[24-25 Kasım 2015] Anılarımda gitgide daha çok gezinir oldum. Hiç olmadık bir ayrıntı, bir ses, bir renk, kısa bir görüntü, lâf arasında geçen bir ifade, çoktan unuttuğumu sandığım şeyleri çağrıştırıyor. Abdullah Kıran’ın son yazısında (Bir yeminin serencamı, 24 Kasım), Andımız’ın nesiller boyu yarattığı “ahlâkî tahribat” sözcükleri takıldı kafama. Bir meslekdaşımla yemeğe gittik; sohbet Ruslardaki Türk/iye ve Türklerdeki Rus/ya algısı etrafında döndü. Öğleden sonra da, tesadüf, Suriye sınırında bir Rus uçağı düşürüldü — ve benim de başıma bir taş düştü sanki. Galiba üçü çakıştı; aklım birden 58 yıl geriye ve çok derinlerde gömülüyken ansızın olağanüstü netlik kazanan bir görüntüye gitti.
Bir zamanlar Soğuk Savaş vardı. Eisenhower döneminde (1953-61) Türkiye, ABD’den gecikmeli olarak yayılan McCarthyciliğin ve “İkinci Kızıl Korkusu”nun etkisine girdi. O yılların anti-komünist neşriyatı tam bir pislik ve bayağılık nümunesidir. Bugün gerek oligarşinin “merkez” medyasına, gerek Demirtaş ve Yüksekdağ’ların yalan ve adîliklerine çok sinirlendiğim anlarda, yok, diyorum kendi kendime, sakın sen de “hiç bu kadar kötü olmadı” efsanelerinin bir başka türüne kapılma, çünkü aslında bin beterini görmüş bulunuyorsun. Hakikaten, şimdi gazete arşivlerine girip de okusanız, inanamazsınız o “Moskof” edebiyatının sefilliğine. Bir unsuru, taban katmanı, Büyük Petro ile gelişip güçlenen Çarlığın, 1700’lerin başlarından 1917 Bolşevik Devrimine kadar uzanan iki yüz yıl boyunca Kırım, Kafkasya ve Balkanlara yayılıp Boğazlardan “sıcak denizlere” geçiş aramasıyla Osmanlı İmparatorluğu üzerinde oluşturduğu tehdidin — bu arada özellikle 1768-1774 savaşının, Sinop Baskınının, 1877-78 “Doksanüç Harbi” bozgunlarının ve Haziran 1908’deki Reval [Tallinn] Mülâkatının — önce Tanzimat elitleri, ardından birinci (İttihatçı) ve ikinci kuşak (Kemalist) Türk milliyetçilerinde uyandırdığı korku ve tepkiydi. Bunun üzerine, Stalin’in 1945 sonrasında belirginleşen hegemonyacılığı binmiş; Boğazlara ve Doğu Anadolu’ya yönelik talepleri, Türkiye’nin Batı kampına kayması ve NATO’ya girmesini hızlandırıcı bir rol oynamıştı. Bunun ideolojik sonucu ve yansıması ise, Çarlığa düşmanlık ile Sovyetlere düşmanlığı örtüştürüp “değişmez jeopolitik konum ve kaderimiz” sosuna bulayan mide bulandırıcı bir “Ruslar geliyor” karışımıydı. Benim yirmi beş küsur yıldır sosyalizm ve komünizm konusunda nerede durduğum hayli açık olsa gerek. Ama şimdiki aklımla (ve çocuk değil de yetişkin olarak) 1950’lere geri gidecek olsam, ister DP ister CHP gazeteleri ve muharrirlerinin kaleminden damlayan öyle pespaye bir “gomonistler” cıvıklığıydı ki, bir demokrat olarak o saflara geçebilir miydim; hayır, sanmıyorum; Tony Judt’ın Fransız entellektüellerinde gözlediği “anti-anti-komünizm” herhalde beni de içine alırdı.
Bir zamanlar ilkokul, orta okul ve lise bitirme sınavları vardı. Şimdiki gençler inanmayacak ama, henüz test sistemi girmemişti Türkiye’ye (ben hayatımda ilk defa, 1957’de İzmir Koleji’ne [şimdiki BAL ya da Bornova Anadolu Lisesi] girerken test diye bir şey gördüm ve sonra da galiba 1961-64 arasında Robert Kolej’deyken Amerika başvurularım çerçevesinde PSAT ve SAT’larla karşılaştım). Kitap okur ve kompozisyon yazar; sınavlarda öğretmen soruları tek tek dikte eder ve biz de altına, kelime, cümle, paragraf gibi yapıtaşlarından oluşan metinleri (elle) kaleme alırdık. Bütün maddî olanaksızlıklarına karşın daha iyi bir öğrenim sistemi miydi, bilemiyorum; ama bazı bakımlardan daha sıkı bir sistem olduğu açık. Sonradan getirilen birçok kolaylık yoktu; ders geçme yoktu örneğin, kurul kararı yoktu, borçlu geçme yoktu, sonsuz ve sınırsız öğrenci afları diye bir şey yoktu. Tek bir dersten kırık alsanız “ikmale” kalır; yaz sonundaki “ikmal [bütünleme]” sınavını da veremezseniz toptan çakar ve bütün yılı baştan okurdunuz. 24-26 milyondan 70-80 milyona çıkmış bir Türkiye’de bunların hiçbiri olmaz, biliyorum. Olsun da demiyorum zaten; böyleydi diye kaydediyorum, o kadar. Ve işte, herhalde Fransız bakalorya sisteminden mülhem bu ilk-orta-lise bitirme sınavları da aynı Fransız tipi sıkılığın bir parçasıydı. Ciddi ve ürkütücü sınavlardı bunlar; 5’inci, 8’inci ve 11’inci sınıfların sonunda, bütün normal derslerinizi verir ve bir de bu sınavlara girerdiniz, haftalar boyu. İlkokulu bitirirken dahi, kuyrukta bekler, sıranız gelince çağrılır, tek başınıza salona girer ve öyle kendi öğretmeniniz değil, hattâ herhangi bir tek öğretmen de değil, mutlaka dışarıdan bir mümeyyizi de içeren üç kişilik bir heyet karşısında, tahta önünde sözlüye tâbi tutulurdunuz.
