[12 Şubat 2017] OHAL çerçevesinde 8 Şubat’ta çıkarılan 686 sayılı KHK ile, üniversitelerdeki tasfiyelerin kapsamı daha da genişledi. Bir çırpıda 330 öğretim elemanı daha görevden alındı, daha doğrusu hükümet emriyle işten atıldı. Aralarında İbrahim Kaboğlu, Yüksel Taşkın, Murat Sevinç, Öget Öktem Tanör gibi en seçkin bazı akademikler de var. 330 kişiden 115’inin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza verenler olduğu söyleniyor.
Bir. Aşikâr ki bu iş bambaşka bir mecraya girdi. OHAL yetkilerinin sadece darbecilere, FETÖ’ye karşı kullanılacağı vaadinden eser kalmadı. Adı bile anılmıyor; hükümet çevreleri kamuoyuna verdikleri sözü neden tutmadıklarına dair bir açıklama yapmak gereğini dahi duymuyor. Gerçek şu ki Türkiye şu anda büyük ölçüde KHK’larla yönetiliyor. İlgili ilgisiz her konuda KHK üzerine KHK çıkıyor. 11-12 bin kadar Kürt öğretmen de bu yolla kapının önüne konuyor, Varlık Fonu da bu yolla kuruluyor, yüksek öğrenim kurumları da bu yolla muhaliflerden temizleniyor.
İki. Aslında sürdürülen, büyük bir “cezalandırma gösterisi” (demonstration of punishment). Bu terim ünlü tarihçi Simon Schama’ya ait. Fransız Devriminin Jakoben “Terör” dönemi ve giderek bütün devrimlerin (veya: devrim sonrası/benzeri durumda büyük güç tekeli sağlayan iktidarların) rakiplerini ezip susturma yöntemleri için kullanıyor. Kimileri doğrudan cezalandırılıyor. Bu cezalandırma eylemleri ise başkalarına ibret oluyor.
330’un tamamına tek tek kefil olamam. Ama kamuoyundaki genel kanı, tanınan ve bilinenlerinin terörle ve/ya terör örgütleriyle uzaktan yakından ilgilerinin olmadığı yönünde. Bu açıdan, cumhurbaşkanlığı başdanışmanlarından Mustafa Varank’ın iddiasına da katılamıyorum. Özellikle 1128’ler bildirisinde imzası olanlar, hayır, terörü ve terör örgütünü övmediler. Kimbilir kaç kere yazdım, yazdık; benim de zerrece katılmadığım, çok yanlış bulduğum bir bildiriydi gerçi. Ama herhangi bir açıdan suç teşkil etmiyordu. İçerik açısından sorunu PKK’yı övmesi değildi. PKK’yı eleştirmemesi, hendek-barikat savaşlarını görmezden gelmesiydi. Siyasi açıdan, vahim bir hatâydı. Ama asla suç değildi. Çünkü demokratik bir toplumda, çoğulcu bir düşünce ve kanaat ortamında, herhangi bir şeye karşı tavır almamak, söz söylememek, eleştirmemek hukuk alanına girmez; suç kabul edilemez. Kimse, herhangi bir görüş veya kanaati mahkûm etmeye zorlanamaz. Topluma böyle bir “mutlaka aynı şeyleri söyleme” konformizmi dayatılamaz.
Hal böyleyken, bütün bunlar oldu maalesef. Bildiri yayınlanınca, içeriğini siyasi bakımdan eleştirme ve reddetmenin ötesinde, idarî, hattâ hukukî açıdan da kıyamet koptu. Cumhurbaşkanı Erdoğan peşinen hüküm verdi; imzacıları suçlu saydı; YÖK’ü, üniversiteleri, savcıları, polisi “göreve” çağırdı. Daha o zaman bir kazan kaynamaya başladı. Bildiride imzası olan bazı öğretim elemanları özel Terörle Mücadele timi baskınlarına maruz kaldı. Bir kısmı daha o aşamada birkaç üniversite tarafından apar topar görevden alındı. Tepkiler geldi. Ortalık biraz yatışır gibi oldu. Ama 15 Temmuz darbesinin püskürtülmesinin ardından herşey sanki yeniden başladı. Sathın altında bitmeyen bir kin var gibi. Bu insanlar illâ ezilecek, süründürülecek, posaları çıkartılacak. Ve üniversitelerden bir daha böyle çatlak ses çıkmayacak…. Bu saldırıya bugün sadece birkaç kurum direnebilmekte. (Sormadan edemiyorum: Söz konusu inat ve intikamcılık, 2012-2013’te gündeme gelen ve geri çekilen kürtaj/sezaryen konularına da uzanıyor mu nedir? Yoksa bunun ardından, Taksim’e AVM yapımının da bir KHK marifetiyle çözülmesi mi gündeme gelecek? Ve İstanbul çapında halka sorulması vaadi de havada mı kalacak?)
