Bir barış anlaşmasını halka götürdüğünüzde, tarafların uzlaşma iradelerinin yanısıra üstü örtülü olarak şu tezi onaylayıp onaylamadıklarını da sormuş oluyorsunuz:
"Mağduriyetlerin devam etmesinden mi, yoksa artık sonuçlandırılmasından mı yanasınız?"
Halk artık bir ikilemdedir. Ya savaşın sonuçlandırılmasını ya da devam etmesini isteyecektir. Savaşın devam edip etmemesi beraberinde şu sorgulamayı kaçınılmaz kılacaktır: Barış istiyorum ama istediğim barış geçmişte işlenen günahların suçsuz kalmasını getiriyorsa bu barışı yine de istemeli miyim? Barış istiyorum ama benim önüme getirilen bu barış metni, benim kabul edebileceğim içerikte bir uzlaşma mıdır? Barış istiyorum ama suçların cezasız kalmamasını istemek mi daha rasyoneldir, yoksa devam eden kötülükler dizisinin sona ermesini sağlamak mı?
Bu perspektiften baktığımızda, barış bir mecburiyettir. Bilerek, isteyerek acı çekmektir. Maliyetleri artırmayı değil maliyetleri sonuçlandırmayı isteyen bir ruhun, bunu isterken çektiği ıstıraptır. O zaman, Akın Özçer'in Cuma günü Serbestiyet’te yayınlanan Hayır barışa mı yoksa cezasızlığa mı başlıklı makalesinde sorguladığı şu sonuca varabiliriz: Barış adaleti sağlamaz, acıyı dindirir.
Bence barış felsefesinin en üst katmanında bu tespit yer alır. Ancak, katmanlarını kazdıkça karşımıza daha farklı bir yapı ve evren çıkar.
Barış hem “yaşa” hem de “yuh”tur
Felsefeci Avishai Margalit, Uzlaşma isimli kitabında uzlaşmanın insanı düşündüren derinliği üzerinde durur. Margalit’e göre, uzlaşma çift değerli bir kavramdır. Birbirine karşıt değerleri içinde barındırır. Hem “yuh” hem “yaşa” denecek bir kavramdır. Onun içindir ki uzlaşmada, barış ile adalet arasında şiddetli bir gerilim, pusuda yatar. Bu yüzden barış ve adalet birbiriyle bağdaşmayan iki davranış gerektirir. Biri barış için uzlaşmaktır. Diğeri, Michael Kohlhaas gibi “sonu nereye varırsa varsın” mantığıyla mutlak adaletin üstün gelmesini sağlamaya çalışmaktır.
Barış için uzlaşma tercihinde, barışı kazanmak için adaleti kaybetmek zorunda kalabiliriz. Ama sırf adalet arayışına indirgenmiş çaba, bizi Kohlhaas'ın trajik tercihine de götürebilir. Heinrich von Kleist’ın, 15. yüzyılda Almanya’da geçen bir olayı konu alan “kısa roman”ında, iki atına bir soylu tarafından el konulan Kohlhaas adında, o zamana kadar yasalara saygılı bir at tüccarı, çıldırmış bir şekilde kendisine yapılan adaletsizliği düzeltme peşinde koşarak dehşetli bir faciaya yol açar. Bir ordu (veya çete) kurarak önüne çıkan her şeyi yakıp yıkar, ülkeyi bir baştan diğer başa ateşe verir, yakalanıp yargılanarak işkenceyle (çarkta kemikleri kırılmak sureetiyle) öldürülür; kendisine yaşatılan ilk acıdan çok daha beter acılara sebep olur.
Lekelenmişlerle uzlaşma
Bir iç savaşı sonuçlandıracak barışın üç aslî tarafı olur: İsyan edenler, isyanı bastıranları destekleyenler, isyanın mağdurları.
İsyan edenler tarafından baktığımızda şu soru sorulur: Adaletsizliği ortadan kaldırmayan bir uzlaşma, adaletsizliğe rağmen barış getirmişse, kabul edilebilir mi? Burada belirleyici olan bence adaletsizliğin derecesidir. Eğer uzlaşma, adaletsizliğin altını oyacak girişimlere, örneğin demokratik siyasete açık kapı bırakıyorsa, evet, kabul edilebilir.
İsyanı bastıranları destekleyenler tarafından barışa bakıldığında, genelde karşımıza saflık ve arınma peşinde koşan “Ölü Deniz mezhebi”nin ilkeleri çıkar. Margalit, “Bu mezhebe göre uzlaşma, ilkeli hali uzlaşmaz şekilde tutma halidir” der. Ölü Deniz mezhebi aynı zamanda Manici bir perspektiftir. Bu da dünyayı “iyi bizler” ve “kötü onlar” olarak görmektir. Mani dini, dünyayı alev alev yanan aydınlık ile zifiri karanlık arasında ikiye böler. Maniciler için müzakere veya barış, lekelenmişlerle uzlaşmadır. O yüzden kategorilerin (lekeliler-temizler) birbirine karışmaması gerekir.
Mağdur olanlar tarafından barışa bakıldığında ise, ikilemde kalan bir vicdan devreye girer: Benim yaşadıklarımı başkaları da yaşamalı mı? “Hayır, yaşamasın” demelerini istiyorsak, o zaman şu sorularıyla muhatap oluruz: Başkalarının benim yaşadıklarımı yaşamamalarını benim oluruma bırakan teskin edicilik ne olacaktır? Bu, aynı zamanda hatırlama olmadan bellek yaratmak değil midir? Bir tür bastırma mekanizması yani?
Devletler genelde bu muhasebenin derinleştirilmesinden yana olmazlar. Çünkü mağdurlar, çocuklarının veya yakınlarının anlamsız ve haksız bir savaşa kurban edildikleri duygusuna kapılırsa devleti sorgulamaya başlarlar.
Ahlâkî sınır ve adalet paradoksu
Barış tek katmanlı değil çok katmanlı, paradoksal bir etkileşim alanıdır. Ama tüm katmanları dikey kesen, kabul edilebilir bir ahlâkî sınır olmalıdır. Tüm mesele o sınır üzerinde konsensus sağlayabilmektir. Kanaatimce o sınır, ahlâkın kurucu unsurlarına yönelik bir saldırı davetiyesi olup olmadığıdır.
Böyle bir standartlaştırma, barış için adalet kriterini zorunlu kılmaz mı? Hayır, kılmaz. Çünkü adalet barış için bir gerekliliktir, ancak bir zorunluluk değildir. Aksi halde bağışlama olmaz. Sadece adalet odaklı bir uzlaşma arayışı, adalet mutlakçılığının “sonu nereye varırsa varsın” arayışına yol açar. Bu da adalet savaşının adaletsizliğine kapı aralar. O zaman da Kohlhaas trajedisine sebep olabiliriz, Mani mezhepçiliği tuzağına düşebiliriz. Sanırım savaşın barışa doğru evrilmesini sağlayacak yaratıcı paradoks, dönüştürücü kaos da burası oluyor.