Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde neden bir türlü başarılı olamadığının sebeplerini masaya yatırıp, enine boyuna tartışmamız gerekmektedir. Bu ülkedeki yönetimler neden birkaç yılda bir askeri darbelere maruz kalmaktadır? Yine bu ülkede, neredeyse sürekli olarak kendisini yenileyen darbe mekaniği nereden, hangi sistem eksikliğinden beslenmektedir? Türkiye darbelere mahkûm mudur? Hangi yapısal sorunlar, bu ülkenin gerçek anlamda demokrasiye geçişini engelliyor? “Demokrasi elden gidiyor” diyenler, elden giden şeyin demokrasi mi, yoksa kendi imtiyazları mı olduğu noktasında bizleri aydınlatmak durumundadır.
Türkiye, sırtındaki Kürt kamburuyla demokrasiyi tesis edemez
Kabul etmek gerekir ki bu ülke gerçek anlamda bir demokrasiyle hiçbir zaman tam anlamıyla buluşamadı. Mustafa Kemal Atatürk bile, “Ben Cumhuriyeti tesis ettim. Fakat bugün idare şekli cumhuriyet midir, diktatörlük müdür, şahsi hükümet midir, belli değil” diyordu. Demokrasiye çok yaklaştığımız zamanlar oldu; özellikle “barış süreci” olarak adlandırılan dönem buna en iyi örnektir. Fakat bunun ötesine geçemedik. Çözemediğimiz sorunlar, bir müddet sonra daha da yakıcı bir şekilde yakamıza sarıldı. Neden çözemedik, neden başa döndük noktasında çok şeyler yazıldı. Onları bir daha tekrar etmekten ziyade, hangi yol ve yöntemlerle daha iyi ve kalıcı çözümler üretiriz konusu üzerinde düşünmeliyiz.
Ben başından beri bu ülkedeki en temel meselenin Kürt meselesi olduğunu; Kürt sorunu var oldukça Türkiye demokrasisinin hem içerden hem de dışarıdan gelecek tehditler ve istismara açık olduğunu dile getirmekteyim. Bu sorun çözülmeden Türkiye’ye demokrasi gelecek diyenlere asla katılmıyorum. Keza “demokrasi gelecek, Kürt meselesi çözülecek” anlayışına da itibar etmiyorum. 94 yıllık Cumhuriyet tarihi ve yaşadığımız darbeler bunu yeterince gösterdi. Türkiye, sırtındaki Kürt kamburuyla demokrasi mücadelesini kazanamaz. Şimdi Türkiye’yi maraton koşusuna katılacak bir atlet gibi düşünelim. Bizler bu atletin yarışta birinci olması veya en azından dereceye girmesini arzu ediyoruz. Ancak yarışa katılacak atletimizin sırtına bir yük bindirmiş, ayağına da pranga bağlamışız. Atletimiz bu maraton koşusunda tüm gayretiyle bir şeyler yapmaya çalışıyor, fakat bir türlü diğer yarışmacılara yetişemiyor. Bütün gayretine rağmen atletimizin hızı, diğer yarışmacılar yanında kaplumbağa hızında kalıyor. Eğer atletimizin yarışta birinci olmasını istiyorsak, önce sırtındaki yükü indirmeli ve ayağındaki prangayı çözmeliyiz.
Meclisten Kürt meselesinin çözümünü beklemek, Godot’yu beklemek gibidir
Türkiye’yi Kürt meselesi kamburundan kurmak için önümüzde iki farklı hükümet sistemi var. Birincisi yıllardır denediğimiz, ancak bir türlü sonuç almadığımız parlamenter sistem, ikincisi de başkanlık sistemidir. Parlamenter sistem Kürt meselesi gibi radikal bir meselenin çözümünü, yasama ve yürütme erklerinin içinden çıktığı meclise bağlıyor ve meclisin tamamını bu meselenin çözüme kavuşturulmasında muhatap olarak karşımıza dikiyor. Bu sorunun insani ve vicdani bir çözüme kavuşması için 600 kişilik meclisten 400 vekilin uzlaşma ve onayı şarttır. Ancak böyle bir uzlaşmanın mümkün olmadığını geçmişteki tecrübelerimizden biliyoruz. Askeri yönetimin Kürtçeyi yasaklayan 2932 sayılı yasasını bile bu Meclis, Turgut Özal’ın tüm çabalarına rağmen ancak 1991’de, Kürtlerin Irak Kürdistanı’nda federe bir yönetim kurma şansı elde ettiği bir dönemde kaldırabildi. Dolayısıyla Türkiye’deki Meclisin Kürt meselesini çözebilecek bir ferasete erişmesini beklemek, Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı eserindeki bekleyişe benzer. Bu bekleyiş sonu hiçbir zaman gelmeyecek olan anlamsız bir bekleyiştir.
