[28 Aralık 2016] Bir takvim yılı daha sona ermekte. Saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar, yüzyıllar, binyıllar. Hepsi insan icadı birer kolaylık, evrensel kabullere dönüşmüş birer alışkanlık veya konvansiyon, alt tarafı. Zamanı böyle ölçüyoruz, ne yapalım, reel süreçlere tıpatıp uymasa da. Şu yüzyıl kavramı. örneğin. Tarihçiler için 19. yüzyıl aslında 1801-1900 arası değil. Anlamlı bir bütünlük olarak “uzun 19. yüzyıl” 1789’da başladı ve 1914’te bitti. Çünkü Fransız Devrimi ile Sanayi Devrimi’nden türeyen süreçler, bu 125 yıla damgasını vurdu; girift bir örgü ve bir karakter, bir atmosfer kazandırdı. Benzer biçimde, bir diğer anlamlı bütünlüğü de 1914-1989 arasının “kısa 20. yüzyıl”ı oluşturdu. 1989-90’da Sovyetler Birliği dağıldı ve Doğu Avrupa komünist tek-parti rejimlerinden tekrar çok-partili demokrasiye döndü. Böylece 1770’ler ve 80’lerden bu yana mücadeleleri ve karşılıklı etkileşimleriyle dünyaya şekil veren üç büyük ideolojiden biri sahneden çekildi. İki yüz yıl önceki Sanayi Devrimin yarattığı “içtimaî mesele”den kaynaklanan sosyalizm, insanlık açısından bir alternatif olmaktan çıktı (geriye, çeşitli varyant ve mütasyonlarıyla liberalizm ve nasyonalizm kaldı). Avrupa ve dünya ölçeğinde 20. yüzyıl, (2000-2001’de değil) asıl bu olayla bitti. Dahası, bizim bildiğimiz ve tanıdığımız haliyle Modern Çağ veya Yakınçağ da bu olayla son buldu. Eski bütünlük kalmadı. Neredeyse otuz yıldır, olgun çehresinin ne olacağını henüz kestiremediğimiz yeni bir bütünlüğün kuruluş sarsıntıları yaşanıyor.
Bu büyük deprem ülkemize gecikmeli olarak yansıdı. Önce, Komünist otoriter kalkınmacılığın bizdeki (biraz daha yumuşak) karşılığı olan Kemalizm ve askerî-bürokratik vesayet rejiminin son buldu. Ama ardından, yeni bir düzenin göreli huzuru değil, başka ve bir türlü dinmeyen artçı şoklar meydana geldi. Rakipsiz kaldığını sanan ABD’nin neo-con hayalleri Ortadoğu’nun çivisini çıkardı. Arap Baharı belki kendi hamlığı ve hazırlıksızlığı yüzünden yarım kaldı. Irak ve Suriye “çökmüş devlet”lere dönüştü (failed states). Muazzam bir mülteci sorunu başgösterdi ve Avrupa’nın dengesini bozdu. Aşırı sağ her yerde yükselişe geçti. El Kaide’den ise IŞİD diye büsbütün tuhaf bir örgüt zuhur etti. 9/11 ile tırmanışa geçen İslamofobi tavan yaptı ve hele Amerika’nın gözü neredeyse başka şey görmez oldu. PKK bu koşullarda kendisi için değişik bir devletleşme fırsatı doğduğunu düşünüp yeni ve yıkıcı bir savaş başlattı. Derken Rusya devreye girdi ve Obama yönetiminin aczinden kaynaklanan bir boşluğa oturdu. Putin’in sert, agresif, amansız politikası bütün denklemleri değiştirdi. Sadece Suriye’de, bir değil, iki değil, en az beş ayrı savaşı içeren çok karmaşık bir durum oluştu: (1) Esad rejimi (ve onu destekleyen Rusya ve İran) ile Sünnî muhalif örgütler arasındaki savaş. (2) Gene Esad rejimi ve destekçileri ile ayrı bir faktör olarak IŞİD arasındaki savaş. (3) ABD ve himayesindeki PYD/YPG ile IŞİD arasındaki savaş. (4) Türkiye ve ÖSO ile IŞİD arasındaki Fırat Kalkanı savaşı. (5) Türkiye ile PYD/PYG arasındaki, henüz örtük ama her an patlak verebilecek savaş. Henüz doğrudan birbirine girmeyenler: (birkaç esrarengiz olaya karşın) Türkiye ile Suriye, bir de ABD ile Rusya. Tabii iş oraya varırsa, üçüncü dünya savaşı demek. Fakat sonuçta, eski hedefler kadük oldu. Bütün mevzilenmeler değişti. Yeni ittifak arayışları yaygınlık kazandı.
