Ana SayfaYazarlarBir zamanlar Türkiye’de...

Bir zamanlar Türkiye’de…

 

OEYTS;  “Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo”nun kısaltması.

Her şey 12 Aralık 2002 günü Birinci Ordu Komutanlığı’nın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Mart ayında yapacağı Plan Semineri’nde “Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo”yu oynayacağını bildirmesiyle başladı.

Birinci Ordu’nun aynı zamanda altındaki tümen ve tugaylara gönderdiği emrine OEYTS ile birlikte “Genel Politik Durum” başlıklı başka bir yazı daha eklenmişti.

14 yıl önceki Türkiye, ordunun “Genel Politik Durum” başlıklı belgeleri olmasını kimsenin tuhaf bulmayacağı bir Türkiye’ydi.

Özellikle de 3 Kasım 2002’den sonra…

Genel politik durum şöyleydi:

“Yıl 2002. Yaz sonu Ankara (…)

AK Parti'nin seçimlerde alacağı olası oy miktarını konuşmaya devam ederken (…) Hüseyin Çelik araya girdi. 'İsmet Bey' dedi, 'ben size bir şey soracağım. Biz seçimi kazanırız da asker bize iktidarı verir mi?'

Masada sessizlik oldu. Erdoğan dahil herkes benim ağzıma bakıyordu. Sanki bu konuda tek yetkili kişi benmişim, ben dersem çıkacakmış gibi…" (İsmet Berkan/ Asker Bize İktidarı Verir mi?)

Asker AK Parti’ye iktidarı vermişti ama teyakkuz ve takip devam ediyordu.

(Balyoz Davası’nın 55. Celsesinde yargılanan subaylardan biri Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın 31 Ocak 2003-20 Şubat 2003 tarihleri arasını kapsayan Durum Değerlendirme raporunu mahkeme heyetine okumuştu. Raporun D fırkası şöyleydi:

“D.) Kadrolaşma. 1.) AKP Hükümetinin hazırladığı valiler kararnamesinin Cumhurbaşkanı tarafından 31 Ocak 2003 tarihinde onaylandığı, kararname ile 58 il’e vali ataması yapıldığı, 30 valinin de merkeze alındığı, kararnamenin Cumhurbaşkanının çekinceleri doğrultusunda hazırlandığının basında yazıldığı, ayrıntılı listenin ekte sunulduğu.

Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına yaptığı ziyaretin ardından yakın çevresine yaptığı değerlendirmede onları ilk defa bu kadar yakından tanıdım, çok mutlu oldum… dediği”)

Benzer bir siyasi rapor Birinci Ordu’nun yapacağı plan seminerinden bir gün önce 4 Mart 2003 günü 1. Ordu İstihbarat Başkanı kurmay albay tarafından gizli ve kişiye özel olarak Harekât Başkanlığı’na şu ön yazıyla gönderilmişti: “Kara Kuvvetleri Komutanının yaptığı değerlendirmenin öncelikle plan seminerine katılacaklar olmak üzere Başkan, Pl./Pl.Eğt.Ş.Md seviyesindekilerce okumasına.”

Raporda Erdoğan’ın siyasi yasağını kaldırmaya çalıştığından, irticai kadrolaşmadan bahsediliyor ve şöyle deniyordu:

“AKP’nin, TBMM’de yapılan oylamayla, halkı Müslüman olan Irak’a karşı muhtemel bir harekâtta kullanılmak üzere Türkiye’deki üslerin modernizasyonu için ABD’ye izin vermesi ile; ABD ve müttefiklerinin desteğini alacağı, partinin buna ihtiyacının olduğu çünkü Refahyol deneyiminden sonra kendilerini güvende hissetmediği, iç politikada TSK engelini aşmada Batı ile işbirliğinin gerektiğine inandığı.” 

