Yazının başlığını önce “Bir Zübük Portresi” koymayı, böylelikle giderek her tarafımıza yayılan içimizdeki zübüklüğü sorgulamayı istedim ama sonra farkettim ki bu bende bir odak kaybına ve vermek istediğim yüzün gölgede kalmasına neden olacak. Vazgeçerek yeniden alevlenen ve mevcut yönetim kültürümüz değişmedikçe uzun yıllar da dinmeyecek gibi gözüken liyâkat tartışmaları için canlı bir örnek sunmayı seçtim. Bir de her ne kadar zübüklükle liyâkatsizliğin epeyce içiçe geçen yanları olsa da ayrı tutmamızı gerektiren yönlerini de hesaba katmak gerektiğini düşündüm.
***
Bir taşra şehrinin ilçelerinden birinin belediye başkanlığını uzun yıllar elinde tutan bir ailede dünyaya gelmiş bir portre düşünün. Geleneksel kültürün en katı şekliyle yaşandığı böylesi bir yerde tek erkek çocuksunuz. Babanız merkez sağ gibi “her dönemin adamı” olmaya hayli uygun bir partiden belediye başkanı. Sürekli bir pohpohlamayla şehrin “en iyi” eğitim veren okullarına gönderilmişsiniz ve bu okulların FETÖ’nün en –ve ilk- köklü kurumlarından biri oluşuna dair en ufak bir sorgulama yapmaksızın tam 7 koca yıl okumuşsunuz. Sonrasında “saygın” mezunlardan biri olarak sürekli çağrılmış ve 17/25 Aralık’tan sonra dahi mezunlar toplantılarında boy göstermekte bir beis görmemişsiniz.
Onca desteğe ve çabaya rağmen ancak hasbelkader bir üniversitenin hasbelkader bir bölümünden hasbelkader mezun olabilmişsiniz. Ama ne gam! Hemen merkez sağın kalesi şehrinizin, FETÖ’nün en güçlü olduğu yerlerden biri olan üniversitesine dönüp kendinize akademik bir pozisyon elde etmekte hiç ama hiç zorluk çekmemişsiniz.
Bir yandan vasat yazılarla ve sahip olduğunuz güçlü çevreyle birer birer akademik basamakları çıkarken diğer yandan nasıl olur da zengin olurum diye denemediğiniz yol kalmamış. Akademik olarak sahip olduğunuz hasbelkader bilgiyi bütünüyle paraya tahvil etmenin binbir türlü yollarını aramış ve –aileden getirdiğiniz genler sayesinde- kolaylıkla da bulmuşsunuz. Sonra daha büyük bir hırsla daha çok şey isteyince FETÖ’cülerin egemenlik alanına girdiğiniz için bozuşmuş ve ülkedeki yeni iktidar rüzgarının da etkisiyle ailece kulvar değiştirerek aslında milliyetçi ve muhafazakâr bir kökene sahip olduğunuzu hatırlayıvermişsiniz.
Sonrasında vatanın ve milletin en büyük savunucusu, devletin en asli sahiplenicisi ve kollayıcısı kesilmişsiniz. Her şeyin zahmetsizce önünüze sunulmasının olması gereken olduğuna inanmaya başlamışsınız. Genlerinizdeki oynaklığın hiç olmadığı kadar işinize yaradığının farkına varmışsınız. “Madem öyle” diyerek, bir an önce Ankara’nın yolunu tutup zübüklükteki ilerleyişinizin önünü açmak için şehrinizden yeni bakan atanmış biriyle sayısız ortak tanıdığınız olduğunu keşfedivermişsiniz.
Henüz yerini sağlamlaştıramamış bu tecrübesiz bakan da böylesi bir ailenin kendisine gösterdiği bu ilgiden fazlasıyla memnun bir şekilde kontrol ettiği bir kuruma sizi kolaylıkla önerivermiş. Akademik çalışmalarınızın ve yayın kalitenizin ne olduğu akla bile gelmemiş. Hatta, atandığınız kurumun varlık nedeniyle sizin yaptığınız işlerin en ufak bir kesişme dahi göstermemesi bile bir soru işareti gibi görülmemiş. Herhangi bir illiyet bağı aranmamış. Bu durumu tam bir zübüklükle kullanıp, sizi bakanın önerdiğinden çok neredeyse bakanı o pozisyona sizin (sizin derken ailenizin elbette!) önerdiğiniz gibi bir izlenim oluşturarak daha çalmadan bütün kapıların ardına kadar açılmasını sağlamışsınız.