Parlamenter sistemin ve meclisin çözemeyeceği bu sorun, başkanlık sisteminde kolaylca çözüme kavuşturulabilir. Çünkü bu sistemde meselenin muhatabı bellidir ve muhatap çözmek istediğinde, ne meclis ne de başka bir güç onu engelleyebilir. Şüphesiz meseleyi diyalog temelinde çözmenin farklı yol ve yöntemleri vardır. Kürtler ile Türklerin akrabalık ve yakınlığı, et ve tırnak değil, daha çok kemik ve ilik ilişkisine benzer. Dolayısıyla artık bu meseleyi fazla uzatmadan, geçmişteki yanlışlıklara yeni yanlışlar eklemeden, acılara yeni acılar katmadan çözüme kavuşturmak gerekir.
Türkiye, Ortadoğu’daki despotik yönetimleri örnek alamaz
Kürtlerin anayasa referandumunda “evet” demelerini engellemek amacıyla başvurulan bir argüman da şudur: “Başkanlık geldiğinde Türkiye İran tarzı otokratik bir yönetime doğru yol alabilir.” Bilindiği gibi Kürtler İran’da despotik şah rejiminin yıkılması için bütün güçleriyle çalışmış; ancak şah yönetimi düştükten sonra iktidara gelen Humeyni, Kürtlerin hiçbir hakkını tanımamıştı. Özellikle Kemalistler bölgede bu örneği sıkça dile getirmektedir. Tabii Kemalist laiklik demokratik bir içerikten yoksun kalınca, özü itibariyle erkeğe kravat takma, kadına etek giydirmeyi amaçlayan bir “kılık-kıyafet laikliği”ni aşamayıp laikliği bilgi ve kültür temelinde inşa etmeyi başaramadığı için, bu tür korkular rahatlıkla istismar edilebilmektedir. Öte yandan İran’ın hali ortada; Saddam tarzı, Esat tarzı yönetimlerin sonunun nasıl olduğunu hepimiz yaşayarak gördük. Suriye yönetimi kendi kentleri ve kendi vatandaşları üzerine bomba yağdırmaya başladığında, herkesten önce Cumhurbaşkanı Erdoğan “Suriye yönetimi meşruiyetini yitirmiştir” dedi. Dolayısıyla ben Türkiye’nin, özellikle bu saatten sonra Ortadoğu’daki despotik yönetimleri örnek alacağına inanmıyorum.
Türkiye’yi yönetme şansı elde etmiş tüm liderler arasında, Kürt meselesinin çözümüne en fazla mesai harcamış devlet adamı Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Bir kere Kürt sorununu bir tabu olarak görmemesi ve Kemalistler gibi ideolojik düşünmemesi son derece önemlidir. Ayrıca Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’yle geliştirmiş olduğu olumlu diyalog da, sorunun çözümünde büyük avantajlar sağlamaktadır.
Kürtler Anayasa referandumunda, hem kendi dil ve kimlik hakları, hem de daha müreffeh ve ileri bir demokrasi için “evet” demelidir. Unutulmamalıdır ki Kürt meselesinin çözümünde en önemli sorun bir muhatabın ortaya çıkmasıdır. Başkanlık sistemi geldiğinde, artık muhatap bu meselenin çözümünde bizzat sorun olan meclis değil, başkan olacaktır.
Bir Not: Adana'da Yükseköğretime Geçiş Sınavı'na (YGS) sadece bir dakika geç kaldı diye binaya alınmayan ve bu nedenle gözyaşlarına boğulan 19 yaşındaki Mehmet Kara’nın durumu beni de ağlattı ve Pazar gecesi uyuyamadım. Hele “evden değil, işten geliyorum” demesi büsbütün yüreğime dokundu. Daha önce 15 dakika geç gelen öğrenciler sınava alınırdı. Ancak bu yıl sınavın başlamasına 15 dakika kala gelmeyen öğrenci sınava alınmamış. Düşünüyorum da, biz ne zaman bu kadar “Almanlaştık!” Eğitim hakkının kutsal olduğunu söyleyip duruyoruz; ancak sınavın başlamasına henüz 14 dakika varken bir çocuğumuza bu gibi travmalar yaşatıyoruz. Oysa bizi Batı’nın “makineleşen” hayat tarzından ayıran yaratıcılığımız, derin hoşgörümüz ve sorunlara insan odaklı bakışımızdır. Lütfen bunu zedelemeyelim. YÖK’ten bir ricam var: Asla kopya ve suistimala müsaade etmeyelim, ancak kurallarımız insani ve vicdani olsun.