Türkiye’nin ABD’nin Irak işgalinde kapı olup olmayacağının konuşulduğu günlerdi. Gündemin Irak olduğu böyle bir konjonktürde Birinci Ordu’dan gelen iç güvenlik ağırlıklı plan semineri talebine dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman olumsuz yanıt vermişti:

“Aralık ayında Kurmay Başkanım Org. İlker Başbuğ tarafından 1. Ordu Komutanlığı’nca Tatbikat Programı (TATPROG)’da emredilen EGEMEN Planı yerine EMASYA Planı’nın oynanmasını teklif ettiği şifahen arz edildi. Ben bu öneriyi uygun görmediğimi ve TATPROG’daki konunun uygulanmasını emrettim” (Aytaç Yalman/ Zorlu Yılların Sessiz Tanığı- Cilt-2 s.309)

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı İlker Başbuğ imzasıyla emir 3 Ocak 2003 günü Birinci Ordu Komutanlığı’na ulaştırıldı. Emirde seminerde daha önce kararlaştırılan EGEMEN Planı’nı oynanması, ‘Teklif edilen ‘Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo”nunsa seminerden sonraki başka bir tarihte yapılması’ isteniyordu.

Daha Seminer yapılmadan Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman ile Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan arasında seminerin içeriğiyle ilgili gerilim yaşanmıştı.

Birinci Ordu’da görevli Tuğgeneral Süha Tanyeri, savcılıkta verdiği ifadesinde Çetin Doğan’ın iç tehdidi görüşme ısrarını şöyle anlattı:

“Biz bunu bu şekilde oynayacağız’ dedi. Normal şartlar altında üst komutanlığın talimatlarına aykırı davranması askerî hiyerarşiye uygun değildir, ancak komutanın kendi kişiliği ve takdiri bu konuda karar almasına neden olmuş olabilir. Bunu ben bilemem.”

Birinci Ordu’daki subaylar Kara Kuvvetleri’nden gelen emirle komutanlarının emri arasında kalmıştı. Buldukları ara formülü yine Tanyeri’nin iddianamelerdeki ifadesinden okuyalım:

“..ast birliklere ‘Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo’nun oynanacağına dair bir yazı, K.K.K.lığına ise bunu belirtmeyen bir Cereyan Tarzı Planı göndermek üzere başka bir yazı hazırlandığını, Ordu Komutanına iki ayrı yazının arz edildiğini, Ordu Komutanının bunu kabul etmediğini ve tüm Birliklere aynı Cereyan Tarzı Planı’nın gönderildiğini..”

31 Ocak 2003 günü Birinci Ordu Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na gönderdiği yazıda seminerde EGEMEN Planı’yla birlikte bir irticai ayaklanmanın işlendiği “Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo”nun oynanacağı tekrar bildirdi.

Bu yazıya Kara Kuvvetleri’nden herhangi bir cevap verilmemesi dikkat çekiciydi.

(“Kendisine  bu yazışmalar hakkında kurmay başkanı tarafından haber verilmediğini” söyleyen Aytaç Yalman ile o sırada kurmay başkanı olan İlker Başbuğ ve Çetin Doğan arasında seminerin içeriğiyle ilgili şifahen varılan anlaşmayla ilgili tartışmalar, Balyoz konusunda en baştan itibaren iyi bir gazetecilik performansı ortaya koymuş olan Sedat Ergin’in yazılarından okunabilir. 

http://www.hurriyet.com.tr/balyoz-13-dogan-kara-kuvvetleri-senaryoyu-biliyordu-15585779

Seminer salonuna girmeden zirvedeki komutanları, 1 Mart tezkeresi gibi kritik günlerden geçerken karşı karşıya getiren “Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo”nun ne olduğunu yine Birinci Ordu’nun 12 Aralık 2002 tarihli yazısından -özetle- okuyalım:

“ABD Yönetimi silah denetçilerinin görevini sağlıklı şekilde yerine getiremediğini bahane ederek Irak’a karşı harekât kararı almıştır.

ABD tarafından güvence verilmesi ve harekât sonrası oluşacak durum için verilen vaatler üzerine Türkiye ABD’ye destek sözü vermiş ve Üslerini kullanıma açmıştır.  
 

Harekât sonrasında Merkezî Irak Yönetimi devrilerek yöneticiler ülkeden kaçmış ve Yeni Irak Yönetimi kurulmuştur.

Merkezî Irak Yönetimi’nin tüm Irak’ta kontrolü sağlamada yetersiz kalması üzerine; Kuzey Irak’taki Kürt Grupları bölgeye hakim olma ve Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt Devleti oluşturma gayreti içerisine girmişler, Musul ve Kerkük’ü kontrol altına almışlardır.