Türkiye 2002’den bu yana AK Parti hükümetleriyle bir yere geldi. Bir yandan çok iyi şeyler yaşadı, çok mesafe kaydetti. Diğer yandan, şu anda çeşitli açılardan çok kritik bir dönemeçte. Bunun en büyük nedeni, dış koşullarda son beş yılda görülen, yukarıda anlatmaya çalıştığım inanılmaz kötüleşme. Güneydoğuyu yakıp yıkan hendek-barikat savaşları bu hengâmenin içinden çıkageldi. PKK’nın ve IŞİD’in bombalı saldırıları, katliamları bu hengâmenin içinden çıkageldi. Batı medyasının akı kara, karayı ak gösteren dış kuşatması bu hengâmenin içinden çıkageldi. Nihayet 15 Temmuz darbe girişimi (ve bir kere daha Batı tarafından kâh çarpıtılması, kâh hafife alınması, kâh başarıya ulaşsa çok daha üzülmeyeceklerinin imâ edilmesi), gene bu hengâmenin içinden çıkageldi.
Hepsi çok ağır yüklerdi — ve halen de öyleler; sürekli eziyorlar Türkiye’yi. Ödettikleri en önemli bedel, AKP’yi de bunaltmış ve belirli bir tıkanıklığa sürüklemiş olmaları. 15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesinin ardından, AK Partinin kâh çeşitli politikalarında, kâh bu politikalara eşlik eden söylemlerinde (ki bir yerde onlar da politika demek) arıza işaretleri çoğaldı maalesef. Ne kadar gerekli ve kaçınılmaz da olsa, sırf FETÖ’ye yönelik cezalandırma (tutuklama, görevden alma, ordudan – polisten – yargıdan – bürokrasiden uzaklaştırma) işlemlerinin on binlere varan boyutları, en azından ilk ağızda hayret ve dehşet yarattı; hele Gülen Cemaatini sırf hayırsever hizmet çehresiyle tanımaya alışmış ve gerçek niteliği gibi gerçek boyutlarını da bilmeyen Batı çevrelerinde inanmazlıkla karşılanması, dış kuşatmayı pekiştirici etkiler doğurdu. Üzerine, tutuklamaların Cemaatin yayınlarında yazmış çizmiş (Şahin Alpay gibi) veya darbe kehanetinde bulunmuş (Ahmet ve Mehmet Altan gibi) aydınlara doğru genişlemesi bindi; üzerine, PKK’nın legal yayınlarına ifade özgürlüğü uğruna sembolik bir el uzatmış (Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay gibi) aydınlara doğru genişlemesi bindi; üzerine, en vahimi, HDP liderleri ve çok sayıda milletvekiline doğru genişlemesi bindi.
Üzerine, küçük gözüken ama çok mide bulandıran, başka bir metaforla cürmünden fazla yer yakan bir diğer etmen — asla olmayacağı başından beri belli olan, nitekim hükümetten dahi oyalama cümleleri dışında hiç destek bulmayan idam söylemini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hiç anlam veremediğim bir inat ve israrla haftalar boyu sürdürmesi bindi. Karşılığında, Batıdan da bir kere daha artılarla eksileri birbirine karıştıran (sadece idama dönüş fikrini eleştirmekle kalmayıp, OHAL’in de derhal kalkmasını isteyen) tepkiler aldı gerçi. Gene de, özellikle idam üzerinden faraza AB liderlerine çok ağır şeyler söylenmesi; böyle atılamıyacak bir adımın dahi “millî ve yerli” kırmızı çizgilerimizin vazgeçilmez bir parçası gibi gösterilmesi (ve bu arada “terbiyesiz” gibi sözcüklerin bile kullanılması) yanlıştı ve (dolar krizinin yüzde yüz kasıtlı bir “ekonomik savaş ve sabotaj” gibi gösterilmesiyle de birleştiğinde) gerek AB, gerekse ABD ile ilişkilerin giderek daha fazla sakatlanmasından başka bir şeye yaramadı. Buna, iç politikada yükselen bir ulusalcılık