Herkesin yazıp söylediği gibi, 25 Haziran sabahı itibariyle yeni bir siyasal rejim ve dönem başladı. Onu anlamak, anlamlandırmak ve gerçek değerini teslim etmek son derece önemli.
Şu günlerde birçok insan bu meseleye kafa yoruyor, anlamını vermeye ve adını koymaya çalışıyor.
Her zaman çok isabetli olmasa da tarihi, süreçlere damga vuran olayları ve öne çıkan nitelikleri dikkate alarak dönemlere ayırmak faydalıdır.
Hayat kendi gerçekliği ve olağan akışında çok kesin ayırımları ve dönemleri sergilemese bile, ülke olarak nereden gelip nereye gittiğimizi de görmek ve anlamak, zihnimizdeki karmakarışık bilgileri ve algıları düzenlemek ve hizaya sokmak bakımından, bu tür zihinsel tasniflere girişmek iyi sonuç verebilir.
Böyle bakıldığında, hayli gergin siyasal kavgalardan sonra Türkiye siyasal rejim arayışında üçüncü döneme girdi sayılır. Aynı bağlamda, bu değişimin baş aktörü Erdoğan ve genel başkanı olduğu AK Parti açısından da üçüncü bir dönemden söz etmek mümkün görünüyor.
Cumhuriyet’in dönemleri
Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nu, Cumhuriyet öncesi olduğu için değerlendirme dışı tutmak sanıyorum daha uygun olacak.
95 yıllık Cumhuriyet ise birçok yönden alt-dönemlere ayrılabilir. Ama bizi ilgilendiren işin siyasal yönüdür. Bugüne değin uzmanlar zaten ilk iki büyük dönemi belirlemiş bulunuyor.
Millî Mücadele’yle başlayıp, 1946-50’de çok-partili sisteme geçilinceye kadar devam eden (1) “Cumhuriyet’in kuruluş ve Tek Partili dönemi” ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle başlayıp günümüze kadar inişli çıkışlı devam eden (2) “çok-partili parlamenter sistem ve darbeler dönem,i” geride bıraktığımız başlıca rejim modellerimiz ve dönemlerimiz.
Nihayet 24 Haziran 2018 seçimleriyle, resmi adı “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” de olsa daha çok Güney Amerika’daki modellere benzeyen ve nasıl seyredeceğini şimdiden kestiremediğimiz (3) “başkanlık dönemi”ne girmiş bulunuyoruz.
Diktatörlükler zamanı
Cumhuriyetin bir bölümü savaş şartlarında geçen ilk döneminde gerçi bir parlamento, o parlamentoda gruplar ve kimliklere dayalı bir temsiliyet vardı. Buna rağmen, 1923’deki kuruluşundan çok Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarıldığı 1925’ten geçişin başladığı 1946’ya kadar, iki savaş arası dünyada yaygın modellerin bir benzeri olarak rejimi diktatörlük olarak tanımlamak haksızlık sayılmaz.
Cumhuriyet kurulurken, varlığı dağılmış ve ekonomisi tamamen çökmüş imparatorluktan ne pahasına olursa olsun bir ulus-devlet geçme; yılların yoksulu ve yorgunu, hastalıklarla boğuşan, çoğunluğu Müslüman halkı bu hedef doğrultusunda ayağa kaldırma çabası söz konusuydu.
Bunu da, çoğu geç dönem Osmanlı okullarında okumuş, politik kimliğini İttihat ve Terakki’nin esasen pozitivist ve modernist muhalefet mecrasında bulmuş, esasen asker kökenli kadrolar gerçekleştiriyordu.
1919-20’de her ne kadar o dönemin toplumsal renklerini içeren ulusal ve yerel kongreler toplanıyor, mücadeleler meclisler etrafında dönüyor olsa da, gene 1920’den itibaren fiilen mevcut olduğunu söyleyebileceğimiz Cumhuriyet esas olarak yukarıdan aşağı inşa edilmekteydi. Etnisite, inanç ve kültür farkları sadece lâfta bir olumluluk gibi gösteriliyor; gerçekte ise, kaldığı kadarıyla Rumlar, kaldığı kadarıyla Ermeniler, sair gayrimüslim “azınlık”lar ve Kürtler, inşa sürecindeki ulus-devlet açısından büyük bir risk sayılıyordu.