Üç. Sonuçta, OHAL döneminde, fırsat bu fırsat mantığıyla ve KHK’lar marifetiyle, gruplar halinde atılan atılıyor; bildiri imzacıları öbek öbek başka tasfiyelerin arasına kaydırılıyor; toplam rakam giderek 1128’in tamamına doğru tırmanıyor — ve olan bir kere daha üniversitelere oluyor. Türkiye’de üniversitenin ne olduğu, neye yaradığı, özerkliğin niçin gerekli olduğu, bilim ve düşünce özgürlüğünün nasıl bir değeri ifade ettiği, hiç doğru dürüst anlaşılmadı zaten. Üniversitelerin uzun vâdeli “bilim ve bilgi üretme” değeri hep kısa vâdeli ideo-politik destek ve çıkar arayışlarına feda edildi. Tek Parti döneminde Kemalizme mutlak sadakat ve itaat öne çıktı. Vesayet rejimi altında, özel olarak Kemal Gürüz’ün (1995-2003) ve Erdoğan Teziç’in (2003-2007) YÖK başkanlığı dönemlerinde, üniversitelerden kâh Kıbrıs sorununda Denktaş’a arka çıkmaları, kâh “Ermeni yalanları”nı lânetlemeleri istendi. Dile kolay; on iki yıl sürdü, derin devlete bu doğrudan hizmet dönemi. Sonraki yıllarda da YÖK ve Üniversitelerarası Kurul, bu sefer AK Parti hükümetine karşı bir tür “artçı savaş” vermeye devam etti.
Hemen belirteyim; sırf devlet ve gelip giden iktidarlar sorumlu değildi, okulların ve bilhassa yüksek öğrenimin aşırı politizasyondan korunamamasından. En azından benim kuşağımın solculuğu da bu açıdan çok zarar verdi. Öğrenciler ve öğretim üyeleri, belirli ideolojik çatı ve hattâ hiziplerin partizanı kesildi. Aşırı sağ kadar aşırı sol da her bölüm, her fakülte, her üniversite “kalemiz” olmalı mantığıyla, kâh faşistleri kâh komünistleri sokmamaya kalkıştı. “Marksizmi eleştiren soru soruyor” diye Şerif Mardin’in sınavının “devrimcilik” adına boykot edildiğini hatırlarım (gözetmendim o salonda). Siyasî yandaşlıklar adına kopyaya göz yumuldu. Hoca-öğrenci ilişkileri bilgi, bilim ve bilim ahlâkı üzerinden değil, güncel siyaset çerçevesinde aynı yerde duruyor olup olmamak üzerinden kurulur hale geldi. (Bittecrübe sabit: formasyonlarında ve kariyerlerinde ciddî payım olduğu halde, beni defterden silen ve kitaplarından çıkaran öğrencilerim dahi oldu Gezi’den sonra. Bundan şikâyet etmiyorum; onların ayıbı, onların “vezir olması ama adam olamaması” bağlamında zikrediyorum.) Ve adı konmamakla, telâffuz edilmemekle birlikte, bugün de birçok yerde aynı anlayış mevcut; doğrudan doğruya bir kısım öğretim üyesinin bilim ile aktivizm arasındaki çizgiyi nasıl çizeceğini bilememesinden kaynaklanan sorunlar hüküm sürmekte.
Onun için, üniversitelerin ve öğretim üyelerinin de ayna karşısına geçip bir vicdan muhasebesi yapmaları ve kendilerine çekidüzen vermeleri mutlak surette gerekli. Ama bu, ancak içeriden ve kendileri tarafından yapılabilir; asla dışarıdan müdahaleyle gerçekleştirilemez. Dış müdahale ancak yıkar ve daha beter eder. Dahası, burada yüksek öğrenim kurumlarının uzun vâdeli değer ve yararlarının restore edilmesi amaç olmalıdır, yoksa bu sefer başka ideo-politik dâvâlar uğruna araçsallaştırılmaları değil.
