Ne zaman bir şair usulca ayrılsa dünyadan, Kaliforniya Üniversitesi psikoloji profesörü James C. Kaufmann’ın araştırması gelir aklıma.
Amerikalı, Kanadalı, Çinli, Avrupalı ve Türkiyeli bin 987 şairin ve yazarın hayatını-ölümünü inceleyerek, şu sonuca varmış:
“Şairler yazarlardan daha erken ölüyor. Şairlerin ortalama ömrü, yazarlardan 7-10 yıl kadar kısa…”
Araştırma sürecinde f ark ettiği bir ayrıntı da üzerinde düşünülmeye değer:
"Şairler genç yaşta öleceklermiş gibi düşünüyor ve böyle bir hisle şiirlerini kaleme alıyor”.
Araştırmayı okuduğumda şaşırmamıştım.
Çünküsü dizelerdeydi zaten.
Geçen hafta 16 Şubat’ta anılan, hep acıyı, ölümü, onların gölgesinde aşkı yazan Ahmet Erhan’da mesela:
“Acı, takunyalar giyerek yürürdü yüreğimde
Sevincinse tüyden ayakları vardı…”
Metin Altıok gibi her dem ölüme, “acıya kiracı”ydı o da.
Erhan ilk şiir kitabı Alacakaranlıktaki Ülke'yle, 23 yaşında o koskoca “Behçet Necatigil Şiir Ödülü (1981)”nü kazandığında ona sarılan Edip Cansever ise biraz şaşırmış olmalıydı:
“Ölümden ne çok bahsetmişsin, daha gençsin oysa. Kimden öğrendin ölümü?”
“Kim”i çoktu muhtemel yanıtların.
Gençliğini yaşadığı dönem ölümü, acıları fazlasıyla öğretmişti ona.
Ölüm, her an okulda, sokakta, evde, hatta tanım gereği “devletin himayesi”ndeki gözaltında, cezaevindeydi.
Takvimi öyleydi gençliğinin, her yaprağı çevirdiğinde Kabirli Maarif Takvimi.
İtiraf da etmişti zaten:
“Bugün oturdum ölümü düşündüm /Yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken”.
O günlerde annelerin evde çırpınan yüreği de girmişti şiirine:
“Kapalıydı kapılar, perdeler örtük /Silah sesleri uzakta boğuk boğuk
Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük /Bugün de ölmedim anne
Üstüme bir silah doğruldu sandım /Rüzgâr, beline dolandığında bir dalın
Korktum, güldüm, kendime kızdım /Bugün de ölmedim anne”.
Hep “acılara tutunan” Ahmet Kaya, “Dardayım” şarkısının finalinde okudu bu şiirini.
“Her şey bir acının bilincine varmakla başladı. /bir taşı kaldırıp atmakla, bir kapıyı açmakla… /insanlar işlerine gider, ben acıya giderim” dedi de…
Elleri, her taşın altını kuşkuyla aralardı.
İnanmaz olurdu kiminde, göğün mavi, yaprağın yeşil olduğuna…
Gözleri, her renkte saklı bir karayı arar, bulur da yazardı.
Her renkte, her rengin gölgesinde, kuytusunda bir kara saklıdır da, yürekte saklı siyah beneği hüznübol bir şairden öğrendim ben.
Meğer, her insanın kalbinin ortasında minik, siyah bir nokta olduğuna inanılırmış… Ve Süveyda denirmiş, o gizli niyete, belki o sır günaha…
Şöyle anlatıyordu Metin Altıok:
“Eskiden yüreğin ortasında bulunduğu sanılan siyah nokta,
Yani mecâzi anlamda bir gizli niyet bir duygu ve düşün
Ve bitkibiliminde tohumun içindeki o itici güç sürgün.
Yoklayın kendinizi şimdi hepiniz sonra söyleyin bana;
Nedir yüreğinizdeki siyah nokta gizli niyet süveyda?”
O yıllarda çoktu şiir.
Siyah noktalarımız, iki nokta üst üsteydi dizelerde.
Oradan varırdık, -o tohumun içindeki itici güçle- başka renklere.
Renkler, siyahı reddetmezdi.