Bölgedeki bu gelişmeler üzerine KADEK (PKK) Terör Örgütü bu gruplarla anlaşarak Kuzey Irak’ta bulunan TSK birliklerine yönelik eylem gerçekleştirme kararı almıştır.  

Kıbrıs ile ilgili yaşanan gelişmeler sonucu, AB tarafından Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’nin tam üyeliğe kabulü sonrasında Ada’da gerginlik artmış, Türkiye-AB ilişkileri kopma noktasına gelmiştir.

Yunanistan karasularını 12 mile çıkardığını açıklamış, bu durumun Türkiye tarafından kabul edilmemesi sonucunda oluşan belirsizlik Ege Denizi ve Hava Sahası’nda her iki devletinde kendisine ait kabul ettiği alanlarda çatışmalara sebep olmuştur.

Yaşanan bu gelişmeler üzerine 02 Şubat 2003 tarihinde Kısmi Seferberlik ilan edilmiştir.

Güneydoğu Anadolu’da terör olaylarının artması, KOPENHAG Zirvesi sonucunda AB ile Türkiye ilişkilerinin kopma noktasına gelmesi, ABD’nin harekât öncesi verdiği sözleri tutmaması ve bu konudaki isteksizliği, irticai kesimlerin İslam Devleti kurma özlemlerini fiilen harekete geçirmiştir. Özellikle Kocaeli, Adapazarı ve İstanbul’da rejim aleyhtarı gösteriler düzenlenmeye başlanmış, çok sayıda ölü ve yaralıların olduğu olaylar meydana gelmiş ve gerilim yükselmiştir.

Bakanlar Kurulu Milli Güvenlik Kurulunun tavsiyesi ile Sıkıyönetim ilan etmiş, karar Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı gün TBMM onayına sunulmuştur. TBMM’nde üye yeterli sayısına ulaşılamadığı için Sıkıyönetim kararı onaylanamamıştır.”  

Aytaç Yalman anılarında 5-7 Mart 2003 tarihinde Birinci Ordu’da görüşülen bu senaryo için şöyle diyor: “Sonuç olarak benim bilgimin dışında Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryoyu (yani bir irticai kalkışmayı) merkeze alan bir seminer yapılıyor. Bırakın EMASYA’yı, sıkı yönetim faaliyetleri irdeleniyor” (Yalman, s.311)

5-7 Mart günü yapılan Seminer’deki konuşmalara geçmeden son olarak Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın 20 Aralık 2002’de yaptığı ve tüm alt birimlere dağıtılan Aylık Karargâh Koordinasyon Toplantısı’ndaki konuşmasına bakmalıyız. Konuşma dönemin motivasyonlarını iyi anlatıyor:

“Son dönemde belli çevrelerin cesaret buldukları, bazı yerlerde gösteriler yapmaya başladıkları, özellikle belli gazetelerde çok pervasızca Silahlı Kuvvetler personeline saldırdıkları görülmektedir. Arkadaşlar, Silahlı Kuvvetler olarak biz siyasetin dışındayız. Siyasetin dışında olmak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel ilkelerinin örselenmesine, göz ardı edilmesine göz yumarız anlamına gelmez. Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarihî misyonu, kendisine verilen tarihî görevi, bu Devletin kurucusu olma, tarihî Kemalist çizgisini her zaman muhafaza etmek zorundadır…”

Ve 5-7 Mart tarihlerinde Birinci Ordu’nun kışlasında 26 general 121 subay ve sivillerin katılımıyla plan semineri başladı. Seminerin açılışında konuşan Çetin Doğan seminerin amacını anlattı:

“Bu plan çalışmasında yalnız şimdiye kadar olan plan çalışmalarının dışında belki de Türkiye’de ilk defa ordu çapında bizim planlarımız içerisinde yer almakla beraber ikinci plana ittiğimiz aslında günümüzdeki gelişmeleri dikkate aldığımız zaman birinci öncelikli ele almamız gereken iç tehdidi bu seminerde öne alıyoruz.”

