Ana SayfaYazarlarBelgesel vesilesiyle (5) sağın ve solun sandıkla imtihanı

Belgesel vesilesiyle (5) sağın ve solun sandıkla imtihanı

 

[10-12 Haziran 2016] 1930’ların Atatürk-İnönü ilişkisinin, son bir yılın Erdoğan-Davutoğlu ilişkisi gibi okunarak çarpıtılması; buna bağlı olarak, Atatürk’ün Tek Parti rejiminden tümüyle tenzih edilmesi ve bütün sorumluluğun (Menderes karşısında onu buldu diye) sırf İnönü’ye yıkılmak istenmesinden, geliyoruz 1946-50 yıllarına. Artık Atatürk yok, dolayısıyla (Erdoğan’a benzetilerek) aklanıp yüceltilmesi de söz konusu değil. İnönü ise hep var ve günah keçisi olmayı sürdürüyor. Bir, işbirlikçilikle, Batıcılıkla, Amerikancılıkla, Türkiye’nin dışa bağımlılığının temellerini atmakla suçlanıyor. Bu açıdan aslında DP’nin ve Menderes’in izlediği bütün çizgi getirilip İnönü ve CHP’ye yıkılıyor. İki, Demokrat Parti’yi “itinayla temizleme” operasyonu 1950-60 arasına da teşmil ediliyor. Anlıyoruz ki Menderes hiçbir hatâ yapmamış bu dönemde. En ufak bir anti-demokratik uygulamaya girmemiş, darbeye bahane olabilecek. Yüzde yüz doğru, haklı, mükemmel. Her türlü kötülük sadece daha önce değindiğimiz o esrarengiz “üst akıl” tarafından alınan Türkiye düşmanı kararlardan ve İnönü’nün de bunlara âlet olmasından kaynaklanıyor.

 

Bu noktada, aHaber’in 27 Mayıs 2016’da yayınlanan “Başvekil Adnan Menderes” belgeselinde öyle tuhaf ifadeler  var ki, kendi geleneği ve siyasal felsefesiyle çelişmek pahasına Türkiye’nin asıl Kemalist dönemden çıkış serüveninin üzerine öyle olmadık gölgeler düşürüyor ki, bu kritik yıllara tekrar bakmayı ve ne olup ne olmadığını hatırlamayı zorunlu kılıyor. Numaralama açısından, kaldığım yerden devam ediyorum. (8) 1946-50 arası için, nedir literatürde mevcut alternatif paradigmalar? Hakim ve görece (olabildiğince) nötr diyebileceğimiz bir görüş, savaş sonrası dünyada Batı’ya açılma ve demokrasiye geçiş süreçlerinin kaçınılmazlığını vurgular.

 

Bunu biraz açabiliriz. Bir yandan, 1930’lar devletçiliğinin fideliğinde yetişen (bu anlamda, ekonomi yoluyla oluşmuş) yeni bir burjuvazi, (neden devlet/eğitim yoluyla oluşmuş gerçek bir sosyal sınıf sayılması gerektiğini bu dizinin ilk yazısında anlattığım) bürokrasi karşısında varlığını ve kendine özgü taleplerini hissettiriyordu. Diğer yandan, halkın gözünde “tahsildar ve jandarma zulmü”yle özdeşleşen Tek Parti iktidarı artık iyiden iyiye yıpranmış ve saygınlığını yitirmişti. Dolayısıyla siyaset sahnesinde temsil edilmenin hem arayışı hem fırsatı söz konusuydu ve bu iki faktörün bir araya gelmesi Dörtlü Takrire yansıdı. Üçüncü olarak, uluslararası durum da elverişliydi: 1945’ten itibaren yeryüzünde bir demokrasi rüzgârı esiyor; San Francisco konferansına çağrılmanın, Birleşmiş Milletler’in kuruluşunda yer almanın ve (1839’da Tanzimat’la, 1856’da Islahat Fermanı’yla, 1876’da Kânûn-u Esâsî’yle, 1908’de Hürriyet’le, 1923’te Cumhuriyet’le habire yinelenen) Batı camiasına kabul edilme özleminin en önemli koşulunu oluşturuyordu. Herhalde İnönü de bunu hissetti ve Stalin’in Kars-Ardahan ve Boğazlar üzerindeki talepleri de de denkleme eklenince, en azından Türkiye’nin Sovyetler Birliği karşısında yalnız kalmaması uğruna, çok-partili hayata geçişi ya benimsedi veya karşı çıkmadı; TCF ve SCF’ye yapılanları DP’ye yapmaya kalkmadı; yapılmasını isteyenleri de (Recep Peker gibi) tasfiye edip, Demokrat Parti’yi karşı da olsa devletin meşruiyet şemsiyesi altına aldı (ve bu arada, 4 Aralık 1945 Tan Olayı’yla sosyalist sola hayır, siz yoksunuz, siz orada durun dedi, dedirtti; rejimin kırmızı çizgisinin nereden geçtiğini, neyin ve kimlerin [solun] bu yeni meşruiyet tanımının dışında kaldığını tarif etmekten de geri durmadı). 

