Ana SayfaYazarlarBir din aliminin Temel Karamollaoğlu analizi

Bir din aliminin Temel Karamollaoğlu analizi

 

İstanbul’daki bir iftar sofrasında tesadüf eseri hatırı sayılır kitlesi olan bir din adamıyla epeyce konuşma imkanımız oldu. Sözümona halkın anlaması için her şeyi çocuksulaştıran ve karikatürleştiren hocalara en ufak tahammülü –ve de saygısı- olmayan biri olarak bu karşılaşmadan pek hoşlandığım söylenemezdi.

 

İftar boyu yüzeysel vaazlar dinlemek istediğim son şey olduğundan nasıl yapsam da hocayı istediğim konularda ve onun konuşmaktan hazzetmeyeceğini sandığım başlıklarda konuştursam diye düşünürken aklıma “size milletvekilliği teklif eden olmadı mı hocam?” demek geliverdi. Meğer adamcağız bu alanda da oldukça doluymuş. O andan itibaren sohbeti ben bıraksam sohbet beni bırakmadı ve gecenin sonu saat 12’yi buldu.     

 

Soruyu sorduğumda tuhaf bir şekilde yüzündeki ifade birdenbire dingin ve içsel bir murakabe halinden öfke ve heyecan karışımı bir hale dönüşüverdi. O ana kadar iftarda hurma yemek neden önemlidir, Hac’daki ritüellerin sırrı nedir türünden güzel güzel harcıalem laflar ederken aynı şeyi milyonuncu kez anlatmaktan duyduğu sıkıntıyı gidermek için anlattıkları içinde yeni şeyler arayıp kendine heyecan noktaları bulmaya çalışıyordu. Hızlı hızlı ve tatlı tatlı anlatıyordu. Otoritesinden emin olan her insan gibi yarattığı etkiyle ilgilenmiyor, sadece anlatıyordu.

 

Yüzündeki ifadeyi görünce “eyvah” dedim, “her kendini üst bir yerde konumlandıran din alimimiz gibi siyaset konuşmaktan hoşlanmıyor herhalde. Siyaseti, hele de farklı Partilerin oluşunu ümmetin içine nifak sokmak olarak algılayan tanıdığım pek çok dindar insanla aynı duygulara sahip.” Ama durum bunun tam tersiydi. Neyse ki Hoca, siyasetin “o kadar da” kötü bir şey olmadığını, “bu dünya rantını dağıtma” işi olduğunu söyledi. “Fakat” diye de ekledi: “bunu adaletle yaparsan neden kötü bir şey olsun. Hayra da hizmet edebilir.”

 

Siyaseti bu dünyalık bir şey olarak görmede ve “rant” kavramıyla ifade etmede elbette bir küçümseme ve aşağılama vardı. Belli ki kafasında yeterince yüce ve yeterince saygın bir iş alanı olarak görmüyordu. Toplumdaki pek çok kişi gibi insanın ahlakını kaybetmeden iyi bir siyasetçi olabileceğini düşünmüyor gibiydi. Siyaseti, her sıradan insan gibi güncel ve pratik bir iktidar oyunu olarak görüyordu.

 

Her neyse, Hoca aslında milletvekilliği sorumdan hoşlanmıştı. Elbette ki böylesine etkili ve önemli bir insana teklif edilmeliydi. Ona da edilmişti vaktiyle. Ülkenin liderleri akıl danışmışlar, devlet idaresine dair bilgelikler almışlardı. Hoca’nın MİT’in nasıl yapılanması gerektiğinden  devletin işleyişine dair pek çok fikri ve önerisi olmuştu. Bu arada anlattıkları içerisinden en beğendiğim cümle, “devletin dini adalettir” oldu.

 

Özetle, milletvekili olması çok istenmiş ama kendisi istememişti. Madem öyle, işi biraz daha kızıştırayım istedim. “Beğendiniz bir lider var mı şu günlerde” gibi bir şey sordum. Yavaşça ayağınızı suya soktuktan sonra soğukluğuna giderek alışacağınızı düşünürsünüz ama bir türlü öyle olmaz ve en iyi çözümün birden kendinizi atıvermek olduğunda karar kılarsınız ya işte öyle bir duyguyla, “Ya da direkt sorayım Temel Karamollaoğlu’nu beğeniyor musunuz? Çok güzel şeyler söylüyor, bugünlerde İslam’ın vicanını sanki o temsil ediyor, ne dersiniz?” deyiverdim. Temel Karamollaoğlu’nu seçmem tamamen insiyakiydi. Bana herhangi dindar bir insanın beğenmese de hiç değilse kızmayacağı bir şahsiyet gibi geldiğindendi herhalde. Ne var ki Hoca da aynı kararlılıkla dalıyordu suya. “Yok canım sende, o İngilizer’in adamı.” Diye kestirip atıyordu.

 

İstediğim sorudan başlamasaydım keşke diye düşündüm. Önce daha anaakım isimlerle biraz ısınsa mıydım? Bu söylediğine ve her zamanki kararlılığına şaşırdım ama ilk kez duyduğumuz bir şey olmadığı için fazla da önemsemedim. Sadece çok merak ettim. Karşımda bir İslam alimi vardı ve birine bir ithamda bulunurken elinde güçlü dayanakları olmalıydı. “Çok şaşırdım, neden öyle düşünüyorsunuz? Somut olarak bildiğiniz bir şey var mı yoksa laf olsun diye ortalıkta dolaşan dedikodular gibi bir şey mi bu söyledikleriniz?” dedim. Sesimin tonunu oyumun rengini belli etmeyecek şekilde ayarlamayı da ihmal etmedim.  