Daha hayatın içinde, daha derin, daha temaslıydı şiir. Hepsi bana yazılmıştı, sonra “aslolan”ıyla benden sana…
O mu bize/içimize dokunduğu için, biz mi ona daha sık/şık uğradığımızdan… Bilemiyorum.
Ama çoktu, bize “yokluk”ları her seferinde öğretecek, her “yok’lama”da -avucunda neyi sakladığı değişebilen- yumruğumuzu kaldıracak kadar.
Leonard Cohen, Bob Dylan’la şiirin müziği de sarmalamıştı bizi. Pink Floyd’la, “leave them kids alone”.
Dylan da 20’lerinde çıkmıştı, “toplum” da denilen o dev sahneye meselâ.
Martin Luther King’in 28 Ağustos 1963’de düzenlediği iş ve özgürlük için Washington Yürüyüşü başkente ulaştığında…
Madem elimi tutan yok, daldan dala sekeyim, bir paragraf açayım…
King’in o ünlü “Bir Hayalim Var” söylevinin ardından, sayıları 250 bini hayli aşan kalabalık kıpır kıpır.
Kürsüde, takım elbiseleri, papyonları, kravatlarıyla siyahi görevliler, birbirinden şık katılımcılar göze çarpıyor.
İçlerinden biri mikrofona yöneliyor ve “Mr. Bob Dylan…” diyerek, 21-22 yaşındaki bembeyaz genci kürsüye çağırıyor.
Belli ilk “Mr”ı, Dylan’ın.
Antuan yaka gömleği, üzerinden dökülen ceketi, ağız armonikası ve gitarıyla, biraz müsamere havasında kürsüye çıkan Dylan, “Çok özel bir arkadaşımı davet ediyorum şimdi” diyor.
Ve yaşıtı Joan Baez geliyor. Latin melezi. Güzelliği gece gibi…
O dev kalabalığın karşısında, -Patti Smith’i avucundan öperek- “çoluk çocuk” hâlleri de çok güzel.
Dylan aynı yıl unutulmaz şarkıları arasına yerleşen “Blowin’ in the Wind”i çıkarmış.
“Nice denizlere yelken açmalı ki beyaz güvercin /Gün gelip kumda yatabilsin,
Nice zaman uçuşmalı ki mermiler /Sonsuza dek yasaklanabilsin
Yanıtı dostum, esen yelde, esen yelde yanıtı…”
Dylan ve Baez o şarkıyla ağız ağıza düet yaparken, nefesleri birbirinin yüzünde esiyor.
Seyredin youtube’dan… Şiiri de Ahmet Erhan’dan gelsin:
“Yağmurlar da diner moruk /Gökyüzüne bakmayıveririz bir gün
(…) Sen hiç Bob Dylan dinledin mi /Hiç dün gece dinledin mi
Saatler moruk, saatler… ne olmuş saatlere /kurmayıveririz bir gün
Kaldırıp yakamı inerim gecenin ayıp yerlerine /Eve geç gelen adamların hüznüyle
Biz ne kötü yaşadık be moruk
Bir kuş kanatlarını dürünce rüzgârsız kalmak gibi /O kadar yalnız, o kadar umutsuzduk
(…) Moruk diyorum artık benimle büyüyenlere…”
Onun “Oğul” şiirini besteleyen, bir şarkısında “babamın öldüğü yaştayım” diyen Teoman anlatıyor:
“Türlü çilelerle telefonunu buldum ve heyecanla aradım Ahmet Erhan'ı, bestelediğim şiirini kaydederken izin istemek için.
Anında ‘Senindir…’ dedi ve bir şeycik istedi sadece:
‘Albümünde eğer adımı yazacaksan, şarkı sözü değil, şiir yaz 'Oğul' için” (¹)
“Eğer adımı yazacaksan” demiş. Onu bile Teoman’a bırakıyor.
Bak ya…
Hayat da “bir şeycik”di bazen. Ama anlatması, hikâyesi büyük meseleydi.
Bütün kırılmalar, kaybolmalar, o ölüp dirilmeler, hep o yüzden, “incelikler yüzünden”di.
Şairler daha erken ölüyormuş ya… Kaufmann yaklaşmış da adını koyamamış; incelikler yüzünden.
