İktidarın daha önce başarısızlığı ispat edilmiş ekonomi politikasında ısrar etmesiyle gelinen kriz eşiği ve bundan doğan zorluklar İslam’a ihale edilmeye başlandı.
Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın faiz politikasına ettiği müdahale üzerine söylediği “Bu konuda (faiz) nas ortada, nas ortada olduğuna göre sana bana ne oluyor!” ifadesi bunun başlıca örneği oldu.
Böylelikle Türk lirasının değer kaybı başta olmak üzere hayat pahalılığı ve yoksulluğa yol açan ekonomi politikasının faturası nassa kesildi.
Burada sözü edilen nas kavramı, herhangi bir konuda Kur’an-ı kerim veya hadis-i şeriflerde bulunan ve üzerinde tartışılması dinen câiz olmayan delil hükmündeki kesin ifade anlamındadır. Bazı çevrelerce zannedildiği gibi Kur’an’daki Nâs suresiyle ise kavramın alakası yoktur.
Kur’an-ı Kerim’de faizden yirmiyi aşkın ayette bahsedilmiş ve açıkça yasaklanmıştır. Bakara Suresi’nin 278. ayetinde faizin bırakılması emredildikten sonra takip eden ayette faizcilerin Allah ve Resulü ile savaş içinde oldukları bildirilmektedir.
Sayın Cumhurbaşkanının nassa olan teslimiyeti elbette takdire şayandır ancak başta Avrupa’nın en yüksek faizini uygulamasından da anlaşılacağı üzere bu sözde kalan teslimiyetin, fiilen uygulanmadığı da açıktır.
Nassa uygun bir ekonomi için alınması gereken tek aksiyonun Merkez Bankası’nın politika faizini bir miktar indirmek olmasa gerek. Oysa ki böyle olunca akla başka bir ilahi ikaz gelmez mi? “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saff, 2-3)
Peki hazır iktidarda nassa olan teslimiyeti sözde de olsa ortada olan birileri varken ekonomik krizden çıkmak, Türk ekonomisine olan güveni tesis etmek, Türk lirası ve Türkiye’yi itibarlı hale getirmek için İslam’ın bir reçetesi yok mu? Elbette var ki bunlar İslam’ın temelini de oluşturan ve olmazsa olmaz sac ayakları adalet, ehliyet/liyakat ve istişaredir.
Üstelik bu üç husus da insanlığın üzerinde mutabakata vardığı kadim değerlerdir. Bu sebeple başarısızlığı İslam’a ihale etmek yerine, reçeteyi bu üç temel değerde aramak herkes adına çok daha faydalı olacaktır.
Adalet, Kur’an ve hadislerde düzen, denge, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, dürüstlük, tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmış ve “faiz” kavramından çok daha fazla zikredilmiştir.
Ayet ve hadislerde adalet emredilirken adil olan kimse veya kavimlerden özellikle de adil olan yöneticilerden övgüyle bahsedilmiştir. Mekkeli müşrikler, Müslümanların kendilerine muhalefet etmesi, Allah ile birlikte onların putlarına tabi olmamaları üzerine Müslümanlara sosyal ve maddi boykot ve tecrit uygulamışlardır. Boykot ve tecrit sebebiyle Rasûlullah aleyhisselam 615 senesinde Habeş kralı Necâşî Ashame bin Ebcer için “Orada ülkesinde adil bir hükümdar iş başındadır; gidin ve Allah içinde bulunduğunuz durumdan bir çıkış yolu gösterinceye kadar o doğruluk ülkesinde kalın” (İbn Hişâm, es-Sîre) diyerek 15 sahabesini Habeşistan’a hicret ettirmiştir. İlk hicret için Habeşistan’ın tercih edilmesi, o dönemde henüz Hristiyan olan Necâşî Ashame’nin adil bir hükümdar olmasından başka bir sebeple değildir.
Mevla teala adaleti emrederken bunun tam bir tarafsızlık ile sağlanmasını “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin” (Mâide, 8) diyerek dosta ve düşmana adaletli davranmak gerektiği kaydını düşmüştür. Adaleti herkes için eşit tecelli ettirmeyenler için ise Rasûlullah aleyhisselam “Sizden önceki insanların helâk olmalarının sebebi, aralarında ileri gelen kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını vermeyip zayıf kimseler hırsızlık yapınca ceza uygulamalarıdır” (Müslim, Hudûd, 2) buyurmuştur.
Verilen bir karar kendi lehine olduğundan memnuniyetle kabul eden ancak aleyhte bir karar çıktığında tanımayanlar için “işte bunlar zalimlerdir” (Nur, 48-51) denilmiştir. Yine kendinden olmayanlara her türlü adaletsizliği meşru görenler için ise Kur’an-ı kerimde “bile bile Allah adına yalan söyleyenler” (Âl-i İmrân, 75) şeklinde bahsedilir.
