Ana SayfaYazarlarBen de bir troldüm

Ben de bir troldüm

Eh, özel bir cins trol diyelim. Biyolojik tasnifin en alt ve dar katmanı olarak tür (species) demedim; onun bir çentik üzerinde, biraz daha geniş bir kategori olarak cins (genus) dedim. Nisbeten terbiyeli, teorik bir trol. 1970’lerin ikinci yarısında; 12 Eylül 1980 darbesinden önceki beş altı yılda. Üzerinden 40 yıl geçmiş. Hatırlamaya ve yüzleşmeye değer buluyorum.

[2 Haziran 2020] Troller, biliyorsunuz, Germen-İskandinav folklorundaki orman cüceleri. Günümüzden kabaca 100,000 – 30,000 yıl önce Avrupa coğrafyasında Neandertaller ile Homo sapiens birlikte yaşıyordu. Sonra Neandertaller yokoldu. Biz, yani Homo sapiens, dünyada yalnız ve yakın akrabasız kaldık. Neandertallere dair anılarımızın trollerde yaşadığı sanılıyor. Belki de Homo sapiens’in bilinçaltındaki ilk ırkçılık katmanını oluşturuyor.

Geçenlerde bir grup arkadaş aramızda konuşuyor, daha doğrusu yazışıyorduk. Konu prehistorik troller değil, doğrudan günümüz medyası ve trolleriydi. Geçmişte yakından tanıdığımız, askerî-bürokratik vesayete karşı demokrasi safında birlikte yer aldığımız, aynı gazetede yazdığımız, ya da röportaj verdiğimiz veya televizyon programına konuk olduğumuz birkaç isim üzerinde duruluyordu. Şimdi çok başka yerlere uçmuşlardı. Nasıl yapabiliyor, böyle olabiliyorlardı? Sırf bir maddî çıkar ilişkisi miydi? Bilerek mi yalan yazıyorlardı? Yoksa konumları ve söylemlerine gerçekten inanıyorlar mıydı? 

Kendimce cevap vermeye çalıştım, belki benden biraz daha materyalist yorumlara yatkın muhataplarıma. Çıkarcılık, demeye getirdim, vardır tabii (ve buna ayrıca değinebilirim). Ama esas açıklama olamaz. Birincisi, kimse kasıtlı ve bilinçli bir yalancılığı çok uzun süre devam ettiremez. Artık benimsemediği bir paradigmayı inatla savunamaz. Pörsür, sarkar, buruşur. Açık verir şuradan buradan. İkincisi, sırf çıkar ilişkisi 20. yüzyılın otoriter rejimleri ve kişiye tapma kültlerinin, bırakın geniş halk kitlelerini, milyonlarca aparatçik’i nasıl kadrolaştırıp seferber ettiğini açıklayamaz.

İman başattır; bu işin olmazsa olmazıdır. Kendi içinde çeşitli aşamalardan geçer. Muhtemelen söz konusu lidere gerçekten ve çok ciddî surette hayran olmakla başlar. Ortada bir akım, bir hareket, bir parti vardır. Önce aklen, vicdanen bu mücadele içinde yer alınır. Daha sonra, tabii ideolojisine göre, bazı durumlarda aidiyet kollektiften bireye akar. Partiye bağlılık, lidere (ve liderin kendinde vehmettiği misyona) bağlılığa dönüşür. Bu noktada, artık her bir siyasî adımı kendi içinde tartmaktan, doğru mu yanlış mı diye yargılamaktan vazgeçilir. Lider belirler. Lider öyle istiyorsa doğru demektir. Çin 1966-1976 arasında Büyük Proleter Kültür Devrimi diye bir facia yaşadı. Bizzat Mao başlatmıştı, “revizyonistler” ve “kapitalist yolcular” diye gördüğü (Liu Şaoşi ve Deng Şiaoping gibi) rakiplerini parti içinde altedemeyince kitlesel şiddet sayesinde yıkabilmek uğruna. ÇKP’nin üst düzey kadrolarının büyük bölümü, bütün içsel kuşku ve tereddütlerine rağmen Mao’nun peşinden gitti. Sonra, Mao 1976’da öldüğünde Politbüro derhal durdurdu Kültür Devrimi felâketini. Derken herkes özeleştiri yapmaya başladı. O sırada yaşlı ve kıdemli komünistlerden biri, niçin ve nasıl sürüklendiğini (Mao’yu kastederek) “O kadar çok olayda hep haklı ve doğru çıkmıştı ki, bu sefer de bir bildiği vardır diye düşündüm” sözleriyle açıklamıştı.  