Bu “iç tehdit nedir”, onu da Çetin Doğan’ın kapanış konuşmasından öğrenelim:

“Arkadaşlar bu plan seminerini, 1. konjonktürel gelişmelere göre dikkatlerimizi nerelerde yoğunlaştırmamız gerektiğini ortaya koymak için yaptığımı herhalde hepiniz anlamışsınızdır. Yani buradaki Yunanistan meselesi tali bir meseledir… Söylediğimiz her söz, atacağımız her adım evvela laik demokratik cumhuriyetin korunması ve kollanılması, kollanması için olmalıdır. Laik demokratik cumhuriyetten daha üstün, bundan daha büyük tehlikemiz yok mevcut durum içerisinde…”

Peki, ne yapılacaktır bu büyük tehdide karşı? Yine Çetin Doğan’ın seminerdeki sesinden dinleyelim:

“Evet, içteki birlik bütünlüğü nasıl sağlayacağız arkadaşlarımız bu konuyu işte gündeme getirdiler millî birliğin ve beraberliğin oluşmasında evvela inandırıcı millî birliğin sağlayıcı bir hükümetin varlığı ile olur. Dini öne çıkartan ümmet anlayışını öne çıkartan bir anlayışla millî birliğimiz hiçbir zaman sağlanamaz. İnsanların dini inançları farklı farklıdır. Bu eski ümmet Osmanlı döneminde din adına, gaza yapma adına savaşlar vardı eski dönemlerde bütün ulusları işte 7 yıl 40 yıl 100 yıl savaşlarına falan soktular ama şimdiki dönemde ulusal çıkarlarımız ulus-devlet olmanın özelliğinden dolayı ulusal birliğimizde ilk Atatürk’ün o sözü ulusal birliğimizi öne çıkartır. Bunun içinde her şeyden önce evet hükümetin ve meclisin kendisine çekidüzen verdirici ben onu söyleyeceğim şeyde Genelkurmay Başkanına, Kuvvet komutanına diyeceğim ki siz meclisi ve hükümeti uyarıcı bu gidişe dur deyici bir ültimatom verin gerekirse. Gerekirse çağırın bu işin sonu b..ktur işte sonunuz böyledir. Bu konuda gerekli tertip ve tedbirleri alın. Evvela ulusal birliğimizin evvela inandırıcı bir millî mutabakat, buraya öyle yazmışım. Millî Mutabakat Hükümeti kurulması sureti ile halkın tasvip edeceği tarafsız bağımsız daha tek. Edeceği bu kadar gaile içinde ülkeyi daha sonra bütün bu gailelerden sonra seçime götürecek bir hükümetin kurulması en önemli birinci …… (anlaşılmıyor) bu tabii, bu öngördüğümüz senaryonun içerisinde öngördüğüm bir çözüm tarzı hani bugün de gidip onu şu anda yapın diye gideceğim yok yanlışta anlamayın. Bizim yaptığımız tekliflerimiz vardır. O teklifleri de şimdi sizlerle paylaşmak istemem…”

Üç gün süren seminerde diğer sunumlar ve müzakerelerde gerçek isimlerin de geçtiği diyaloglardan örnekler okuyalım biraz da:

Çetin Doğan: “Şimdi toplumsal olaylarda polisin kontrol edilmesi gerekiyor tabii bu durumda. Onlarda yeni silah araç ve gereçler var. Bunları kontrol etme yahut polisi bu bölünmüş olan polisi ya etkisiz bırakma bir bölümüyle ya bir bölümünü etkimiz altına almak için bir tertip ve tedbiriniz var mı?”

Komutan 1: “Ben Ankara’da seneler önce görev yaparken Mehmet Aydın, Fehim Adak, Hasan Aksay, Necmettin Erbakan ile aynı apartmanda oturdum. Bu kişiler bu ekip işbaşına geldiği zaman bunların koruması için apartmana polisler geliyordu. Bunların hepsi masa üzerlerinde namaz kılan, takunyayla gezen apartman içinden kişilerdi. Komutanım seçimlerden sonra gazetelerde şöyle bir haber geçti kırıntı gibi bilmiyorum arkadaşlardan da okuyan var mı ben okudum Tayyib’i tebriğe gidenlerin arasında çok sayıda emniyet mensubunun olduğuna dair şöyle bir iki haber vardı.”