 

1946 ve sonra 1950 seçimleriyle Türkiye’nin çok-partili hayata geçişinin genel ve yaygın anlatımı, üç aşağı beş yukarı buna benzer bir şeydir ve anahatları itibariyle olumlu bir değerlendirmeyi ifade eder. Hele merkez sağ söylem için bu, su götürmez bir gerçeklik niteliği taşır. Cumhuriyetin Tek Parti’den parlamenter demokrasiye adım atması gibi büyük bir dönemeç, doğru, merkez sağ eliyle gerçekleşti ve bundan önce (TCF ve TSF denemelerinde) olduğu gibi bundan sonra da sandığı hep esas olarak merkez sağ sahiplendi; seçimleri merkez soldan çok daha fazla kendi alanı ve iktidarının vazgeçilmez dayanağı olarak görmeye devam etti. Teoride, seçim ve demokrasi fikrine toz kondurmadı. 1950 seçimlerine ünlü “Yeter! Siz milletindir!” afişiyle girdi. 1970’lerin ilk yarısında Demirel’in ağzından (Faruk Gürler’in cumhurbaşkanlığına aday olmasına) “cülus” diye karşı çıktı ve “millet iradesinin tecelligâhı olan Büyük Millet Meclisi”ni savundu. Pratikte, serbestçe katılabildiği hemen bütün seçimleri kazandı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana Türkiye, sırasıyla 1946, 1950, 1954, 1957, 1961, 1965, 1969, 1973, 1977, 1983, 1987, 1991, 1995, 1999, 2002, 2007, 2011, 2015a (7 Haziran) ve 2015b (1 Kasım) seçimlerini yaşadı. Bunlardan sadece (son derece şaibeli) 1946, (henüz 27 Mayıs’ın gölgesindeki) 1961, (Adalet Partisi’nin parlamentoda 12 Mart rejimine destek vermesinin bedelini ödediği) 1973 ve 1977 seçimlerinden CHP; (büyük bir siyasal belirsizliğin yaşandığı ve seçmenin nereye gideceğin bilemediği) 1999 seçimlerinden ise hayli arızî biçimde DSP birinci parti olarak çıktı. Geri kalan hepsinde (genel toplamda 5’e karşı 14 genel seçimde) zafer, TCF ve TSF ile başlayan DP (50, 54, 57), AP (65, 69), ANAP (83, 87), DYP (91), RP (95), nihayet AKP (02, 07, 11, 15a, 15b) geleneğinden gelen partilerin oldu.   

 

Madalyonun diğer yüzünde, sol — gerek merkez sol ve gerekse “aşırı” ya da sosyalist sol — tam tersi tavrı ve konumu benimsedi. Burada, Türkiye’deki solun teorisi ile pratiği arasında bu sefer olumlu değil olumsuz bir içiçelik söz konusu. Marksizm daha 1845-1852 yıllarında Avrupa’daki ilk şekillenişinden itibaren (henüz gelişme sürecindeki) demokrasiye, seçimlere ve parlamentoya (parlamentolara) çok kötümser bakmış; “burjuva demokrasisi”ni sathın altındaki realite, yani “burjuvazinin sınıf diktatörlüğü” için bir incir yaprağından ibaret saymış; gerçek demokrasiye sadece “proletarya devrimi” ve “proletarya diktatörlüğü” ile ulaşılacağını savunmuştu. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu ultra-devrimci iddia son derece farazî ve son derece marjinaldi, 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca. O dönem için (ortanın sağındaki Muhafazakârlara ve Monarşistlere, ya da kısaca muhafazakâr bloka karşı) ortanın solunda yer alan Liberaller, Radikaller ve Sosyalistler (ya da kısaca liberal blok) için, demokratikleşmede her adım son derece değerliydi. Fiiliyatta, seçimleri küçümsemek şöyle dursun, olası ordu müdahalelerine karşı seçimlerin giderek normalleşmesi ve seçme-seçilme haklarının genişletilmesi için mücadele ediyorlardı. Öyle ki, 1890’lara gelindiğinde İkinci Enternasyonal partilerinin büyük bölümü “tek yol devrim”cilikten uzaklaşıp giderek demokrasiye angaje olmuştu.