* * *
Ben tam bu düşünceler içindeyken, Marmara Üniversitesi’ndeki bir meslekdaşımdan çok özel bir metin geldi. Hem KHK-686 ile atılan 330 akademik içindeki bir arkadaşı ve meslekdaşını, Prof. Dr. Yüksel Taşkın’ı savunuyor. Hem de onun ötesinde, kurul olarak üniversitenin, akademinin, akademiklerin asıl neye yaradığına ilişkin basit ve özlü bir açıklama sunuyor. Kendi isteği üzerine, adını ve bana hitap kısımlarını çıkararak yayınlıyorum.
“Lisans öğrencileri liseden çıkıp amfilerde karşımıza ilk oturduğunda genelde ürkek ve tedirgin olur. Örgün eğitim sistemimizde kendilerine ‘hangi konuda ne düşündükleri’ sorulmadığı, sorulsa da önemsenmediği için birçoğunun özgüven duygusu zedelenmiştir. Bir de yabancı dilde eğitim önlerine zorluklar çıkarır. Bu durum İngilizce becerisini üst seviyeye çıkaramamış, muhtemelen yoksul ya da orta direk ailelerden gelen öğrenciler için özellikle böyledir. Yüksel Taşkın gibi akademisyenler bu esnada devreye girer; kendi düşünme ve ifade etme gücünün henüz farkında olmayan öğrencilere entelektüel anlamda iade-i itibarda bulunur. Akademideki Yüksel Taşkınların değer verdiği esas şey de, onları değerli kılan şey de budur.
“Akademisyenin görevi, en azından sosyal bilimlerde, öğrencilere ‘madalyonun öbür tarafını’ göstermek, dünyalarını şaşırtmak, o güne kadar gördükleri haritaların odak noktasını değiştirmektir. Bu tip bir sarsıntıyı öğrenciye ‘çoktan seçmeli’ sorular sorarak yaratamazsınız; deneme/makale türü uzun cevaplar yazdırmanız gerekir. Yüzlerce sayfalık okumalar verirsiniz; bunların okunmasında ısrarcı olmanız gerekir. Çoğu zaman öğretmek istediğiniz konuların basitçe biraraya geldiği bir ders kitabı bulamazsınız; bunları tasnif eder, özellikle uğraşır, güncellersiniz. Hem ders anlatır, hem de ortaya netameli sorular atarak sınıfta bir tartışma ortamı yaratmaya çalışırsınız. Bunu da çoğu zaman ‘sadece dinlemek’ isteyen öğrencinin arzusu hilâfına yaparsınız. Tüm bu uğraşın meyvesini de ancak dört yılın sonunda, o da belki, görürsünüz. İşler iyi gittiyse, mezuniyet töreninde karşınıza kendi içindeki cevheri keşfetmiş yetişkinler çıkar. Ve işlerin iyi gitmesi de üniversitelerimizde Yüksel Taşkın gibi değerler olmasına bağlıdır.
“Türkiye’de bugün Yüksel Taşkın gibi yüzlerce hocanın içinde yaşadığı özerk kültür adacıklarını muhafaza etmek için tutunduğu bazı değerler var. Düşünce özgürlüğü bunların içinde en önemlisi. Bu akademisyenleri üniversitelerde bir değer olarak muhafaza edebilmek için kamusal platformlarda fikir beyan etme özgürlüğünün ‘milli’ değerlerimiz arasına girmesi şart.”
* * *
Son not. Bu metin ilk başta Serbestiyet’e tamamen dışarıdan bir yazı olarak geldi aslında. Geldi ve sonra geri çekildi — ilk defa konuk yazarımız olacak bu kişi, kendisi de kara listeye alınmayı ve bir sonraki KHK’nın kapsamına girmeyi göze alamadığı için. Okuduğumda tahammül edemedim bu acıya. Daha önce tanımadığım meslekdaşımdan rica ettim; bana tekrar, bir mektup olarak yollayın, kabul ederseniz ben bir sonraki yazımda kullanayım dedim. Öyle de yaptı. Ama lütfen bir düşünün. Bu ayıp bize yetmez mi? İşte bu korkular yaşanıyor. Bu hale geldi ve geliyor, üniversiteler.