“İncecikti /gül dalıydı /dokunsam /kırılacaktı /dokunmadım /kurudu” diyor ya Hasan Hüseyin…
Erhan, fotoğraflarında kırık gülümseyen yüzüyle oralardan geliyor zihnime.
Şiirlerindeki o güzelim “ana vurgusu” nedeniyle “anneci” sanılırdı ama, aslında “babacı” olduğunu söyledi hep:
“Pijamalarını giydirdik
Sigaralarını, çamaşırlarını, terliklerini /Doldurduk bir çantaya
Saate baktım: Sabah yedi buçuk
Gözlerini tavana dikmiş öylece duruyordun
Arasıra bakışların /Usulca kayıyordu bana
Ben henüz öğrenmemiştim
Hasta babayı üzmemek için /Gülümser görünmeyi..
(…) Senin ölümün baba, bende
Bir anafora kapılarak /Yeniden doğuma dönüşüyor
Köklerini toprak altında saklama
Baba, oğlun daha yaşıyor…”
“Yetmiş altı yılında, bir haziran ayazında alkolden öldü” babası.
“Bayrağı kaptığı gibi meyhaneye koştu” Erhan, “o gün bu gündür camlarında bir buğu…”
“Öldüğünde babamın yaşı 51'di, onu geçmeye çalışıyorum” demişti.
Geçti az farkla, 55’inde gitti.
Ölümünden sonra yayımlanan ve bütün şiirlerini toplayan iki ciltlik kitabın adı, “Burada Gömülüdür”.
Burada gömülüdür; Karşıyaka Mezarlığı’nın sessiz bir köşesinde Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal’ın yaptığı sandal şeklindeki mezarında babasıyla birlikte, “yaşıt” yatıyor.
“Ülkesi: Akdeniz” yazıyor, sandalın sağ ucunda.
Lâkin kitabının adı, Alacakaranlıktaki Ülke.
BİR FİLM-BİR REPLİK
GÜL GONCASI
Ahmet Erhan babasının ölümünden sonra akşam lisesinde okuyor, gündüzleri de aynı lisenin kantininde, çay ocağında çalışıyor.
Çocukluğun, ilk gençliğin “o tarife uygun” yaşanamaması, hayatın med-cezirinde hüznü de taşıyor kıyısına; “Biz ne kötü yaşadık moruk”…
Orson Welles’in kült filmi Yurttaş Kane’i hatırlıyorum.
Charles Foster Kane, iyi bir eğitim alması için küçücük yaşında evinden uzaklara, Chicago’ya gönderilir.
Valizi bir hafta önceden hazırlanmıştır ama evinden, ailesinden uzaklaşacağını, karla kaplı bahçede neşe içinde kızağıyla kayarken, birdenbire öğrenir.
Gözünde bir kaç damla yaş, elinde yaşamı boyunca yanından ayırmayacağı kızağıyla, gider uzaklara…
Yıllar geçer, üne, güce, zenginliğe ulaşır. Gerçekten ihtiyacı, hayâli olan “şey” dışında, herşeyi elde etmiştir.
O eksik kalan "şey" de, filmin finalinde ölüm döşeğinde yatarken, tek kelimeyle dökülür dudaklarından:
“Rosebud…”
Herkes Kane’in son kelimesiyle ne demek istediğini araştırır. Ne olduğunu, ne demeye geldiğini anlayamazlar.
Filmin son sahnesinde Kane’in geride kalan eşyalarını tasnif edenler tahta bir kızağı atarlar şömineye…
Kamera alev alan kızağa yakınlaşır, üzerinde Rosebud (gül goncası) yazmaktadır.
Gül, Erhan henüz goncayken bile şiirinde sıkça gezinir:
“Bütün sözcüklere adını ekleyeceğim /Güldeniz, Gülekmek, Gülyağmur, Gülşarap
Gülaşk, Gülşiir, Gülahmet, Gülerhan
Ey gül yaşamım, yitip giden düşlerim!”
Ve gider yine ölümle buluşur:
“Çiçekçi bana bir gül ver /sevgilime değil bir ölü için /(…) – Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!”
Artık gül her mevsimde var.
“Bu şiir burada biter”.
(¹) Radikal Gazetesi, 31.05.2007