1957’de ilkokul 5’in sonuna gelirken henüz on yaşımdaydım. Evde annemle başbaşaydık; babam 1951-52 TKP tevkifatında yediği cezanın son altı ayını, temyizin onamasının ardından Nevşehir’de yatıyordu. Beni bitirme sınavlarına aylar boyu (birkaç yıl önce kaybettiğimiz) Aslan amcam çalıştırdı. İzmir’deydik; biz Pasaport’ta, Atatürk heykelinin hemen karşısında, sanırım o da Asansöre yakın bir yerde oturuyordu. Alsancak’ın ünlü Gazi İlkokulu’nda sabahçıydım; öğlen eve döner, yemek yer ve hemen amcama yollanırdım. Her gün birkaç saat, her dersi ünite ünite gözden geçirirdik. Tek öğrencili bir özel dershaneydi, henüz dershane nedir bilmeyen Türkiye’de. Tam bir repetitördü; hiç tahammül etmezdi herhangi bir hatâma. Sonuçta, bütün kitap ve defterlerimin üzerinden en az iki, belki üç defa gitmiş olmalıyız. Kayıtsız şartsız nefret ettiğim, Yurttaşlık Bilgisi’ydi. Bir kere bu ad çok yanıltıcıydı; yurttaşlıkla ilgili hemen hiçbir şey yoktu içinde; aslında bir Devlet Bilgisi dersi ve kitabıydı. Fakat o yaşlarda bir çocuk ne anlar, devlet teşkilâtından? Hele en ufak bir kavramsal sunuş ve açıklama yoksa? Merkez teşkilâtı ve taşra teşkilâtı, tek tek bakanlıkların görevleri, valilerin görevleri, vali yardımcılarının görevleri, kaymakamların görevleri, belediye başkanlarının görevleri, il genel meclislerinin görevleri, belediye meclislerinin görevleri, bütün bakanlıkların il düzeyindeki genel müdürlüklerinin görevleri, sonra ilçeler, nahiyeler, köy muhtarlık ve ihtiyar heyetleri… Kimi üç, kimi beş, kimi sekiz madde altalta sıralanıyordu. O soluk sayfalar ve siyah puntolu maddeler hâlâ gözümün önünde. Rasyonel biçimde, anlayarak öğrenmek mümkün değildi; ezberlemekten başka bir çareniz yoktu; ben de ezberledim o zaman, noktasına virgülüne varıncaya kadar. Ha, evet, bir de politika fasılları vardı, seçimler, Demokrat Parti, Bayar, Menderes, NATO, Hür Dünya, Kore Savaşı, komünizm tehlikesi filanla ilgili. Bak, onları hiç ezberlemeden çok iyi biliyordum işte. Ama tabii tam karşı taraftan ve farklı bir terminolojiyle. Zira bizim evde Demirperde, “doğru” adıyla sosyalist ülkeler diye; Doğu Avrupa’daki Sovyet peykleri de gene “doğru” adı halk demokrasileri diye anılırdı.
Geldik, Yurttaşlık Bilgisi sınavına. Sınıf öğretmenim Sekine [Dağlar] Hanım, gene bizim okuldan bir başka öğretmen, bir de hiç tanımadığım bir adam, bir erkek mümeyyiz; biraz kara kuru, sert görnümlü bir tip diye anımsıyorum. Girdim; hiç vakit kaybetmeksizin zırt diye sordu: Komünizmi, Sovyetler Birliği’ni, peyklerini ve Türkiye için nasıl bir tehlike oluşturduklarını anlat bakalım. Düşünün, ilkokul bitirme, on yaşında bir çocuk — ve bu alçak namussuz aşağılık herif, yüzden yüz aşikâr ki komünist bir aileden geldiğimi bilerek, kasten, üstelik de sınıf birincisi olan bu küçük lâpacı muhallebi çocuğunu (öyleydim) bozup üzerinde tepinmek için soruyordu bunu. Neyse ki o kadarına eriyordu aklım, “evde konuştuklarımızı sakın dışarıda konuşma” diye sürekli tenbihli yaşamaktan. Eh, bütün bunlar burjuva ideolojisi diye “siyasî savunma” konumuna geçecek de değildim herhalde. Aileme ve içime işlemiş olan gizli inancıma ters düştüğümü bile bile, hiç teklemedim; resmî anti-komünizm ideolojisi olarak kitapta ne yazıyorsa, o terimlerle, tıkır tıkır tekrarladım.
Sonra bir ahlâksızlık daha yaptım. Herkese sadece “iyi geçti” dedim. Üzülmesinler diye, ne evde, ne Aslan amcama, ne daha sonra Nevşehir’den tahliye olup gelen babama, Yurttaşlık Bilgisi’nde ne sorulduğunu ve nasıl cevapladığımı hiç anlatmadım. Ona bakarsanız, bugüne kadar kimseye anlatmadım.