Sonuçta, 1924 itibariyle yalnızca Türk kimliğini ve resmi devlet laikliğini topluma kabul ettirmek isteyen, bu yaklaşımları benimsemeyenleri ise toplumun kenarlarına iten bir yapı kuruldu.
Kurucu lider Mustafa Kemal ile kurucu ve kısa istisnalarla TBMM’deki yegâne parti olan CHP’nin baskıcı ve otoriter karakteri, 1918-39 arasında Avrupa’ya hakim olan siyasal iklime paralel bir siyasi rejime damgasını vurdu.
Atatürk’ün ölümüyle liderlik İsmet İnönü’ye geçerken, bu rejim varlığını ve temel niteliğini İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürükledi. Bazı farklılık ve itirazları da bünyesinde barındıran Tek Parti iktidarı döneme rengini verdi.
Çok-partili parlamenter sisteme geçiş dönemi
İkinci Dünya Savaşı’nın sonu iki büyük kampın oluşmasını beraberinde getirdi ve Soğuk Savaşa giden yolu açtı. ABD’nin liderliğindeki Batı kampında “demokrasi” rüzgârları eserken, Sovyetler Birliği “sol ve sosyalizm” adına kendi modeli ve etki alanını oluşturup ve Soğuk Savaşın diğer blokunu hayata geçirdi.
1946’dan itibaren Türkiye tercihini Batı kampı doğrultusunda yaptı ve buna bağlı olarak, çok-partili parlamenter demokrasiye geçiş doğrultusunda hızlı adımlar attı. İçeride ortamın yumuşatılarak çok-partili demokratik sisteme geçme kararı alınması, Demokrat Parti’nin kurulması, Kore’ye asker gönderip NATO’ya üye olma yolunun açılması, Marshall Planı’ndan yararlanma vb bu dönemin öne çıkan gelişmeleriydi.
Tek Parti döneminde yoğun baskı gören inanç, etnisite ve kültür temelli kesimler, doğal olarak, Tek Parti’den ayrılan bir ekibin kurduğu DP’ye destek verdi. Bu yolla toplumsal hayatta daha fazla görünür oldular. Bu, demokrasi, özgürlük ve çoğulculaşma adına önemli bir adımdı.
Demokrat Parti hem kurucu parti CHP’nin, hem de onu destekleyen devlet ve sivil toplum kurumlarının sert muhalefetiyle karşı karşıya kalırken, demokrasiyi ve özgürlükleri derinleştirmek bakımından kayda değer bir adım atmadı. On yıllık iktidarının neredeyse ikinci yarısından itibaren, desteğini aldığı kesimleri de hayal kırıklığına uğratan otoriter savrulmalara uğradı.
27 Mayıs 1960’la başlayan askeri müdahaleler
CHP’nin sert muhalefetinin yanısıra, gençlik ve üniversiteler de iktidara karşı gösterilerde öne çıktı. Büyük ölçüde kurucu partinin ideolojik ve politik duruşuna paralel bir tavır içinde olan ordu, 27 Mayıs 1960’da bir darbe yaparak, seçimle gelen iktidarlara karşı vesayet amaçlı müdahaleler sürecini başlattı.
Dönemin demokrasilerinde görülen bazı yeni haklar, kurumlar ve uygulamalar siyasal rejime taşınmakla beraber, asıl olarak yeni yapılan anayasayla (1961 anayasasıyla) askeri vesayet anayasal konuma kavuşturuldu ve onu daimi olarak besleyen anayasal kurumlar sisteme enjekte edildi.
Kemalist ve sol eğilimli gençliğin, üniversite yönetimlerinin, bazı sendika ve meslek odalarının – özetle, seküler güçlerin, DP etrafında kümelenen muhafazakâr güçlere muhalefet ettiği bir dönem yaşandı. Esasını ordunun teşkil ettiği silâhlı bürokrasiyle ilişkiler ise bir vesayet niteliği taşıyordu.