Komutan 2: “37. Yansı. Komutanım harekâtın 3. Safhasında geçmişte irticai yıkıcı bölücü faaliyetlere karıştıkları tespit edilen şahıslar gözaltına alınacaktır. Gözaltına alınan ve tutuklananlar başlangıçta Üsküdar bölgesinde Burhan Felek Spor Tesisleri’nde, Ümraniye’de Netaş Misafirhanesi’nde, Kadıköy’de Fenerbahçe Stadyumu’nda toplanacak bilahare sorgulanmak üzere Ümraniye Cezaevi’ne götürülecek jandarma ve polis sorgulama timleri vasıtasıyla sorgulanacaktır.”

Komutan 3: “Tugayın sorumluluk bölgesi Maltepe, Kartal Pendik Tuzla ve Sultanbeyli ilçelerini kapsamaktadır. Tuzla Belediye Başkanı İdris Güllüce ve Sultanbeyli Belediye Başkanı Yahya Karakaya yerine tespit edilen personelle değiştirilecek.”

Çetin Doğan: “Kadıköy İmam hatip Lisesi Müdürü ….. şey yok mu onları falan almıyorsun yani?” Albay: “Komutanım Kadıköy’ün sorumluluğu bana sonradan verildi, ben onu ismini tam olarak alamadığım için buraya yazmadım komutanım. Normalde o da alınacak komutanım, Üsküdar ve Ümraniye’de olduğu gibi.”

Komutan 4: “Bu konudaki bir başarısızlık Türk Silahlı Kuvvetleri’nin pasifize olmasına, bunun sonucu olarak da Atatürk ilke ve inkılâplarının temeli olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaçağ taassubuna bürünmüş bir yapıya dönmesine sebep olacaktır. Aldığımız istihbarat ve yaptığımız değerlendirmelere göre İstanbul’da yaklaşık 200-210 bin, İzmit’te 21 bin, Adapazarı’nda 12 bin olmak üzere toplam 240-250 bin kişinin irticai ve bölücü unsurlara destek verebileceği değerlendirilmektedir. Özellikle İstanbul ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki olaylara İsrail örneğinde olduğu gibi kesin süratli ve sert tedbirler alınmadığı takdirde bilhassa irticai olayların ülke geneline yayılma ihtimali mevcuttur. Kurtuluş savaşından sonra olduğu gibi gerekli tedbirler alınmalı ve irtica sempatizanları da asimile edilmelidir.”

Komutan 5: “Şimdi bu ülkede gerçek vatanseverler ne yapacak yani şimdi onların karşısında bir kitle de yani onlar nasıl silahlanmışsa buna karşı bundan evvelki olduğu gibi onlara karşı bir harekât icra edilince yeni bir oluşum ortaya çıkacak yani. Buna silahlı kuvvetler müdahale mi edecek yoksa teşvik mi edecek yani bu oluşum içinde ülkenin yüzde oy potansiyeline baktığımızda ortaya çıkan irticai tablonun karşısında da yüzde 80’e yakın bir rakam var. Yani bunların da örgütlenmesi halinde, organize olması halinde, irticai unsurlara karşı yapılabilecek karşı bir harekâtın da olabileceğini göz ardı etmemek lazım. 1. Tugay komutanımızın söylediği konu aslında 12 Eylül öncesinde ülke yangın yerine dönmüş her gün 50 tane insan ölüyordu. Sağ sol birbirine girmişti. Ama bir 12 Eylül darbesi bütün bunların hepsini ortadan kaldırdı. O ülke sütliman haline geldi. E şimdi böyle bir tehdidin ortadan kaldırılması için fazla uğraşa gerek yok. Yani kuvvetleri sağa sola göndermenin bana göre yapılacak en kolay harekât tarzı bir 12 Eylül gibi harekâtın baştan itibaren organize edilmek suretiyle bir anda söndürülmesi imkân sağlar diye düşünüyorum. Burada tabii, burada söylemek istemedik ama sonunda bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Bundan sonraki konuşmalarda da dikkate alın…

Çetin Doğan: Bunu gözlemciler daha iyi bilir. (Gülerek) Adam Cumartesi de devam etti diyebilirsiniz rahatlıkla. Devam etti, bırakmadı, adam ihtilal planlıyor dersiniz. En iyi söyleyeceğiniz, korkutun, Adam çok tehlikeli efendin. Adamın sapı solu yok. Bakın tanklarımın menzili İstanbul’a kadar yetişiyor, arkadaşlar söylüyor. Ona göre ha.”