 

Buna karşı, İkinci Enternasyonal’in daha ileri ve âdil bir topluma (öyle olacağı düşünülen sosyalizme) ancak şiddete dayalı devrimle ulaşılabileceğinde ısrar eden sol kanadı, yani Lenin’ler, Luxemburg’lar ve takipçileri, 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında dahi henüz küçük bir azınlıktı. Ne ki, Ekim 1917’de Rusya’da devrim yapmayı başardılar, iktidara geldiler, Sovyetler Birliği’ni kurdular ve kendi egemenliklerinde bir Üçüncü (Komünist) Enternasyonal yarattılar. Bütün bunlar Marksizmin temel öngörüsünü — artık kapitalizme karşı işçi sınıfı devrimlerinin çağının gelmiş olduğunu mu ispatlıyordu? Daha spesifik olarak, “burjuva demokrasisi”ne kıyasla Marksist devrim teorisini mi doğruluyordu? O an için ve yetmiş küsur yıl süreyle, Komintern ve türevi solculuklarda öyle sanıldı. Gerçi sonra Sovyetler Birliği de, Sovyet himayesi ve hegemonyasında kurulan Doğu Avrupa “halk demokrasileri” de toptan çöktü ve kesinleşmiş sayılan bütün tarihî hükümler tersyüz oldu; son tahlilde devrime karşı demokrasinin haklılığı restore edildi, yeniden itibar kazandı.

 

Ancak bu düzeltme (rektifikasyon) uzun süre Türkiye’ye yansımadı ve belki hâlâ da yansımıyor. Çünkü burada farklı ve daha karmaşık bir gelişme oldu. Moderniteye geçişte “gecikmiş” Osmanlı toplumunun bir kısım (askerî-bürokratik) seçkinleri belirli bir “yetişmecilik” gündemi peydahladı. İmparatorluğun 20. yüzyılın ilk çeyreğinde derinleşen krizi, hızlandırılmış, dolayısıyla otoriter modernleşmecileri iktidara getirdi. Önce İttihatçılar ve 1923’ten itibaren bilhassa Kemalistler, bir an evvel “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmak uğruna yukarıdan aşağı reformları devreye soktu. Üstelik bu “cebrî yürüyüş” denemesi, halkın ezici çoğunluğunun inancını temsil eden ve kültürünü, günlük hayatını yoğuran İslâmiyetin, “gerilik ve gericilik” kaynağı olduğu gerekçesiyle kuşatılmasını, baskı altına alınmasını, kamusal alandan dışlanmasını içeriyordu. Bu da ancak artan diktatörlük dozajlarıyla empoze edilebilirdi. Dolayısıyla Kemalist çizgi ulusal kalkınmacıydı, çağdaşlaşmacıydı, bu anlamda “toplumsal ilerleme”den yanaydı, ama demokratik değildi. Batı’nın tarihsel gelişme çizgisinde, modernite ile demokrasi arasında bir ikilem yoktu; modernleşme demokrasiyi de içeriyor ve modernistler aynı zamanda demokrat olabiliyordu. Türkiye’de ise bu iki temel kavram ve özlem birbirinden ayrıldı, ayrıştı ve insanların, bu arada solun ve solcuların önüne ya modernist ya demokrat olmak tercihini getirdi. (Batı’dan farklı bu gelişme mecrasını ve yol açtığı değişik mevzilenmeleri anlamayan Batılılara anlatma gayretleri için, bkz Adam McConnel’in şu iki yazı dizisi: Deconstructing Atatürk’s personality cult: A response to Steven Cook 1-2-3 (7-15-24 Nisan 2016) ve How to define the Turkish Youth Union 1-2-3 (8-14-26 Mayıs 2016.)

 

Marksizmin genel ve evrensel problemleri bir yana; solun Türkiye’ye özgü trajedisinin başlangıcı, söz konusu ikilem karşısında ve toplumsal ilerlemecilik uğruna Kemalist devletçi-milliyetçi modernizmin kuyruğuna yapışması ve zihnen onun kanadı altına girmesidir. Bir yanda, dindar halk kitlelerinin geleneksel tercihlerinin yansıyacağı bir demokrasi ile diğer yanda milliyetçi-modernistlerin “uygarlaştırma” misyonu arasında, sol tercihini mevcut şekilleriyle ilkinden değil (veya iki opsiyonu sentezleştirmekten, veya farklı bir alternative inşa etmekten değil), ikincisinden yana kullandı. Bu da maalesef Türkiye solunu dünyadaki pek çok emsalinden belki daha anti-demokratik kıldı. Yukarıda işaret ettiğim gibi, solun zaten belirli bir Komintern Marksizmi mirası ve “burjuva demokrasisi”ni horlama alışkanlığı vardı. Öte yandan, Kemalizm de toplumun ve halkın geriliği, ilkelliği, cehaleti ve “bâtıl” inançlarından yola çıkan kendi “halk için, halka rağmen”ciliğiyle malûldü. İster Kemalist, ister sosyalist olsun çoğu kentli, Batılı, seküler entellektüel 1925’ten (Takrir-i Sükûn’dan) itibaren yabancı bir ülkede, etrafı din (İslâmiyet) ve Müslüman halk tarafından kuşatılmış vaziyette yaşıyor gibiydi ve bu endişesini “bir gün gelirlerse hepimizi kör testere ile kesecekler – şeriatı getirecekler – Cumhuriyet devriminin kazanımlarını yok edecekler – kadınları kara çarşafa kapatacaklar” söylemlerine yansıtıyordu.