ve Avrasyacılık propagandası eşlik etti, ediyor. Irak ve Suriye’deki başarısızlıkların katkısı da şüphesiz büyük. Musul ve Rakka operasyonlarının reel olarak ne durumda olduğu bir yana; ABD’nin başını çektiği koalisyonun, Türkiye’yi her iki operasyondan dışladığı bir gerçek. Uçurum o kadar derinleşti ki, Fırat Kalkanı dahi artık Batı koalisyonunun değil Rusya’nın hava desteğiyle sürmekte. Öte yandan Ankara, Esad rejiminin (hep Rusya ve İran desteğiyle) Halep’te yaptıklarına da engel olamadı ve çabalarını muhaliflerin kentten tahliyesiyle sınırlamak zorunda kaldı. Bunun da yolu gene Moskova’dan geçti. Bir sonraki adım, Rusya ve Türkiye’nin Esad rejimi ile muhalif örgütlere ortak ateşkes çağrısı oldu. Böylece Putin hemen bütün kozları elinde toplamakla kalmadı. Türkiye’nin genel tavrı ve mevzilenişi (Karlov suikastinin de etkisiyle) gitgide daha fazla Rusya ile dostluğa bağlandı. Daha net ve kesin olarak, Suriye’de ABD – PYD/YPG ittifakına karşı bir Rusya – Türkiye ittifakı şekillenir hale geldi.
Kabul etmek gerekir ki bu, Türkiye’nin (a) III. Selim ve II. Mahmud döneminden; (b) asıl resmî Tanzimattan; (c) Cumhuriyetten ve (d) 1945’ten beri sürdürdüğü “Batılı aidiyet”te, şu kadarıyla dahi önemli bir değişiklik demek. Soğuk Savaş bloklarının çözülmesi hâlâ sürüyor ve bazı ülkelerin yüzer-gezerleşmesinde somutlanmaya devam ediyor. Geçmişte 24TV’deki Serbestiyet programımızda birkaç defa söylediğim gibi, genel ahlâksızlaşma (ya da “temiz müttefik” diye bir şey kalmaması) da bu rastgeleleşmeye katkıda bulunuyor. Batı’yı ikiyüzlü ve çifte standartlı tavırlarından ötürü beğenmiyoruz, peki; ama bütün “görece kapalı toplum” özellikleriyle, amansız ve insafsız yırtıcılığıyla, Çeçenistan, Ukrayna ve Kırım’da yaptıklarıyla, sporda bile ne kadar yozlaştığı uçsuz bucaksız doping skandallarıyla ortalığa çıkan Rusya daha mı tercihe şayan bu açıdan? Değil tabii; ne ki, tek el şaklamaz misali, birinin günahları diğerini örtüyor; Batının tutarsızlaşması ve kendi tarihsel değerlerine yabancılaşması, Putin’in Makyavelizmine çanak tutuyor ve Türkiye’deki koyu liberalizm düşmanı hayranlarının önünü açıyor, “millî çıkarlar” adına, İttihatçı proto-faşizminden türeme tipik bir amoral (ahlâküstü) realpolitik’çiliği pompalamalarını mümkün kılıyor.
Kısa vâdede böyle, ama orta ve uzun vâdede ne olur; olanca tarihsel ve kültürel birikimleriyle bu ülke, bu sefer kendine son derece ters bir “Rusya’ya vasallık” konumuna ne kadar yaklaştırılabilir, bakalım, göreceğiz. Madalyonun diğer yüzünde, güncel siyasetten ayrı bir köşede ise AKP’nin anayasa değişikliği teklifi duruyor. Şimdiden Meclis komisyonunda bazı değişikliklere uğradı gerçi. 21 maddeden 18’e indi; bazı rötuşlardan geçti. Bazıları olumlu, bir iki tanesi olumsuz ve hem de hayli olumsuz. Her halükârda, demokrasinin iki ana varyantının birinden diğerine, mevcut parlamenter sistemden bir başkanlık sistemine geçişi öngörüyor.
İç ve dış politikaları ayrı, bu anayasa ve başkanlık sistemi meselesini ayrı tartışmaktan yanayım. Ama öyle veya böyle, canalıcı bir değişim ve dönüşüm noktasındayız. Son on dört yılın gelişme çizgisini dümdüz geleceğe uzatmak pek mümkün gözükmüyor.