Vaktiyle görülmemiş bir hızda elde ettiğiniz profesörlük payesine şimdi bir de devlet ikbalini kolayca ekleyivermişsiniz. Geçmişinizle -ve geleceğinizle- hiç ilgisi olmayan, son derece stratejik bir kurumun tepe yöneticilerinden biri haline gelmişsiniz. Bu zavallı halkın vergilerinden korumalar, şoförler ve sekreterler (hepsi çoğul) tayin ettirmişsiniz. Ankara’ya gelirken –tam bir zübük olarak- aklınızda bu kurumu bir basamak olarak kullanıp başka yerlere geçmek varken beklemediğiniz bu bolluk ve imkân karşısında şaşkınlığınızı içinizde bastırıp kendinizi oraya uydurmaya çalışmışsınız. Bu kez onlarca yıl yaptığınız çalışmaların aslında bu kurum için olduğu gibi bir aydınlanma yaşamışsınız.
Öyle olunca, hukuk profesörü olmadığınız halde kendinizi hukuk profesörü, Başkan yardımcısı olmadığınız halde Başkan yardımcısı ve Cumhurbaşkanı danışmanı olmadığınız halde Cumhurbaşkanı danışmanı olarak tanıtma cüreti gösterebilmişsiniz (psikolojide de bir karşılığı vardı sanki bu durumun!). Bir toplantıda denk geldiğiniz kurumdan –gerçek!- bir hukukçu yöneticinin merak edip hangi hukuk fakültesinden mezun olduğunuzu sorması üzerine “aslında hukuk fakültesi mezunu olmadığınızı ama bazı hukuk derslerine girdiğinizi” söylemeniz üzerine (sadece hukuk derslerine de değil istediğiniz her derse girebildiğiniz için her şeyin profesörü olabileceğinizi söyleyebilecekken tevazu gösterip tabii!) emekliliği gelmiş bu adamcağız tam bir şaşkınlıkta ancak “ben de hep jinekolog olmak istemişimdir acaba bu yolla ben de olabilir miyim” diyebilmiş (bu gerçi emekliliği gelmiş bir bürokrattan beklenmeyecek bir cevap!).
Ama siz yine de arlanmayarak, internetten indirdiğiniz kanunların toplandığı, onbilerce dağıtılan bir mevzuat kitabının üzerine adınızı yazdırıp onbinlerce liralık telif almakta yine bir terslik görmemişsiniz (hariçten biri olduğunuzdan, vaktiyle bu yolla büyük paralar kazanan FETÖ’cüler için Türkiye’nin en çok kazanan yazarları arasında Orhan Pamuk ve Elif Şafak’tan sonra bu insanların geldiği esprisini duymamış olacaksınız ki bu size komik gelmediği gibi olması gereken gibi görünmüş!).
İşte böyle böyle sayısız yalanla yaşamayı bir varoluş biçimine dönüştürmüşsünüz. Bürokrasideki AK Parti-MHP kardeşliğinin tecessüs etmiş, ete kemiğe bürünmüş hali olarak kendinizi göstermişsiniz. Bu sayede tıpatıp kendi karakterinizden yeni kadrolar getirip önemli birimlerin başına verdirmişsiniz. Eş-dost kim varsa kuruma aldırmanın yollarını aramış ve olmadık çözümler bulmuşsunuz. Bu arada, etrafta tanıdık-tanımadık ne kadar yüksek bürokrat ya da siyasetçi varsa her gün birine giderek ne büyük işler yaptığınızı anlatmışsınız. Cumhurbaşkanlığı’ndaki etkili isimleri sürekli kuruma davet edip ağırlamış, gururlarını okşamış ve çeşitli payelerle onurlandırmışsınız. Bu sayede bürokratik ne kadar denetim mekanizması varsa bypas edebilmişsiniz.
