştı. Ormancıların işaretlediği bir ağaca indirmek üzere baltasını kaldırmıştı ki… bir hırlama sesi.
Ense kökünden kuyruk sokumuna kadar bir elektrik akımı deldi geçti sanki vücudunu. O buz gibi titreşim bir an için kuyruk sokumuna çöreklendi, sonra geldiği yönün tersine hareketlenip, havaya kaldırdığı baltanın ucuna ulaştı, balta birkaç saniye yaprak gibi sallanıp elinden kaydı, yere saplandı. Sol kolunu havada asılı kalmış sağ kolunun hizasına, havaya kaldırdı. Askerliğini komando olarak yapmıştı. Pusuya düşürülmüşlerin, yanlış anlaşılacak, tehdit olarak algılanacak en küçük hareketlerinde kurşunu yiyeceklerini bilenlerin teslimiyetiyle, yavaşça, çok yavaşça döndü, ayıyı gördü.
İlk düşüncesi yerdeki baltasına hamle yapmak oldu… ki bu ayıya arkasını dönüp yere eğilmek demekti. Ayının sırtına abanmasını göze alamazdı. Kolları havada, yavaşça geri geri gitti, sırtını ağaca yasladı.
Ağacın alt dalları alçaktaydı. Ağaca tırmanmak kolaydı. Kendisi için de, ayı için de… Ağacın tepesinde ayıyla burun buruna kalmayı göze alamazdı. Ölü taklidi yapmak? Hep öyle söylerlerdi, hatta kendisi bile çoluğuna çocuğuna hep bunu söylemişti. Söylemesi kolaymış. Bir an için kendini yerde yatarken hayal etti. Gözlerini sıkı sıkıya yummuş, nefesini tutmuş, ayının ağır aksak yanına yaklaşmasını beklerken… Kanı dondu. Ayının ağzını kocaman açıp, çenesini tehditkâr şekilde titreterek yüzüne doğru kükremesi bile, hayalinde nefesini yüzünde hissetmesi kadar korkutmadı onu. Hatta, üzerine hamle yapıp, pençesiyle sol omuzundan kalçasına kadar sıyırması bile…
Ayı arka ayakları üzerinde doğrulmuş, pençelerini yüzüne doğru savuruyorken, havada asılı kalmış ellerini kullanmayı akıl edebildi sonunda. Avuç içlerini ayının omuzlarına dayayıp var gücüyle itti onu. Tam da o sırada, nasıl olup da, omuzundan kalçasına uzanan pençe yarasının acısını hissetmediğine şaştı. Ayı boş bulunmuş gibi yana doğru savruldu, bir adım öteye dört ayak üzerine düştü, karnını yere bastırıp göğsünü yükselterek, korkunç bir kükreme kopardı, iki yana sallanıp, dişlerini gösterdi, sol bacağına doğru hamle yaptı.
Sonrası… Puslu. Bölük pörçük, kopuk kopuk. Ara ara durdurulup geri sarılan, hızlandırılıp yavaşlatılan, yer yer atlanarak izlenen filimler gibi. Gerçek değilmiş gibi…
Ne kadar süre boğuştular? Belki birkaç dakika. Belki birkaç saniye. Şimdi salim kafayla düşününce ayıyla daha uzun bir süre boğuşmuş olamayacağını kendisi de kabul ediyor. Herkese yarım saatten uzun süre boğuştuğunu, ama bu sürenin kendisine asırlar gibi geldiğini söyleyip dursa da.
İşte o birkaç saniyelik ya da birkaç dakikalık boğuşma süresince var gücüyle yere düşmemeye çalıştı. Ayakta kalabildiği sürece bir kurtuluş ümidi var demekti. Düşmek, ölmek demekti. Ayıya sıkı sıkı sarıldığını hatırlıyor. Ayının da kendisine sarıldığını… Pençelerinin baskısını kaburgalarında hissediyor hâlâ. Fanilasını sıyırıp sırtındaki pençe izlerini göstererek, ayıyı dansa kaldırdığını, sarmaş dolaş uzun uzun dans ettiklerini söylüyor kendisini ziyarete gelenlere. Pençe izlerini gördüklerinde dehşete kapılacaklarını bile bile. Lafı da hazır zaten. Gülerek, “bu da bir şey mi, siz bir de ayının halini görün” diyor. “Dans teklifimi kabul ettiğine bin pişman oldu.” İşin komiğini çıkarmak, ölümden dönmüşken espri yapıp insanları güldürmek en cesur babayiğitlerin harcıdır ne de olsa! Yalpalayarak sürdürdükleri o “romantik dans”ları, ayı tarafından beli bükülerek yana yatırıldığı figürle son bulmuş olsa da…
Yerde boylu boyunca yatar buldu kendini. Can havliyle baltasına uzanmaya çalıştı. Dirsekleriyle, topuklarıyla yeri döverek hedefine ulaşmaya çalışırken, ayı ön ayaklarını gererek havaya dikti, başını geri atarak göğe doğru uzun uzun kükredi, sonra kurbanını altına alacak şekilde kendini yere bırakıverdi. Burun buruna geldiler. Başını ağzının içine almasına ramak kalmışken, ağızlarına atacakları lokmayı önce bir koklayan, sonra uzaklaştırıp bakan iştahlı çocuklar gibi başını geri çekip yüzüne son bir kez baktı.
İşte tam da o anda göz göze geldiler. Ayının gözlerinin içine baktığı o teslimiyet anında anlayıverdi. Ayının o korkunç kükremeyle bacağına doğru hamle yaptığı andan beri asıl korktuğu buymuş meğerse. Onunla göz göze gelmek… Gözlerini gözlerine diktiğinde, o kükremeyi duyduğundan beri yaşananların gerçekten de kendi başından geçmekte olduğunu kabul etti. Oysa o ana kadar başkasının başına gelmiş korkunç bir olayı, uzaktan, delicesine korkarak izler gibi izlermiş.
O gözlerde kendini, ne yaşadığını bütün çıplaklığıyla gördüğü an korkusu uçup gitti. Aslında korkulacak bir şey yokmuş. Ölümden korkmasının gerçek nedeni, yalnızca başkalarının başına geldiğini sandığı içinmiş. Onu hep uzaktan, dehşet içinde izlediği içinmiş.
Kendi ölümünü ayının gözlerinde gördü ve o gözlere kurtarıcısına tutunur gibi var gücüyle tutundu. Ama ölüm, bilmezden geldi onu.
Ayı eğilip son bir kez kokladı saçlarını, sonra başını yana çevirdi, üzerinden çekildi, yoluna gitti.