Ana SayfaYazarlarBelgesel vesilesiyle (6) 1946-50’nin dış dinamikleri

Belgesel vesilesiyle (6) 1946-50’nin dış dinamikleri

 

[14-15 Haziran 2016] Son yazımda, Türkiye’nin 20. yüzyıl tarihi boyunca seçimlere neden daha çok merkez sağın sahip çıktığını anlatmaya çalışmıştım. Merkez sol farklı iktidar kaynaklarına (devlete, orduya, yargıya, bürokrasiye) yaslanıyor (ve bu bakımdan, gariptir ama, Avrupa’nın 19. yüzyıl Muhafazakâr ve Monarşistlerini andırıyor). Sosyalist sol da toplumsal ilerleme uğruna otoriter modernizmi destekliyor ve bu, seçimlere soğuk bakmak noktasında merkez sol ile buluşmasına yol açıyor. Buna karşılık merkez sağ, (19. yüzyıl Avrupa Liberalleri gibi) kendi dayanaklarını halkta ve seçimlerde aramak zorunda. Bu çerçevede, demiştim, 1946-50 dönemecine bakış da çok farklı olabiliyor. Merkez sağ için bu, iyi bir şey; demokrasiye geçiş demek. Merkez sol ve özellikle sosyalist sol ise CHP’nin “devrimci” hegemonyasını yitirmesi ve Tek Parti döneminin sona ermesinden hoşlanmıyor; bunu, geri ve cahil halk kitlelerinin aldatılması sonucu “büyük toprak ağaları ve komprador/işbirlikçi burjuvazi”nin gerçekleştirdiği bir “karşı devrim” gibi görüyor. Bu perspektif 1960’lardan günümüze kadar uzanıyor ve AK Parti’nin 2002-2007-2011-2015 seçim başarılarının da hep birbirini tamamlayarak derinleşen karşı-devrimler (veya, tek ve büyük bir karşı-devrimin halkaları) gibi görülmesine yol açıyor.    

 

Dış dünyanın, Batının ve/ya ABD’nin rolüne ilişkin tavır ve yorumlar da buna paralel. Siyaset sahnesine merkez sol kılığında çıkan askerî-bürokratik sınıf, kökeni ve olanca varlığı itibariyle özel sektöre ve piyasa ekonomisine yabancı. Kapitalizme ve kapitalistlere dışarıdan bakıyor. Her fırsatta devleti yağmalamaya kalkan hırsızlar gibi görüyor. Kendisini de (kapitalist ekonomiyi geliştirmekle değil) esas olarak devleti yağmalattırmamakla; dolayısıyla burjuvaziyi kısmen de olsa bastırmakla, kısıtlayıp denetlemekle yükümlü sayıyor. (Yeri gelmişken belirtelim; aslında bu yabancılık ve içeriden değil dışarıdan bakış, Türkiye’de CHP’nin ve/ya sosyal demokratların hiçbir zaman kapitalizmi doğru dürüst yönetememelerinin, çekip çevirememelerinin, çalıştıramamalarının en önemli ideolojik nedeni.) Buna karşılık 1945’ten itibaren yeni burjuvaziyi temsil ederek çıkagelen merkez sağ, hararetle özel mülkiyetten, girişim özgürlüğünden, piyasa ekonomisinden, dışa açılmaktan, (görece) serbest ticaretten (ithalât-ihracat üzerindeki kısıtlamaların hiç olmazsa kısmen kaldırılmasından) ve kendi sermaye birikimini hızlandırabilecek kredi olanaklarından yana.

 

Gerçi Türkiye’de liberalizmin tarihsel bakımdan hep zayıf kalması, bu program ve fikriyatın çok gür ve yüksek sesle ifade edilmesini engelliyor. Siyaset sahnesini çok uzun süre bürokrasi ve devletçilik ideolojisi doldurmuş. Yeni burjuvazi, bürokrasinin gölgesinde ve onun sağladığı olanaklarla serpilmiş. Bu yüzden devlet karşısında hep biraz ezik (ve bugün dahi öyle). Kâr amacını ve dolayısıyla kendi varlığını saf şekliyle savunamıyor; ancak “ülke ve millet yararına” diye takdim edebiliyor. Ya da, 1950’ler ve 60’larda “servet düşmanlığı”na karşı çıkmayı (yani bir “yanlış”ı hedef almayı veya negatifin negatifini dile getirmeyi) tercih ediyor. Ama sonuçta, özel mülkiyet, girişim özgürlüğü, piyasa ekonomisi, dışa açılma, serbest ticaret ve sermaye birikimi, hem Dörtlü Takrir çizgisine içeriden yansıyan yerli sınıf talepleri, hem de savaştan dünya kapitalizminin yeni hegemonik gücü olarak çıkan ABD’nin beklentileri, Avrupalı ve sair bütün mevcut ve potansiyel müttefiklerinden. Zira Amerika da hem politik hem ekonomik liberalizasyon istiyor ve bu, yeni özel sektör burjuvazisinin ve Demokrat Parti’nin temel programıyla yüzde yüz buluşuyor. Üstelik ABD, Soğuk Savaş başlarken Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşı himaye de sunmakta. Özetle, Türkiye’nin 1946-50 arası demokrasiye geçiş ve dışa açılma süreçlerinde merkez sağın Amerika’ya nasıl baktığı konusunda en ufak bir tereddüde yer yok. Yüzde yüz olumlu görüyor, dost ve müttefik kabul ediyor, hattâ özlem ve hayranlık duyuyor, kendisi için bir rol modeli sayıyor.