Üç gün süren semineri Genelkurmay’dan 5, Kara Kuvvetlerinden 7, Hava Kuvvetlerinden 1 gözlemci izledi. Genelkurmay gözlemcisinin seminerdeki faaliyetle ilgili 4 sayfalık olumlu raporu dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt imzasıyla Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e sunuldu. Ama diğer raporlar dava sürecinde dahi bulunamadı.

Kara Kuvvetleri adına semineri izleyen gözlemcilerinin başında Tuğgeneral Tevfik Özkılıç vardı. Daha sonra gözlemci olarak geldiği seminer yüzünden sanık da olacak Özkılıç, seminerle ilgili komutanı Aytaş Yalman’a bilgi vermişti:

“Özkılıç tarafından tatbikatın verdiğim direktife aykırı bir şekilde yapıldığının bildirilmesinden sonra, zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de aynı gün tatbikatta yapılan konuşmaların emirlere aykırı olarak kayda alındığını ve bu kayıtların bir şekilde Ordu Karargahı’ndan sızdırılarak Başbakan’a intikal ettirildiğini bildirdi” (Yalman, s. 312)

Hilmi Özkök’ün teyit etmediği bu görüşmeyi seminerden hemen sonra 8 veya 9 Marttarihinde yaptıklarını anlatıyor Yalman.

9 Mart 2003 günü Siirt’te yapılan seçimlerle AK Parti Genel Başkanı Erdoğan Meclis’e girmiş, 14 Mart’ta kurulan hükümetle de başbakan olmuştu. Yani burada kastedilen Başbakan’ın Abdullah Gül olduğunu düşünebilir.

Şimdi, aynı konuda dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün Balyoz davasında mahkemeye verdiği ifadede anlattıklarını okuyalım:

"Bana bir CD geldi. Kaynağını bilemediğim bu CD’de amacını aşmış ifadeler tespit ettim. Kara Kuvvetleri Komutanı’ndan incelemesini talep ettim."  “CD, ses kaydıydı. Seminerde Çetin Doğan’ın konuşması olduğu iddia edilen kayıtlardı. Bu CD’de amacını aşan ifadeler olduğunu ve incelenmesini istedim. Meşru bir tarafı yok. Sıradan bir CD ama kuvvet komutanına inceleyin dedim.”

Bütün bu ifadelerin söylediği, ses kayıtları, Balyoz haberinin Taraf’ta çıkmasından 7 yıl önce, seminerin bitmesinden hemen sonra dışarıya sızdırılmıştı. Hatta Yalman’ın iddiasına göre bu kayıtlar Başbakan’a kadar ulaşmıştı. Aynı iddiayı mahkeme safahatı sırasında Orgeneral Ergin Saygun da dile getirdi. 

Ortada basit bir savaş oyunu olmadığı, seminerin ardından 2003 yılında yaşananlara yeniden bakınca bile anlaşılabiliyor: 

“Bu gelişmeler üzerine hemen İstanbul’a telefon ederek 1. Ordu Komutanı’na söz konusu tatbikatın amaçlarının genişletilerek ve yorumlanmak suretiyle icra edilmesinin uygun olmadığını söyledim ve tatbikatın kayıt altına alınmasının da emirlere aykırı bir davranış olduğu yolunda kendisini ikaz ettim. Bu ses kayıtlarının tatbikattan sonra bazı makamlara ulaştığını da kendisine söyledim” (Yalman, s. 313)

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı’nın hatıralarından sadece Çetin Doğan’la konuşmadığı, Birinci Ordu bünyesindeki komutanlıklar tek tek gezerek, disiplin ve itaat konularında ikazda bulunduğu anlaşılıyor:

“Bütün kolordu komutanlarını İzmit’teki 15. Kolordu Karargahı’nda topladım. Kendilerini askerliğin temelinin mutlak itaat olduğu konularında açıklamalarda bulundum, gerekli mesajları verdim (Yalman, s.314)

Anılardaki en ilginç bölümse şurası: “Mayıs 2003’te Harp Akademileri’nde yapılan seminer bitince Genelkurmay Başkanı Özkök ‘Ben Çetin’le bir görüşmek istiyorum’ dedi. ‘Ben de geleyim’ dedim. ‘Senin gelmene gerek yok' dedi.”