Bundan sonra sık sık görülen askeri darbe ve darbemsi müdahalelerle parlamenter sistem ikide bir kesintiye uğradı. Yasal hükümler ve fiili uygulamalar vasıtasıyla ordunun rejim üzerindeki vesayeti gün geçtikçe genişledi. Muhafazakâr ve dindar seçmen kitlesinin desteğiyle iktidar olan sağ partiler ve bazen de merkez-sol partiler bu sıkıştırmaya maruz kaldı.
Olağanüstü haller ve sıkıyönetimler kullanılarak toplumsal itirazlar çok şedid biçimde bastırıldı ve toplum döne döne yukarıdan dizayn edilmeye çalışıldı. Ama yapılan ilk seçimlerde seçmen çoğunluğu vesayet güçlerini ve siyasi temsilcilerini tasfiye etmekte tereddüt göstermedi.
Birçok Ortadoğu ülkesine göre hayli ileri, ama evrensel ölçekte yarım yamalak gözüken parlamenter demokrasimiz, Soğuk Savaş dönemini iç gerilim ve çatışmalarla geçirdi. Onu takip eden tek kutuplu neo-liberal küreselleşme çağına ise kısmi demokratik düzeltmelerle girdi.
Erdoğan’ı iktidara taşıyan şartlar
AK Parti, büyük bir ekonomik bunalımın yaşandığı, o malûm 2002 bankalar krizi döneminde, sağ ve sol merkez partilerinin çöktüğü bir eşikte doğdu ve Erdoğan bu koşullarda, sözcülüğünü üstlendiği dindar seçmen tabanını aşan bir destekle iktidara geldi.
Milli Görüş gömleğini çıkardığı, Batı’ya kendi inancı ve siyasal geleneğinin alışılmış dışlayıcı gözüyle bakmadığı ve rejimle kavga etmek gibi bir niyetinin olmadığı noktalarında, kendisine ve içinden geldiği siyasal İslam geleneğine karşı hayli önyargılı genel kamuoyunu inandırmaya çalıştı.
Dünyanın ve ülkenin verili şartlarına uyum sağlayacağını, ekonomik realitenin ve uluslararası sistemin gerektirdiği adımları atmakta tereddüt etmeyeceğini göstermek için yoğun çaba sarfetti.
Demokrasi, insan hakları, basın ve düşünce özgürlüğü, inanç ve ibadet özgürlüğü, giyim kuşam serbestisi, geçmişle yüzleşme, Kürt sorununu demokratik yollardan çözme, evrensel değerler etrafında Batı’yla bütünleşme, AB’ye katılma gibi çoğu çok ciddi reform vaatleriyle (ve uygulamalarıyla) geniş bir kesimin rızasını aldı. Sözcülüğünü yaptığı kesimin özel kimlik taleplerine hapsolmak yerine bütün toplumu kucaklayan siyasal yönelimi, karşılık buldu.
Bunların önemli bir bölümünü birçok toplum kesiminden aldığı destekle gerçekleştirmeye girişti ve epey mesafe alıp başarılı da oldu. Vesayet güçlerinin ardarda gelen engellemelerini böyle bertaraf etti ve alanlarını iyice daralttı. Dünyada ve bölgemizde ilgi ve kabul gören bir parti lideri ve siyasi aktör konumu kazandı. İktidarının 2002-2011 arasındaki dönemine bu temel özellikler damga vurdu.
Türkiye toplumunun büyük bir kesiminde ve dünya kamuoyunda, ülkemizdeki gelişmeler genel olarak olumlu değerlendirilmeye başladı. İslâmî bir gelenekten gelen partinin iktidarında Türkiye’nin vesayet rejimini sonlandırma yönünde attığı adımlar, Kürt sorununu çözmek için gösterdiği cesaret, Avrupa Birliği’ne katılmak uğruna gerçekleştirilen reformlar, giderek işleyen ve güç kazanan ekonomi, ona paralel olarak yükselen kişi başına gelir… dikkat çekiyor ve örnek veriliyordu.
Türkiye’nin siyasal rejiminin ikinci, Erdoğan’ın hikâyesinin ise birinci dönemi, aşağı yukarı böylelikle sonuna geldi.