Bu da yetmemiş. Kurumda işinin ehli kim varsa kendinize engel görüp atmadık iftira bırakmayıp tasfiyeleri için tam bir tetikçilik yapmaya ve bu sayede bir taraftan önünüzü açarken bir taraftan da karanlık geçmişinizi aklamaya çalışmışsınız. KHK’ları kullanarak kurum içinde büyük bir korku yayıp herkesi susturmuş, tam bir baskı düzeni kurarak içi boş anlamsız işlerine büyük bir ciddiyetle sarılmalarını sağlamışsınız. Bir hukuk profesörü (!) olarak yaptığınız onca hukuksuzluğa karşı çıkanlar hakkında söylenmedik yalan bırakmamışsınız. Aynı kişi hakkında onlarca düzmece soruşturma açmışsınız da -FETÖ’nün okullarından yetişen birinin her ne suretle olursa olsun kendisini ifadeye çağıramayacağını ileri sürerek- bir kez bile ifade vermeyen insanlar hakkında en ufak bir işlem yapamamışsınız. Pardon, bu kişi halen kurumda sizin üstünüzde bir pozisyonda olmasına rağmen resmi toplantılara katılmasını çeşitli dalaverelerle engellemek gibi şeyler yapmışsınız evet atlamamalı.
Mülakat komisyonlarında sayısız tiyatro çevirerek hakedenleri dahi kendi lütfunuza mazhar kılmışsınız. Haketmediğiniz halde o kadar çok şeye sahip olmuşsunuz ki haketmemek en büyük liyâkat nedeni olmuş sizin için. Kuruma hakkıyla girmeyenler kadar sonuna kadar hakedenler bile bunu size borçlu olduklarına kalpten inanır hale gelmişler (Böylelikle FETÖ’yle büyük bir mücadele vermişsiniz). Bu arada, ‘sizin gibi’ karakterlere fazlasıyla ihtiyaç duyan medya organlarına çıkarak yalan yanlış, uyduruk açıklamalarla ‘büyük adamcılık’ oynamışsınız. Pespayelikten kayramanlık çıkarmayı başarmışsınız (başarıysa işte başarı!).
Hayatı yalan insanlar karşısında boyun eğip susmayı seçen vasat karakterlere söylediğiniz diğer yalanlar tam olarak yalan gibi de gelmemeye başlamış. Bu zavallı insanlar aksi halde vicdanen kaldıramayacakları bir durumun içine düşeceklerinden size inanmayı büyük bir kurtarıcı yol gibi görür olmuş. Kendi küçük çiftliğinizde bu defa da ‘post-truthçuluk’ oynamışsınız. Bütün bunlarda epeyce sonuç almışsınız ama bir gün beklenmedik bir şekilde zulmettiğiniz birileri sizi oraya getiren bakanın halefi yeni bakana İnstagram’dan (evet ne acı ki ancak bu yolla!) ulaşmayı başararak kurumda neler olup bittiğini bütün çıplaklığıyla anlatmaya başlamış (Bu arada İnstagram’ın anlı şanlı Cimer’den çok daha etkili bir yol olduğu gerçeği ortaya çıkmış!) Bu kanal açılınca sayısız başka kişi sayısız yeni iddia ortaya atmış (İ-Cimer diye yeni bir iletişim mekanizması kurulmuş).
Bütün bunlar karşısında hayrete düşen yeni bakan hemen bir inceleme başlatmış. Fakat bu da sizde en ufak bir ürküntüye ve tavır değişikliğine neden olmamış. (Bunda henüz bir İnstagram hesabınızın olmayışı da etkili olmuş). Hatta, bu esnadaki tedirginliğinize bağlı olarak koruma sayınızı arttırmışsınız. O kadar ki ‘çok gizli’ bir amaçla Anadolu’daki görece küçük bir üniversite ziyaretinizde ev sahibi rektör ilk başta bakan geliyor sanmış da bir an boş bulunup aşırı bir protokol uygulamak zorunda kalmış (Çalıştığınız kurumda sadece bir bakan olduğu için kendinizi Bakan olarak tanıtamamışsınız bu defa ne yazık ki! Nasılsa bir gün o da olacağı için şimdilik yutkunup içinize atmışsınız.)
Pervasızlığınız ayniyle sürmeye devam etmiş çünkü bütün bu kirli işleri asla yalnız yapmamışsınız ve birlikte kurduğunuz kumpaslardaki diğer arkadaşlarınızla çoktan kendinizi “Külliye’nin adamları” listesine yazdırmayı başarmışsınız (İşte bir büyük başarı daha!). Dönemin en büyük danışmanlarının sizin gibi konuyla alakasız yardımcılarını vaktiyle uyduruk gerekçelerle kurumunuza almış olmanızın ne kadar doğru bir adım olduğunu iliklerinize kadar duymaya başlamışsınız. Daha önce de çeşitli şekillerde soruşturma denemeleri olmuş ve siz bütün bunları FETÖcülerin yıpratma oyunları olarak gösterip hepsine müdahale edip sonuçsuz bıraktırabilmişsiniz.