 

O görüşmenin içeriğini hem Çetin Doğan hem de Hilmi Özkök anlattılar:

Çetin Doğan: “Hilmi Özkök ile görüşme yaptım. Halil İbrahim Fırtına da vardı. Özkök bana ‘bazı kıpırdanmalar var bu nedir?’ diye sordu. Ben de bunların dedikodu olduğunu, meşru zeminde olduğumuzu söyledim. Somut bir şey olup olmadığını sordum. ‘Yok’ dedi. O zamana kadar arkadaştık. Arkadaşlığımız sona erdi.”

Hilmi Özkök: “Bu olay doğrudur. Konuşmalar bire bir olmayabilir. İhbar mektupları geldiğini söyledim. Açıkça yüzüne karşı sordum. Kendisi de böyle şey olmadığını söyledi. Elimde meşru belge olsaydı yasal işlemi yapardım. Doğru yaptığımı düşünüyorum.” 

Seminer sonrası yaşanan trafik sırasında Çetin Doğan bir by-pass ameliyatı oldu.

Çalkantı devam ediyordu. Hükümet bir taraftan 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi nedeniyle ABD tarafından sıkıştırılıyor, bir taraftan da Kıbrıs ve irtica merkezli siyaset-asker gerilimleri tırmanıyordu.

23 Mayıs 2003 günü Cumhuriyet Gazetesi ünlü “Genç Subaylar Tedirgin” manşetiyle çıktı.

30 Mayıs 2003 günü MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Ankara’daki konutunda İlhan Selçuk, Mustafa Balbay ve İbrahim Yıldız’ı ağırladı ve şöyle dedi:

“Cumhuriyet'in manşeti (Genç Subaylar Rahatsız) çok etkili oldu. Bu haber başka yerde çıksa başka değerde olur, bir de sizin imzanız var… Kaynağınız ne bilmiyorum ama, önemli olmalı… Eğer mektuplarsa bize de geliyor. İstanbul'dan birinci ordudan geliyor. Oraya baksan birinci orduda her şey hazır, ihtilale hazırlanıyorlar.” (Balbay Günlükleri)

4 Ağustos 2004 günü Cumhuriyet bu kez “Başbakan uyarıldı: YAŞ’ta muhtıra gibi sözler: Laik yapının bozulmasına ordu-millet işbirliği izin vermeyecektir” manşetiyle çıkmıştı.

Manşete göre “muhtıra gibi” o sözleri söyleyen YAŞ’tan sonra emekli olacak Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan’dı:

"Başbakanım, tüm yaptıklarınızı ve amacınızı bir asker olarak iyi biliyorum. TSK'nın etkinliğini ortadan kaldırmayı, TSK'yı rencide etmeyi ve yönetim biçiminde köklü değişiklikler yapmayı planlıyorsunuz. Türk halkının AB sevdasını da arkanıza alarak bu yolda gidiyorsunuz. Günü geldiğinde bu yaptıklarınızın ayırdına varacak ve bunun hesabını soracak güçler mutlaka çıkacaktır. Bu Türk halkının kendisi olacaktır. TSK, Türk halkının sahip çıktığı bir kuruluştur. Türkiye'nin laik yapısının bozulmasına izin vermeyecek güçler birlikte hareket edecektir. Gerekirse ordu-millet işbirliğiyle sonuç alınacaktır."

Yine habere göre bu sözlere destek verenlerden biri de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman olmuştu.