Ehliyet ve liyakat ise bir işe layık olmaya sebep teşkil eden ve yapabilme gücünü sağlayan ustalık, beceriklilik, kabiliyet ve yeterlilik demektir. Yani bir iş başına gelirken veya birilerine bir işi teslim ederken akrabalık, yakınlık, ideoloji veya menfaat gibi sebepler yerine sadece yukarıda sayılan özelliklerin gözetilmesidir. Kur’an-ı kerimde ehliyet ve liyakat, adalet ile zikredilerek “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisâ, 58) şeklinde emredilmiştir.
Rasûlullah aleyhisselam, Mekke’nin fethinde Kâbe’yi putlardan temizlemek üzere anahtarını istemiş ve içerisinde bir süre ibadet etmiştir. Dışarı çıktığında damadı Ali ve amcası Abbas radiyallahu anhüma, Kabe’nin anahtarının kendilerine teslim edilmesini istemişlerse de Rasûlullah bunu kabul etmemiştir. Anahtarı, devri cahiliyeden o güne, anahtarı elinde tutan aileye yani Abdüddâroğulları’na “Emaneti kıyamete kadar sizde kalmak üzere alın; Kabe’nin anahtarını sizden ancak zalimler geri alır” (İbn Sa‘d, et-Tabakât) buyurarak geri teslim etmiş, ehliyet ve liyakate gösterdiği hassasiyeti ortaya koymuştur.
Bir başka hadis-i şerifte ise yine ehliyet ve liyakatin önemine dikkat çekerek “Yönetim, ehli olmayan kimseye verildiğinde kıyameti bekle” (Buhârî, Rikâk, 35) buyurarak ehil olmayan yöneticileri kıyamet alametleri arasında zikretmiştir.
Fikir sorma, bir husus hakkında başkalarının görüşünü alma, danışma manasına gelen istişare ise Kur’an-ı kerimde Müslümanların özellikleri sayılırken “onlar işleri aralarındaki istişare ile yürütürler” olarak sayılmış ve bir başka ayette ise “işlerinde onlarla istişarede bulun” diye emredilmiştir.
Kişilerin şahsi işlerini ilgili kişilere danışması istişaredir ancak devlet meseleleri söz konusu olduğunda yöneticinin birilerine danışıp sonra kendi bildiğini okumasıyla istişare emri yerine gelmiş olmaz. İslam dininde emredilmiş olan istişare, kendisi vahye muhatap olmasına rağmen Müslümanlara bir örnek teşkil etmesi için bizzat Rasûlullah aleyhisselam tarafından uygulanmıştır. Nitekim 625 senesinde Kureyş’in savaşmak için Medine’ye yöneldiği öğrenilince Rasûlullah aleyhisselam, Medine’de kalınıp savunma yapılması kanaatinde olmasına rağmen müşriklerin şehir dışında karşılanmasını daha yerinde bulan çoğunluğun görüşüne uymuş (Vâkıdî, el-Megazi) ve savaş şehir dışında kalan Uhud dağı civarında gerçekleşmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
İslam istişare ile tek adamlığın önüne geçmiş, bir kişinin her konuda karar alması yerine her konuyu ehline teslim etmeye, ehliyle istişare etmeye ve birlikte karara bağlamayı teşvik etmiştir.
Günümüz üzerinden bütün bu bahsettiklerimizi değerlendirecek olursak alınan yargı kararlarının bir çoğunun kararı veren, kararın muhatabı olan ve kamu tarafından vicdanlara sinmeyen nitelikte olması; dış güçlerin talimat ve pazarlıkları ile yargı mekanizmasının telefonlarla çalıştırılması; seçkinler ile sıradan kişiler arasından soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde ve kararlarda ayrım yapılması; menfi olmayan yargı kararlarının açıkça tanınmaması; atamalarda liyakat ve ehliyet esasları yerine sadakat ve menfaat üzerinden hareket edilmesi; nepotizmin hemen her yeri parsellemesi; ağır aksak giden istişare mekanizmalarının tamamen yok edilmesi; bir şura niteliğinde olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin ikinci hatta üçüncü plana itilmesi; vatan, millet ve devlet menfaati olan konularda alanında uzman olanların ve bu uzmanların ortak kanaatinin hilafına hareket edilmesi gibi örnekler şayet Türkiye’de varsa akla tek bir ifade geliyor:
Bu konularda nas ortada, nas ortada olduğuna göre sana bana ne oluyor?