Ana SayfaYazarlarBir ulusun inşası:Utanç ve suçluluk

Bir ulusun inşası:Utanç ve suçluluk

 

Suçluluk kültürlerinde, insanlar kendi eylemlerinden sorumludurlar. Suçluluğu bireysel olarak deneyimler ve Tanrı veya üst benlikleriyle diyalog içerisinde olurlar. Utanç kültürlerinde, topluluk kendini en yüksek ahlaki otorite olarak görür. Utanç, teşhir, rezil olma ve dışlanma korkusu zeminine oturur ve böylece topluluk, kendi kurallarını kabul etmeyen bireyleri tehdit eder.

Utanç kültürü, kişiyi değersiz hissetmesi, uyumlu, katılımcı olması ve grubun gözüne girip, toplulukla birlikte güven ve refahın tadını çıkararak mutlu olması için eğitir. 1930 civarında, Almanya’da yoldaşlık mitiyle ateşlenen utanç kültürü bir sanayi toplumunda görülmemiş bir seviyeye erişmişti. Almanya’nın suçluluk kültüründen utanç kültürüne geçmesine ne sebep oldu? 1918’deki askeri yenilgi ve bundan da çok Versailles Antlaşması sağcı ve militarist çevrelerde, liberal ve muhafazakâr orta sınıfta devasa bir ulusal yıkım yarattı.

 

Antlaşma’nın 231. maddesi Almanya’yı savaş suçlusu ilan etti. Almanya bütün kolonilerini, topraklarının sekizde birini kaybetti, zorunlu askerliği kaldırdı ve ağır savaş tazminatları sorumluluğunun altına girdi. Gücünü, egemenliğini, gururunu ve şerefini kaybetti. Halk kendini küçük düşmüş ve aşağılanmış hissetti. Şeref ve tezadını, utancı düşünmek ve hissetmek Alman orta sınıfında ve on dokuzuncu yüzyıl aristokrasisinde çoktan derin kökler salmıştı. Ne var ki 1918’in yarattığı travma, utanç kültürünü yükseltti ve çok daha kapsamlı bir sosyal zemine oturttu.

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir yenilgiyle çıkan Almanya’nın yaşadığı muazzam utanç duygusunun Alman toplumu üzerinde savaşın ağır faturasına rağmen son derece önemli bir aidiyet ve bağlılık hissiyatı inşa etti. Bu utanç duygusu Yahudi nefretiyle birleşerek Almanlar arasında ulusal bilinci daha kuvvetlendirdi.

 

Almanlar, saflaştırılmış ulus ütopyasını hayata geçirmek için Yahudilere ve diğer “istemeyenlere” karşı soykırımcı bir savaş başlattıklarında, kirli ve tehlikeli bulduklarını yok etmekten çok daha fazlasını yaptılar. Beraberliği, bağlılığı ve aidiyeti tecrübe ettiler ve kendilerini kirlerden, ihtilaf ve iç düşmanlardan arınmış homojen ve ahenkli bir sosyal yapı elde edebileceklerine inandırdılar.

 

Naziler bu sosyal yapıya Volksgemeinschaft, bir ulus toplumu, adını verdiler. Bütün bir ulus, birbirlerine yakınlık, güven ve samimiyet gösteren bir aile veya bir arkadaş topluluğu gibi hissedecekti. Kimse yalnız olmayacak, herkese destek olunacak, hepsi birbirlerine bağlı hissedecek ve hepsi de uyum içinde hareket edeceklerdi. Almanlar Holokost’u uygulayarak muazzam bir aidiyet duygusu kazandılar.

 

Soykırım temeline dayanan ulusal aidiyet hissi pek lekesiz değildi. Büyük topluluğun mutluluğu ahlaki muğlaklık ve genel ve soykırımcı savaşın doğurduğu fiziki korkularla bozulmuştu. Alman vatandaşların tamamı, cinayet ve yıkımın ortasında müstesna bir dayanışma örneği sergiledi. Almanların hepsi toplu katliamlara dayalı aidiyeti aynı şekilde deneyimlemedi.

 

Almanların, özellikle eylemsizlik ve aymazlık göstermesiyle Holokost mümkün kılındı ve gerçekleştirildi. Bu büyük oranda failleşmiş bir toplumda, kolektif bir suç aracılığıyla ulus inşasına kapı araladı. Sadist failler, zoraki katılımcılar, SS ölüm birlikleri ve düzenli ordu birlikleri, iyi eğitimli avukatlar, mavi yakalı işçiler, savaş cephesinde erkekler ve sivil cephede kadınlar, hepsi de kitlesel bir suçla topluluk inşa etme eylemine katıldılar. Seçkin savaşçılar topluluğundan ziyade topluca askere alınmış sivillerden oluşan bu ordu, giderek kontrolden çıktı ve düzenli savaş ile soykırımcı savaş arasındaki ayrımın bulanıklaştığı noktada insani ihtiyaçları suiistimal etmeye başladı.

 

Holokost gibi ölümcül bir kitlesel katliama iştirak eden toplumsal aktörler son derece farklı sosyal arkaplanlara, deneyimlere, yaş gruplarına ve eğitim seviyelerine sahipti. Aktörler arası bu çeşitlilik ve geçişkenlik, aslında bu devasa katliamların ve yıkım olaylarının düzenleyicisi ve birinci derecede sorumlusu olan merkezdeki devlet elitlerinin işini kolaylaştıran ve bu süreçlerde esnek koalisyonlar kurmalarına olanak sağlayan bir faktördü.

 

Bu esnek koalisyonlar söz konusu kitlesel şiddet eylemlerinin uzun vadede başarıyla sonuçlanmasına “katkı”da bulundu. Zira bu sayede merkezi devletin siyasal, askeri ve bürokratik elitleri, planladıkları ve uygulamaya geçirdikleri bu şiddet eylemlerinin sorumluluğunu diğer toplumsal kesimlere de teşmil ederek bir çeşit “suç ortaklığı” inşa etti.

 

Bu suç ortaklığı aynı zamanda inşa edilmesi tahayyül edilen yekpare kimliğe—bu ulus kimlik veya etno-dinsel kimlik de olabilir—ve/veya “kutsal amaca” hizmet etmek isteyen toplumsal gruplara aynı zamanda bu yapıya entegre olma ve muayyen bir aidiyet hissine sahip olmak “şansı” da verdi. Bu türden farklı toplumsal gruplar ve yerel aktörler, adeta yok edilmesi hedeflenen diğer toplumsal kesimlerin yıkımına destek ve “katkı” sağladıkları ölçüde yaratılması veya oluşturulması planlana ve niyetlenen yapıya ve kimliğe ait olma hakkına kavuştular.

 

- Advertisment -