 

Sol tavır(lar) ise bir kere daha bunun neredeyse tam zıddı. Derin otarşik devletçilik geleneğiyle, “yerli malı yurdun malı” slogancılığıyla (“yerli ve millî” mi demiştiniz?) ve özel burjuvaziyi bir yere kadar semirtme ama aynı zamanda avucunda tutup çizmeden yukarı çıkmasını önleme iddiasıyla CHP, siyasî liberalizasyon gibi ekonomik liberalizasyona ve dışa açılmaya da şüpheyle bakıyor. Sosyalist sol ise “Amerikan emperyalizmi”nin Soğuk Savaş, Atlantikçilik, NATO ve Marshall Planı “taarruz”una toptan ve cepheden karşı. Çünkü kendini her şeyden önce “sosyalizmin anavatanı” Sovyetler Birliği’ni savunmakla yükümlü sayıyor (saydırılıyor). İkincisi, söz konusu “taarruz” çerçevesinde Türkiye’nin de (varolduğu kadarıyla) bağımsızlığını yitireceği ve dünya kapitalizmine entegrasyon sonucu yeniden yarı-sömürgeleştirileceğini düşünüyor, öne sürüyor. 1943’te Stalin’in Komintern’i lağvetmesinin ardından 1947’de Szklarska Poreba konferansıyla kurulan Kominform, sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuşmasının pek bir şeyi değiştirmeyeceği, zira neo-kolonyalizmin (yeni sömürgeciliğin) eskisincden de kötü ve sinsi olduğu tezini geliştirmekle meşgul. Türkiye de bu neo-kolonyalizmin öncelikli hedefleri arasında sayılıyor. Hepsi bir araya geliyor; (siyasî açıdan) “karşı-devrim” teorisi, (ekonomik açıdan) “yarı-sömürgelik [veya yeni-sömürgelik]” teorisiyle bütünlenip destekleniyor. Geri ve yoksul (ya da o zamanki deyimiyle azgelişmiş) ülkeler için biricik umut, emperyalist sistemden tümüyle kopup “sosyalist kamp” veya “blok”a yaklaşmak; bu sayede ayakta kalmayı başarmak. Bu alternatif senaryoda ABD kapkara. Baş düşman. Her alanda tek en kötü adam (arch-villain) rolünü oynuyor.        

  

Peki, İkinci Dünya Savaşı sonrasının bu kadar hızla ve kesin çizgilerle ayrışan dünyasına Menderes “belgeseli” nasıl yaklaşıyor? Burada şaşırtıcı bir bulanıklıkla karşılaşıyoruz. Demokrasiye geçiş elbette iyi bir şey olmaya devam ediyor. Ama ABD’nin rolü ve Marshall Planı konusunda, ilginçtir, merkez sağ söylemde hiç olmaması gereken bazı karanlık imâlarda bulunuluyor. Nedeni açık. Menderes “belgeseli” (1) Türkiye’nin darbeler ve demokrasi tarihine merkez sağ açıdan ciddi bir katkıda bulunmakla yetinmek istemiyor. Bunun üzerine (2) son bir yılın AKP açısından değişen perspektiflerini de yamamaya, bugünkü mevzilenme hep vardı gibi göstermeye kalkıyor. Bu iki tema birbiriyle uyuşmuyor. Nitekim ikincisi, asıl önemli ve görece doğru olan ilkini eziyor, darmadağın ediyor. (a) Bugün ABD, Suriye politikası ve PYD/PKK ile ilişkisi sonucu AK Parti liderliğinin gözünde giderek kötü ve olumsuz bir güç. Durum değişti de böyle oldu değil, hep böyleydi gibi resmedilmesi gerekiyor. (b) Son aylarda bir Erdoğan-Davutoğlu ilişkisi (çelişkisi) yaşandı. Erdoğan kazandı, Davutoğlu kaybetti. Bu süreçte “reisçi” söylem “hoca”yı ve “hocacı”ları Batı/Amerika taraftarı, en azından boyun eğme yanlısı, “reis”i ise bağımsızlıkçı ve bu teslimiyete karşı gibi sundu. Şimdi bu yorum da yetmiş yıl geriye taşınıp, 1946-50 koşullarında kötü İnönü kötü ABD’nin işbirlikçisiymiş, iyi Menderes ise bunu kabullenmeyen bir bağımsızlıkçıymış gibi gösterilmek isteniyor.

 

Bu da işleri fevkalâde karıştırıyor. Demokrasiye geçiş mücadelesi hem bir umudun coşkusu hem Tek Parti rejiminin (1946 seçimlerindeki yaygın sahtekârlık gibi) son direnişlerine duyulan öfkeyle anlatılmak şöyle dursun, belgesel” yer yer Mihri Belli ve Doğan Avcıoğlu’ların “karşı devrim” teorisinin kıyısında gezinmeye başlıyor. Tam oraya gitmese de, ancak cehaletin verdiği cüretle savunulabilecek ve tek tek çürütülmesi gereken bir dizi çarpıtmayı gündeme getiriyor.    

 

- Advertisment -