 

“Hayır, laf ola değil” dedi. “Aha” dedim, “Hoca, çok önemli şeyler söyleyecek ve gözlerim fal taşı gibi açılacak herhalde.”

 

“O halde bildiğiniz şeyler var. Nedir acaba çok merak ettim?” diyerek söylediklerini ilerletmesini istedim.

 

“O” dedi..”Evet” dedim, konuşmazsa şayet kelimeleri ağzından çekip alacakmışım gibi bir tavırla. “O” dedi, “İngiliz bursuyla okumuş, biliyor musun?”

 

Neyse ki iftar sonrası rehaveti çökmüştü üzerime de ani bir tepki veremedim. “Ee” dedim “evet yani İngiltere’de okumuş. İngiliz bursuyla okuduysa şayet aynı bursla ben de gittim. Ayrıca başka ülkelerden de burslar aldım. Günahım çok. O zaman ben de mutlaka birilerinin adamıyımdır ama acaba hangisinin bilemedim şimdi. Bütün sorun bu mu yani?” diye de ekledim. Daha derin bir şeyler bekliyordum elbette. “Derin devlet onu yetiştirip İngiliz ajanı yapmak için Amerikan bursu alıp Süveyş kanalı üzerinden önce İtalya’ya ardından Almanya’ya…”türü birşeyler.  

 

Evet, bütün dayanağı Temel Karamollaoğlu’nun İngiltere’de okumuş olmasıydı. İşin içinde kıskançlık ve haset gibi şeyler de var mı diye anlamaya çalıştım. Bir keresinde İmam Hatipli bir “entelektüel”in “şehit olanlar hep İmam Hatiplidir, Anadolu lisesi mezunlarından bir tane bulamazsınız” gibi bir tweet’ini okuduğumda kapıldığımla aynı duyguydu bu.

 

“E ilim Çin’de de olsa almamız gerekiyor ya Hocam hani, bugünkü Çin Batı değil mi sizce?” diye güya anladığı dilden konuşmaya başladım. İçimdense “Bu mudur yani Hoca? Bu basitlikte midir bütün o alimliğin, bilgi birikimin. Bu basitlikle insanları nasıl din gibi son derece karmaşık bir alanda aydınlatabilirsin.” diyordum.  Sonra da “Ne olacak bu memleketin hali” diye bağladım.

 

“Ne oluyo ki Hocam İngiliz bursu alınca?” diye sormadan edemedim. “Ne mi oluyor, bu çocukları devşiriyorlar, önemli yerlere getiriyorlar, sonra da her istediklerini yaptırıyorlar. O bir proje” dedi düşünmeksizin. “E dedim benden bugüne kadar kimse bir şey istemedi.”

 

“Daha dur, hele bir önemli yerlere gel de gör bakalım.” İftar sonrası rehavetiyle karışınca içten içe ılık bir duyguya kapılıverdim. “Yani isteyebilir de ayrıca Hocam. Önemli olan ne istediği ve sizin buna nasıl tepki verdiğiniz değil mi? Mesele bütünüyle iyi yetişmekte değil mi?” dedim ama “Hoca kararını çok önceden vermişti belli ki. İmam Hatip döneminde verdiğini düşündüm nedense ama sonradan öğrendim ki medreseliydi. Kafası o kadar nass’larla düşünmeye alışıktı ki Hocanın verdiği karar kesindi, değişmezdi.  

 

Sohbetin bu kısmından hiç hoşlanmadığı da belliydi. Alaycı tavrımın altında biraz ezildi gibi de geldi. “Neyse Hocam anlaşıldı sizin oyunuzun rengi” demeyi de ihmal etmedim yine de. Rahat durmuyordum. Hoca ağızını bozsun mu istiyordum?  “Yok bu sefer oy vermiycem” dedi, ağzını bozmadan ağzını bozduğunu hissetirebilen adamların tavrıyla. O an anladım Temel Karamollaoğlu’na olan öfkesini. Oy vermeyeceği Parti her neyse ona veremeyecek oluşuna bir alternatif oluşu ona kötü geliyordu çünkü oy vermeme aslında bir alternatifsizlik davranışıydı oysa Karamollaoğlu giderek güçlü bir alternatif oluşturuyordu.

 

Alttan alta adını tam koyamadığı bir huzursuzluk hissediyordu. Muhafazakar camia'daki pek çok seçmen için alternatifler oluşu alternatifsizlikten çok daha kötüydü. Böyle olunca Hoca da –tıpkı din alanında her zaman yapıldığı gibi- en kestirmesinden çözüyordu meseleyi ve huzuru hemencecik İslam’da buluveriyordu. “İslam’ın dağılmasının müsebbibi de zaten İngilizler değil miydi?”

 

Ona göre her şey bu basitlikteydi işte..İslam’ın şartlarına uydunuz mu hemencecik kurtuluşa eriveriyordunuz. Belki gerçekten de oy kullanmaması kullanmasından daha hayırlıdır diye düşündüm o an. Neyse ki bolca tatlı vardı da acımı bastırabildim.       

- Advertisment -