En kritik cümle budur benim için. Yaşadıklarımız karşısında, farklı mahallelerin ayrı kökenlerden gelişip giderek buluşan ve kesişen hayat tecrübeleri karşısında… en masum olanımızın bile içtenlikle, inanmışlıkla kuracağı temel cümledir. İşte bir yere kadar bu güven ve özgüvenle gider insanlar. Fakat gene yukarıdaki örnekte imâ edildiği gibi, o muazzam inanış ve bağlanış bir yerden sonra sarsılmaya başladığında ne olur? Bu noktada yoldaşlar ikiye ayrılır: realistler (= ampirisistler; ahlâküstücü, amoral Makyavelistler) ve idealistler (= teorisistler; çok uzun süre içselleştirdikleri dâvâdan kopamayan ütopyacılar). Birinciler için, evet, çıkar giderek ağır basar. Bunu da illâ şu kadar maaşa, şöyle bir villaya, bir zamanlar Sovyetlerdeki Nomenklatura’yı karakterize eden türden ayrıcalıklara indirgememek gerekir. Herhalde iktidara, özel bir çevreye, dar bir halkaya mensubiyetin; “etkili” ya da “sözü dinlenir” sayılmanın ve “ekran yüzü” haline gelmenin; kendi astları olmasının ve onlara emir verebilmenin manevî tatmini, en az bunlara eşlik eden maddî tatminler kadar, belki daha büyüktür. Liderin eteklerine tutunarak yükselmişlerdir ve gidecek başka yerleri yoktur. Onsuz, gerçek çapsızlıklarına, zavallılıklarına indirgenirler. (Bir Yagoda, bir Yezhov, bir Jdanov, bir Voroşilov nedir Stalinsiz? Kolayı var; oturup Stalin’in Ölümü filmini seyredin veya tekrar seyredin.) Dolayısıyla halen nemalanmak kadar, asıl cezalandırılmamak (iktidar cennetinden kovulmamak, düşmemek, her şeyi bir çırpıda yitirmemek) önemlidir.

İkinci gruptakilerin durumu ve sorunu daha karmaşıktır. Bunlar görece entellektüeldir; müktesebatlarına göre değişse de, fikir, düşünce, içsel tutarlılık diye bir meseleleri vardır (olması gerekir). Dolayısıyla ilk ateşli bağlanışı (gençlik heyecanını mı desek?), en azından bir kısmında tek tük soru işaretleri izlemeye başlar. Giderek çoğalır ve tehlikeli boyutlara ulaşır. Bu soru bana, kendi düşünsel dönüşümüm bağlamında çok soruldu: kendi kafanızda ne zaman ayrı düşmeye başladınız, mensup olduğunuz Maocu hareketten? Ama bu madalyonun sadece bir yüzüdür ve o kadar ilginç değildir aslında. Başlar işte; yeni ve aykırı fikirler nasıl gelirse gelir. Asıl ilginç olan madalyonun diğer yüzüdür: içinizde kopmaya başlayan fırtınaları nasıl bastırabildiğiniz; âdetâ beyninizin iki lobu arasında bölünmüş, şizoid bir varlık biçimini ne kadar sürdürebildiğinizdir.

Bu da son kertede patika bağımlılığına (path dependency) dayanır. Bizatihî mahalleye yerleşmişlik ve bir cemaate intisap etmişlik insanı kuşatır, sarıp sarmalar. Biraz boşanma sıkıntısı gibi, ama bin beteridir. Günlük hayattaki bütün kolaylık ve kanıksamışlıklarınızdan kopmayı göze alamazsınız. Arkadaşlarım/ız ne diyecek? Kaynanam, kayınpederim ne diyecek? Çocuklarımıza nasıl izah edeceğiz? Ben bu çevre dışında neyim ki? Sıfırdan başlayabilir miyim? (1980’lerin ikinci yarısında Aydınlık çevresi kısmen dağılırken, şimdi hayatta olmayan çok zeki, çok kinik (cynical), çok Makyavelist bir arkadaşım, aynen böyle, tamı tamına bu sözcüklerle anlatmıştı, hemen bütün düşüncelerinden ve ayrıca kişiliğinden nefret ettiği Doğu Perinçek’ten gene de neden kopamayacağını. “Halil, sen tarihçisin, akademik özelliklerin var, parti dışında bir hayatın var. Benim yok. Benim sözümona elektrik mühendisliğim, buzdolabı tamirciliğinden başka neye yarar?”) Böyle karakter ve kişilik trajedileri yaşanır. Binbir bağ sizi geri çeker. Girilen mecradan çıkamamayı, geri dönüş yapamamayı empoze eder.

