[11-12 Kasım 2016] Belki ilk söylenecek şey, henüz bu soruların cevabının büyük ölçüde belirsiz olduğu. Trump kendini (herhangi bir şeye) “pro”luk değil (hemen her şeye) “anti”lik üzerinden belirledi. ABD siyasetinde eprimişliğin, kanıksamanın yarattığı bir boşluk gördü ve olanca hırsıyla bu fırsatın üzerine atladı. Bazı sezgiler dışında, sistemli bir ideolojisi ve programı olmadı. Dünkü yazımda, Mussolini veya Hitler gibi iyiden iyiye düşünülmüş bir teorisi olmadığını; olsa olsa, 20. yüzyıl başlarının proto-faşizminden kafasında dağınık parçacıklar taşıdığını söylemiştim. Bunları ABD’nin somut gerçekliğine adapte ederek kullandı ve bir partiye dahi yaslanmaksızın, hayli örgütsüz bir sokak (pleb) hareketiyle iktidara uzandı. (Pleb eşittir halk, öyleyse haklı ve doğru mu demek? Seçim olayının kendisi demokrasi, dolayısıyla bu tercihe ve meşruiyete saygı göstermemiz lâzım; ama bu, kazananın sırf halk tarafından seçildiği için “demokrat” olduğu anlamına gelebilir mi? Bu noktaları şimdilik sadece kaydediyor ve belki üçüncü, hattâ dördüncü bir yazıya bırakıyorum.) Bazı yorumcular Trump’ın karşı çıktığı establishment’ı (kurulu düzeni, yerleşik eliti) kestirmeden “liberal” diye niteliyor (bunun izlerini Ceren Kenar’ın “mızıkçı liberaller”den şikâyet eden Obama’nın yenilgisi yazısında da görmek mümkün; bkz Serbestiyet, 11 Kasım 2016).
Bence bu ciddi ve gerçekçi bir tesbit değil; daha çok, günümüzün yükselen liberal/izm düşmanlığı ve kötülemelerinin bir parçası. Yanlışlığının bir nedenini, aynı gün Adam McConnel açıkladı: Amerika’nın en büyük (ve en muhafazakâr) zenginleri esas olarak Cumhuriyetçi Parti’yi tutar (bkz Schadenfreude sharks, part 2). Kendi payıma — Trump’ın göreli partisizliğinden, herhangi bir parti aygıtının ciddî desteğinden yoksunluğundan buraya gelerek — McConnel’ın tesbitine (belki, Akın Özçer’in de üzerinde düşünmek isteyebileceği) şu hatırlatmayı da eklemek isterim: aday adaylığını ilân ettiği andan itibaren, evet, Demokrat eğilimli liberal medya tarafından çok dışlandı, aşağılandı, karikatürize edildi ama, bir bakıma asıl hayat memat mücadelesi Demokratlarla değil, ona sahip çıkmayan “kendi” partisiyle, Cumhuriyetçilerle oldu. Bilinen öyküdür: Weimar Cumhuriyeti’nin eski Prusyalı devlet muhafazakârları (generalleri, yargıçları, bürokratları) ve işadamlarının Hitler’e yaklaşımında da belirli bir tedirginlik söz konusuydu. Bu onbaşı da nereden çıktı; her neyse, topladığı ayılar (SA’lar) belki Kızılları ezmeye yarar; o amaçla kullanır ve atarız… diye bakıyorlardı. Aynı iyimserlik, 1922’de başbakanlığı tepsi içinde Mussolini’ye hediye eden Kral III. Viktor Emmanuel ve (olanca dekadansı ve hunharlığı bazı Visconti filmlerinde, en son L’Innocente’de [Masum/lar] anlatılan) İtalyan aristokrasisi için de geçerliydi. Tabii pek öyle olmadı; sonuçta kim kimi kullandı ve pençesine aldı, orası ayrı bir mesele. Ama şu kadarını kabul edelim ki, Cumhuriyetçi establishment’ın — veya establishment’ın Cumhuriyetçi kesiminin — Trump’a tepkisi, 19. yüzyıl tarzı geleneksel