 

Özetle, çoğunluk korkusu ve çoğunluğu iktidara getirebileceği için seçim korkusu, (yukarıda değindiğim 1973-77 yılları hariç) Atatürkçülerin ve sosyalistlerin ortak paydası haline geldi. Avrupa’da, bütün 19. ve 20. yüzyıllar boyunca merkez solun hep seçimlerden ve seçme-seçilme haklarının genişlemesinden yana olduğuna, bu uğurda mücadele edip demokrasiyi adım adım genişlettiğine yukarıda değinmiştim. Türkiye’de ise tersine, demokrasiyi ve seçimleri küçümseyen bir sol ortaya çıktı. Kemalizm ile sosyalizmin örtüştüğü  alanda, kâh Doğan Avcıoğlu kâh Mihri Belli gibi darbeciler tarafından (“burjuva demokrasisi”nin Türkiye versiyonu olarak) “cici demokrasi – sandıksal demokrasi – Filipinler demokrasisi” gibi aşağılayıcı terimler icat edildi. 1961-66 arasında, Mehmet Ali Aybar yönetimindeki ve Malatya Kongresi öncesindeki TİP hariç, (zaten giderek fraksiyonlaşan ama ciddi siyasal partiler kurmaya girişmeyen) sosyalist sol,  normal ve yasal siyaset sahnesine hep şüpheyle baktı. Bu alana genellikle adım atmadığı gibi, ne zaman seçim yapılacak olsa sıkıntıya girdi; bir çizgi bocalaması yaşadı; çoğu zaman katılmama ve boykot etmenin sığ, olmadık, zoraki gerekçelerine sığındı.

 

Bu genel çerçeve içinde, özel olarak 1946 ve 1950 seçimlerinin sol söylemdeki yeri ve adı, kritik bir demokratikleşme sıçraması değil, 180 derece zıddında “karşı devrim” oldu. Gene Mihri Bellli ve Doğan Avcıoğlu’lara göre, o zamana  kadar her nasılsa Kemalist Devrim ve kazanımları henüz ayaktaydı. Gelgelelim CHP iktidarı “dışa açılma” adı altında Batı’ya ve emperyalizme teslim olmuş; yeniden dünya kapitalist sisteminin yörüngesine girmiş; işte bu bağlamda (yanlış 1) devrimci diktatörlükten vazgeçmiş ve (yanlış 2) yapılmasını kabul ettiği serbest seçimler, tam da beklenebileceği ve emperyalizmin istediği üzere, “yarı-feodal toprak ağalarını ve komprador burjuvaziyi” temsil eden DP’nin kazanıp CHP’yi iktidardan indirmesine yol açmıştı. 27 Mayıs, işte Kemalist Devrimi deviren bu karşı-devrimi devirmek ve Türkiye’yi yeniden Kemalist çizgiye oturtmak uğruna “ilerici ordu”nun giriştiği bir yarım-hamle olarak alkışlanıyor; Nasırcılık ve Baas örneklerinden hareketle tekrarlanacağı umuluyordu. 

 

Beklendiği gibi olmadı tabii; 9 Mart yerine 12 Mart 1971 ve sonra 12 Eylül 1980 çıkageldi. Bu yüzden solun (tamamı değil ama) bir bölümü, Atatürkçülükle ilişkisini (tamamen değilse de) kısmen sorgulamaya başladı. Ama seçimlerden duyulan korku, sandığa yabancılık ve normal demokratik siyasete girememek alttan alta hep sürdü. 1946-50 “karşı-devrim”i ise 21. yüzyılın başlarına uzandı. AKP’nin her yeni seçim başarısında — 2002’de, 2007’de, 2011’de, 2015’te ve aynı döneme denk gelen ara seçimlerde, anayasa referandumunda ve cumhurbaşkanı seçimlerinde — hep tekrarlandı. Biriken devrimci/devirmeci umutlara karşın böyle her seçim yeni ve kümülatif bir “karşı-devrim” olarak algılandı.

- Advertisment -