İlk bölümü Yalman’ın plan semineriyle ilgili son değerlendirmesiyle bitirelim:

“Bu plan semineri, amacını ve haddini aşan bir kahramanlık aracı olarak kullanılmıştır. Silahlı Kuvvetler içinde zaman zaman yaşanan bir sorun olan ‘Ben daha çok vatanseverim, Cumhuriyetin değerlerini özellikle laikliği ve Atatürk’ün mirasını en iyi ben koruyabilirim’ duygusu bu plan seminerinde askerî muaşeret kurallarını da hiçe sayarak uygulanmıştır. Bilindiği gibi 1960’tan bu yana bu problem devam etmiştir. Ancak inanıyorum ki bu zihniyet hem ülkemize, hem de silahlı kuvvetlere çok büyük zararlar vermiştir…”

Arada demokrasinin olgunlaştığı 40 yıl olsa da 1960 darbesi sonrası yaşananlarda benzer bir süreç yaşandı 2003’te.

27 Mayıs sonrası gidilen 1961 seçimlerinde DP’nin devamı olan partilerin çoğunluk çıkmasını hazmedemeyen ordu içinde hareketlenmeler, cuntalar ortaya çıkmıştı. Askerlerin 1962’de darbe için söz verdikleri 21 Ekim ve 9 Şubat protokolleri de ne tesadüf İstanbul’daki Birinci Ordu’daki komutanların (başta Refik Tulga olmak üzere) toplantılarında imzalanmıştı.

Yani 3 Kasım 2002 sonrası orduda yaşananlar, o yıllarda yaşananların akrabası sayılır.

Tam bu noktada hakikatin bir yüzünün sonuna yaklaşıyoruz. Halbuki hakikatin iki yüzü var ve hakikatin sadece tek bir yüzüne bakanlar bu olayda da yine yanıldı ve yanıltıldı.

Evet, 5-7 Mart tarihli Birinci Ordu Semineri, ordu içinde bile büyük kırılmalara neden olmuş, seminerin kayıtları taa o günlerde dışarıya sızmış, soruşturmalar açılmıştı.

Olan bitenden herkes haberdardı. Başbakan Erdoğan Balyoz haberlerinden sonra örneğin şöyle demişti: “Bir emekli orgeneral değişik televizyon kanallarında dolaşarak gazetecilerin sorularını cevaplıyor. Ortada bir gerçek var. Bir şeyler bu ülkede yapılmış, yapılmamış değil. Bazı şeyler söylenmiş ve uygulamada bazı gerçekler olmuş. Eğer ‘şu yoktur’ derseniz bu olmaz”

“Herkes biliyordu” listesine eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in günlüklerinde geçen Aytaç Yalman’ın  “.. Geçen yıl eğer ben ona karşı Çetin Doğan ile birlikte olsaydım onu (Hilmi Özkök’ü) paramparça edeceklerdi” sözlerini de ekleyelim.

Ama şu ana kadar “Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo”nun konuşuldu seminerden bahsettiğimizi, Balyoz adının geçmemesi dikkatinizi çekmiştir. Çetin Doğan’la o günlerde karşı karşıya gelmiş iki komutan Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman bile bütün bunlara rağmen “Balyoz” diye bir şey duymadıklarını hem mahkemede, hem de röportajlarında altını çizerek tekrarladılar.

Peki, 20 Ocak 2010 tarihinde Kadıköy’deki Taraf Gazetesi binasına gelen üç DVD ve bir cd içinde 7 yıl önce fırtınalar koparmış o seminerin kayıtları ve resmî evraklarının içine yerleştirilmiş Balyoz Darbe Planı nereden çıkmıştı?

İkisi arasında nasıl bir bağ kurulmuştu? Balyoz’a kim ne demiş, Balyoz’daki sahtekârlıklar nasıl ortaya çıkarılmış, günün sonunda gazetecilerin elinde patlayacak bir haber nasıl olmuş da Yüksek Askerî Şûra’da kimin nerede oturacağını belirleyip, askerî vesayet sistemini gerileten bir sonuç ortaya çıkarabilmişti?

Hem öz eleştiri hem de bugünün bilgileri ve pozisyonlanmalarıyla ortaya çıkarılan anakronik bir davayla 2010’u yargılayan, tarihi yeniden yazmaya çalışanlara “Hepiniz ordaydınız” demek ikinci yazıya kalsın. Çıkan iddianamenin değerlendirmesi ise en son yazıya, önce herkes diyeceğini desin. Her zaman böyle kimin ne olduğunu gösteren turnusol kâğıtları geçmiyor insanın eline…

- Advertisment -