İtalyan muhafazakârlığının Mussolini veya Hindenburg’un temsil ettiği Junkers sınıfının Hitler karşısındaki şüpheciliğinden çok daha sert (çok daha az oportünist) oldu. Kanımca bunun ikili bir izahı var: (a) genel olarak Amerikan demokrasisi, (Trump’a rağmen) iki dünya savaşı arasındaki yılların İtalya ve Almanya’sından çok ileri; (b) 1917 Bolşevik Devrimi sonrası Avrupa’yı saran “Kızıl Korkusu”nun (the Red Scare) bir benzeri, (“yabancı/göçmen/Müslüman/terörist” korkusu ne kadar pompalanırsa pompalansın) bugün mevcut değil. Her halükârda, birincisi, Trump’ın güvenilir bir Cumhuriyetçi şeceresi yoktu geçmişten gelen. Zira hep bir tür haric-ez defter reaya (timar defterine kayıtlı olmayan Osmanlı köylüsü), yüzer-gezer bir serseri (hakaret olarak değil, kelime anlamıyla söylüyorum; bir vagrant veya vagabond) olarak davranmış; politikaya tamamen pragmatik ve çıkarcı bir şekilde, neresinden dalarım da kendime yontarım diye yaklaşmış; hattâ bir ara Demokrat bile olup çıkmıştı. İkincisi, Cumhuriyetçi kesildikten sonra bile, söylemi ve davranışlarıyla parti hiyerarşisine zerrece saygı göstermiyordu. Üçüncüsü, söz konusu söylemin pek çok unsuru, neo-con’larla, “W” Bush’la, sofu Hıristiyanlık üzerinden ve Tea Party cereyanıyla giderek sağa kayan Cumhuriyetçi Parti’nin de çok daha sağında pozisyonları temsil ediyor; başka bir deyişle, daha standart Cumhuriyetçilerin içlerinden geçse bile “siyasî nezaket” (political correctness) yüzünden dile getirmeye cesaret edemiyeceği şeyleri, olanca yontulmamışlığı içinde Trump dangıl dungul söyleyiverdiği için (taraftarları hariç) herkesi ya kızdırıyor ya bir parça korkutuyordu.
Öyle veya böyle, Cumhuriyetçilerin liderleri daha baştan tavır aldılar, dış uzaydan gelen Trump alien’ı, “yaban”ı ve bilinmeyenine karşı. Fakat kısmen de paralize oldular, ne yapacaklarını bilemediler, her adımda kararsızlık içinde kaldılar. Kimi alternatif çıkarabiliriz diye tereddütlü arayışlara girdiler; iki değil üç aday adayı yelpazesini uzun süre korudular; hemen bütün ön-seçimleri süpürdüğü halde, son anda Cumhuriyetçi Parti Konvansiyonu’nda nasıl durdurabiliriz diye debelenip durdular. Parti adaylığını aldıktan sonra bile benimsemediler, içlerine sindirmediler. İlk yazımda belirttiğim gibi, hele Trump’ın “soyunma odası” muhabbetleri, ardından geçmiş cinsel saldırganlık ve elle tâciz vukuatı ortaya döküldüğünde, otuz küsur senatörle birlikte Paul Ryan ve John McCain gibi en kıdemli isimler de dahil, Cumhuriyetçilerin pek çok ağır topu uzaklaştı Trump’tan. Biraz daha kuşbakışı bakarsak, Trump bugüne kadar entellektüel ve programatik bakımdan pek beslenmedi Cumhuriyetçi Parti’nin ana çizgisi ve ekseninden. (i) Trump’ın etrafında neredeyse kendisi kadar mütecaviz bir seçim kampanyası ekibi oluştu, ama seçim sonrasında ne yapacağı üzerinde çalışan bir hazırlık ekibi oluşmadı. (ii) Kampanyanın kendisi “anti” saldırılarla götürüldü, ama (Müslümanlara, Meksikalılara ve diğer yabancılara, off, neler neler yapılacağı dışında) spesifik politikalar ortaya çıkmadı.