Fakat bu defa işlerin daha ciddi olduğunu ve bakanın hiç olmadığı kadar kararlı olduğunu, FETÖ ile olan açık ve örtük geçmişinizin de işinizi epeyce zorlaştıracağını hissederek saldırıya geçmişsiniz. İktidar partisinden yeniden seçilme ihtimali kalmayan ‘devlet düşkünü’ milletvekillerini kullanarak incelemeye mühahale etmeye çalışmış ve hatta işi bakanın altını oymaya kadar vardırıp, “bu bakan bizi tasfiye ederek burada kirli bir yapılanmaya gidecek” algısı oluşması için uğraşmışsınız (yeterince kirlendiğinizde sizin dışınızdaki her şeyin kirli gözükmesi kadar temiz bir gerçeklik olamaz diye düşünmüş olmalısınız!).
Bakanın bundan da haberi olmuş (İ-Cimer etkisini sürdürüyormuş zira) ancak yine de sizi görevden almayı göze alamamış. Bir toplantıda “Külliye’nin arkanızda olduğunu ve bu yüzden alamadığını söyleyecek kadar çaresiz hissettiğini” ifade etmek durumunda kalmış ve biraz da bu yüzden incelemenin sürmesini sizi kontrolde tutmak için bir araç gibi de görmüş.
İnceleme neticesinde ise müfettişlerin ciddi bulguları ve kanaatleri üzerine ilgili Bakan soruşturma talimatı vererek olayı daha ciddi bir boyuta taşımış. Buna rağmen sizi görevden alamamış. Sadece sizi değil birlikte iş tuttuğunuz, haklarında savcılıklarda FETÖ dosyaları bekletilen ekipteki diğerlerini de alamamış. Fakat ekip bu sonuçtan pek de hayır çıkmayacağını anlayarak –memlekete hizmet etmenin başka yeri mi yok diyerek!- soruşturma bitmeden bir yer bulup sessizce kurumdan gitmenin yollarını aramaya başlamış. Size düşen –yine tam bir zübük pişkinliğiyle- yeni kurulan üniversitelerden birine aday olmak olmuş. Ekipteki diğerleri de en az sizin kadar iddialı yeni beklentilerle hizmet yarışının alemdarı olma konusunda arayışlara girişmiş. Kurumdan her gün bir kişi, nöbetleşe bir şekilde ya YÖK’te ya da Külliye’de görülür olmuş.
***
Şimdi yeniden hararetlenen liyâkat tartışmaları arasında bu hikâyenin ana ve yan kahramanlarının yeni dönemde ne işler çevireceklerini ilgiyle izliyorum. Kamuoyu önünde büyük laflarla daha liyâkatli ve ehliyetli bir döneme girildiğini söyleyenlere de -ne yalan söylemeli- gülmeden edemiyorum. Madem öyle, bakalım ve görelim diyorum. Önümdeki bu örnekte bir değişiklik yaşanmadığı sürece sisteme olan bütün inancımızı askıya almayı öneriyorum.
Liyakatsizliğin en uç hali olarak zübüklük her yere, en acıklısı da devletin içlerine doğru yayılırken liyâkat tartışmayı çaresiz bir hastanın çareyi içindeki virüsü herkese yaymakta görmesi gibi algılıyorum. Aile bakanlığına çağrıda bulunarak ‘aile’ kurumunu yeniden düşünmeye davet ediyorum. Yeni eğitim bakanının ‘zübüklük’ konusunu müfredata eklemesini bekliyorum.
Bu arada da bir zamanlar sayıları mevcut gazeteci sayısını aşan ‘araştırmacı gazeteciler’ için de hayli ilginç bir dosya konusu sunmuş olduğumu sanıyorum. Sahi neredeler?
NOT: Etyen Mahçupyan bir süre önce gazete yazılarına ara verdiğini duyurdu. Bu kişisel olarak benim için son derece üzücü bir haber olsa da daha üzücü olan ülkenin giderek çoraklaşan entelektüel birikimi açısından -geçici de olsa- büyük bir kayıp oluşu. Çok geçmeden yeniden yazması dileğiyle.