Gene de aydın, okur yazar takımı için, asıl belirleyici olan, paradigmatik körlük dediğimiz zihniyet yapısıdır. Her sabah kendini yeniden ikna etmekle perçinlenir. Bu perçinleme de başkalarına, ötekilere, ideo-politik düşmanlara saldırı yoluyla sağlanır. (Adım adım yaklaşıyoruz, son dört beş yılın trolleşmesini anlamaya.) Kendimden örnek vereyim; bir zamanlar ben de bir cins troldüm derken ne kastettiğimi açmaya çalışayım. 1973-1980 arası, Solda fraksiyonlaşmanın doruğuydu. Henüz kimse bilmiyordu ama kapitalizm değil komünizm dünya çapında çöküşe gidiyormuş meğer. Belirgin tezahürü, sosyalist ülkelerin ve uluslararası komünist hareketin parçalanmasıydı. Paralelinde, Türkiye’de sosyalist solun kendi içinde 50 küsur gruba bölündüğü bir dönem yaşanıyordu. Hepsi aynı boy ve ağırlıkta değildi kuşkusuz. Üçgenin bir köşesinde, üç Sovyet taraftarı parti vardı: TKP, TİP ve TSİP. İkinci köşesinde, (Mahir Çayan’ın THKP-C’sinin türevleri diyebileceğimiz) Dev-Yol, Dev-Sol ve Kurtuluş. Üçüncü köşesinde de Maocu akımlar. Çıkardıkları haftalık dergiler itibariyle: Halkın Sesi, Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği. Bütün bu toz dumana dışarıdan bakabilenler tarafından, topluca “Halkın Sülâlesi” diye anılıyorlardı.

Ben de bunlardan birini, Halkın Sesi’ni çıkaran ekip içinde çalıştım galiba iki yıl. Hapisten 1974 affıyla çıktım; 1975 yazında dört ay askerlik yaptım; 1977 sonbaharında ise yeniden sınava girip Ankara SBF’deki eski kürsümün asistanlığını tekrar kazandım. İşte o 1975 – 1977 arası, yani 28-30 yaşlarım olmalı. İmzasız yorum ve haberlerle kimbilir kaç sayfasını doldurmuşumdur, düşünmek istemiyorum. Ama (başka kimse adına değil, sırf kendim için konuşayım) ruh halimi çok iyi hatırlıyorum. İki köşetaşı vardı her haftanın gündemine bakışımın. Bir: dünyada ve Türkiye’de bizi doğrulayacak (Maoculuğu, Sovyet sosyal emperyalizmi teorisini, Üç Dünya teorisini vb doğrulayacak) neler oluyor? İki: ötekilerimiz ne demiş, ne yapmış son yedi gün içinde? Biz yüzde yüz doğru Marksistiz ya; bütün o revizyonist ve oportünistler, sınıf düşmanlarımız, neler yazmış çürütülmesi gereken? Önüme diğer fraksiyonların çıkardığı yığınla dergiyi alıyor, tarıyor ve önemli gözüken yazılara böyle bakıyordum açıkçası. Cidden okumak ve üzerinde düşünmek için değil. Bir şeyler öğrenmek için, maazallah, hiç değil. Sadece zaaflarını saptayıp nereden vuracağımıza karar vermek için. Bir şeytan taşlama egzersiziydi açıkçası. En önemlisi, kendimi ve kendi şüphelerimi düşünmeme olanak bırakmıyordu.

Budur işte, her sabah ötekilere, düşmanlara saldırmak suretiyle kendini yeniden ikna etmek.

Onun için, şimdi kamusal alanı bu kadar kirletmelerine hayıflandığımız medya trollerini çok iyi anlıyorum. Ruhlarını tanıyorum, bu gibilerin. Habire hedef ve düşman aramalarının çok güçlü, çok önemli bir nedeni var. Yukarıdan talimatı aşan bir neden. Her sataşma ve lâf atmalarıyla, her küfür ve hakaretleriyle aslında varoluşsal (existential) bir şey yapıyorlar. Nefret üzerinden şüphelerini bastırıyor, patika ve paradigma bağımlılığını pekiştiriyor, kendi kendilerini teyid ve tesis ediyorlar.

Öyle çok esrarengiz bir şey değildir trollük. Tersine, Hannah Arendt’in Eichmann dâvâsını izledikten sonra genel olarak kötülük (evil) için söylediği gibi, çok sıradan, çok harcıâlem (banal) bir şeydir. Elbette ihtiras ve açgözlülük, dolayısıyla haysiyet ve seviye farkları olabilir. Yelpazenin bir ucunda, ne kadar alçabileceğin, ya da diğer ucunda, asgari bir vekarı ne kadar koruyabileceğin, karmaşık belirlenimlere bağlıdır. Biraz da eğitim ve aile terbiyesiyle ilişkilidir kuşkusuz.

Ama son tahlilde, kitlesel iletişim araçlarındaki muazzam gelişmeler sayesinde 20. ve 21. yüzyıllar biraz da bir troller çağıdır. Her dâvâ, her dogmatik militanlık, her kapıkulluğu, her ideolojik silâhşörlük kendi trollerini üretir.

- Advertisment -