Trump’ın ekipsizliği ve programsızlığı, son durum itibariyle onun hem zayıf, hem güçlü yanı. Bir yorum, ultra-sağcılığını fütursuzca sürdüreceği ve Amerika’yı da, dünyayı da bu şekilde yönetmeye kalkacağı şeklinde. Bu çerçevede kendisine bir yandan Paul Wolfowitz gibi hâlâ ortalıkta olan eski neo-con’lar; diğer yandan müfrit Tea Party’ciler ve/ya ancak “kazma” diye tarif edebileceğimiz sağın sağı Cumhuriyetçiler (örneğin Newt Gingrich’ler, Mike Huckabee’ler, Chris Christie veya Sarah Palin’ler, kısa aday adaylığı sırasında dünyadan habersizliğini gözler önüne seren Ben Carson’lar); üçüncü bir kategoride, kafa yapısı kendisini andıran, servetine mağrur petrol zenginleri ve çevrecilik düşmanı sanayiciler yakıştırılmakta. Öyle ki, bunların bir bölümü yanında Dick Cheney ve Donald Rumsfeld’ler çok sofistike kalır. Ama tabii bambaşka bir olasılık da var: Trump’ın daha seçim sürecinde etrafında toplanmaya başlayan bazı eski, orta yolcu, Demokrat Parti’de umduğunu bulamamış Demokratlara meyletmesi ve onlar üzerinden (taraftarlarını hayal kırıklığına uğratıp “bak, o da sisteme teslim oldu” diye bağırttırmak pahasına) dümeni daha sağa değil biraz daha ortaya kırması. Pekâlâ yapabilir, çünkü katı bir doktrin ve program adamı değil; tersine, kendi kişisel başarısı peşinde. Nitekim son günlerdeki yumuşaklığı, barışma ve uzlaşma gösterileri; Beyaz Saray ziyaretinde gerek sözleri gerekse vücut diliyle alttan alması; Obama’yla tanışıp görüşmesinden “büyük bir onur” diye söz etmesi, hattâ kendisine karşı sokağa dökülen protestocuların ise “tutku”sunu övgüyle anması (Cumhurbaşkanı Erdoğan bundan bir ders çıkarsa mı acaba?); en ilginci, Obama’nın hep lânetlediği sağlık reformunun şimdi bazı esasllarını koruyabileceğinden dem vurması… belki biraz böyle bir arayışı, ya da en azından ilk ağızda meşruiyetini perçinlemeyi öne aldığını yansıtmakta.
Son bir not. Türkiye’deki bir yoruma göre, Trump genel bir Cumhuriyetçi şahlanışını temsil ediyor; Demokratların aczi ve zaafı karşısında, Amerika’nın kaderine, bizatihî devlet ve üstelik emperyal devlet olma iddiasına Trump üzerinden Cumhuriyetçi Parti’nin sahip çıkmasını yansıtıyor. Yukarıda anlatmaya çalıştığım hemen herşey açısından, bu yorum da yanlış. Bir kere, Cumhuriyetçiliğin yeni ve daha sağlam bir emperyal vizyon geliştirdiğinden, ABD’nin küresel iddiasını ciddî surette tazelemeye giriştiğinden söz edilemez; Cumhuriyetçi Parti’nin hemen hiçbir farklı dış politika netleşmesi yok şu anda. İkincisi, Trump’ın böyle bir netleşmeyi temsil ettiğini, Cumhuriyetçi Parti’nin de gelip buna sarılacağını söylemek ayrıca çok zor. Ama bunun ayrıntılarına, daha çok üçüncü yazımda girmeye çalışacağım.