Gittikçe hızlanıyordu yağmur, ayaklarımın ıslanmasına aldırmadan göğün yeryüzüne inmesini izliyordum. Evin avlusu giderek küçük bir göl haline gelmeye başlamıştı. Birden arkamda gördüm onu. Yağmura aldırış etmeden göl haline gelmeye başlayan avlunun giderini açtı. “Bırak baba ben yaparım” diyerek elinden çubuğu almaya çalıştım, vermedi. “Hastasın, niye çıktın yağmura” diyecek oldum, bakışlarıyla dövdü beni. “Sen ne anlarsın” der gibi. Bir kez daha anladım, babamın gözünde hiçbir zaman büyümediğimi…
Babam, seksenini çoktan aştı. Üç yıldır böbrekleri yetmediği için diyalize giriyor haftada üç gün. O sabah da diyalizden gelmiş bedeni yorgun düşmüştü. Buna rağmen içi rahat etmedi, uşağına söylemektense kendi gördü işini. Bütün aksi ihtiyarlar gibi. Zaten bildim bileli mutlaka bir şey yapar, bir an bile boş görmedim onu. Hiçbir şey bulamasa oturduğu yerde küçük çakısıyla ağaç yontar, ara ara düşüş gösterse de yaşama karşı duyduğu coşkuya hayranım. Arkadaşlarını kaybediyor, yaşıtları gidiyor birer birer. O anlarda düşüyor yaşama sevinci. İyice duygusallaşıyor, çocuklarına telefon edip “Ben uzun yaşadım, Allah benim ömrümü alıp size versin” diyor. İşte onu duyduğumda olduğum yerde kalıyorum, sözcükler düğümleniyor boğazıma. “Yapma baba sen bizim evin direğisin, çok daha uzun yaşayacaksın, demek istiyorum, diyemiyorum…”
Babalar ve oğulları arasında yaşanan çatışmayı ben de fazlasıyla yaşadım. Babam, kendi istediği gibi bir oğlu olsun istedi, direndim kendim oldum. Bu çatışma hali üç yıl öncesine kadar sürdü. İstanbul’dan fena halde kaçasım geldiği bir anda gidecek tek yerim olan baba evine geldim. Belki artık ellisine merdiven dayayan bir adamın çatışacak bir şeyi kalmamıştı babasıyla. Belki de kendisinden uzun yıllar ırak kalan oğluna hasret babanın yumuşaması, bilmiyorum. Dört ay kaldığım Apiça’da babamı tanıdım. O da beni…
Zaman Apiça’da kendi ırmağında akar, yitirirsin hangi gün olduğunu. Öyle günlerden birinde babam odamın kapısını tıklattı, “Oğlum kalk banyonu yap, cumaya çameye gideceğuz” dedi. Kalktım duş aldım, yan yana yürüdük babamla. Göz ucuyla baktım ona, sebisinin elinden tutup camiye götüren bir adamın gururu, sevinci yüzüne yansımıştı. O günden sonra köyde kaldığım her cuma günü bu durum tekrarlandı. Taa ki geçen cumaya kadar. Köyde internet yoktu, yazı yazmak için şehre inmem gerekiyordu. Erkenden kalkıp şehre inmiştim. Bir gün önce diyalize giren babamın bedeni yorgun düşmüş uyuyordu. Akşama doğru eve geldiğimde babam tarafından sorguya çekildim…
-Nereye gittun?
-Şehre indim işim vardı baba.
-Bugün Cuma olduğunu bilmeyi misun, birlikte namaza gidecektuk.
-Unutmuşum baba…
-Bir daha olmasun…
Bir daha olmazdı elbette. Gençliğim ve sonraki yıllar babamla çatışma halinde geçse de mutlu bir çocukluk geçirdim. Mutlu, yaramaz ve aksi… Yaramazlıklarım yüzünden çok dayak yedim büyüklerden, bir tek babam tokat atmadı bana. Nedense ben de bir tek babamdan çekindim. O yıllarda babamın uzun burun bir Amerikan Ford kamyonu vardı. Evin nafakası o kamyonla ve babamın emeğiyle çıkardı. Yazları beni de alırdı yanına. İnşaatlarda kum ve çakıl almaya gittiğimizde çok sevinirdim. Kum, çakıl demek deniz demekti, dere demekti. Kamyon yüklenirken, babam omuzlarına alırdı beni uzaklara yüzerdi. Kıyı görünmez olurdu bazen. Şimdi her suya korkusuzca dalabiliyorsam eğer, babamın hâlâ hissettiğim omuzlarının verdiği güvendendir…
Dokuz çocuğu var babamın ve o çocuklardan yirmiye yakın torunu. Geçmiş zamanda bir düğün vesilesiyle Rize’de toplanmıştı bütün aile. Babamın torunları vardı, o yıllarda en küçük kardeşimiz Emre 5-6 yaşlarındaydı. Babam, Emre’yi kucağına aldı saçlarını okşadı. O sevdikçe çocuğunu biz şaşkınlıkla bakakaldık babama. Hatırlamıyorduk bizi öyle kucağına aldığını. Çocuk sahibi olan kardeşlerimin içi burkuldu. Sert adamlar, çocuklarını sevdiklerini belli etmezdi pek, öyle görmüşlerdi büyüklerden. Torunlarını sevişini onları kucaklayışını izliyorum babamın, o sarılamayışın özlemini gideriyor bir şekilde… Geçen gece sahur sonrası evin üstünde komşumuzla lafa daldım. Geçmişi, dünü, bugünü konuşurken, gün ağardı üstümüze. Sonra, gelip yattım eve. Uyandığımda babam biraz da sitemkar ifadeyle nerede olduğumu sordu. Şaşırmıştım. Anlattım komşuyla sohbete daldığımı. “Odanda göremeyince kaygılandım merak ettum uşağum” dedi. Babamın gece uyandığında gelip beni izlediğini bilmek, güven vermişti bana…
Dün gece, ailenin en küçük bireyi 1.5 yaşındaki Poyraz’la oynuyordu balkonda babam. Salıncakta Poyraz’ı sallıyor, onunla konuşuyordu. Odadan izledim, keyiflerine diyecek yoktu. Girmedim neşeyle gülen iki çocuğun arasına. Babam mı çocuk yoksa Poyraz mı tam olarak bilemedim. Karıştı neşeleri Apiça’dan gökyüzüne…
Yarın bayram. Herkese sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir bayram diliyorum. Özellikle bayram vesilesiyle büyüklerle daha çok zaman geçirmeniz dileğimle, sonra edinilen pişmanlıklar içinizi acıtmaktan başka bir işe yaramıyor çünkü. İyi bayramlar…