İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer devletlerinden biriydi Sovyetler.
Kızıl Ordu, Nazi panzerlerini çamura gömmüş, Sovyet güçleri Avrupa’nın ortalarına, Berlin’e kadar ilerlemişti.
Savaşın muzaffer ülkelerinin liderleri Roosevelt, Churchill ve Stalin, dünyaya yeni bir nizam vermek için 4-11 Şubat 1945 tarihleri arasında Sovyetler Birliği’nin meşhur tatil şehri Yalta’da bir araya gelmişlerdi.
Avrupa yıkılmış, son anda Almanya’ya savaş açarak kazananlar cephesinde yer bulmaya çalışan Türkiye savaş hazırlıklarından yorgun düşmüş haldeydi.
Stalin, Türkiye ile ilgili niyetlerini ilk Yalta’da dillendirdi. Konferansın ardından Moskova’nın Türkiye’ye tehditleri başladı. Moskova’da Türk Büyükelçi Selim Sarper, Dışişlerine çağrılıp tehdit edildi. Ruslar, 1921 ve 1925 yıllarında iki ülke arasında yapılan anlaşmalarla çözülen Boğazlar ve sınır meselelerinin yeniden görüşmek istiyordu.
Tehditlerinin ciddi olduğunu 19 Mart’ta, 1925 tarihli sınır anlaşmasını tek taraflı olarak feshederek gösterdiler.
7 Haziran 1945’te Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’la görüşen Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’in önüne bir nota kondu. Notada özetle şöyle deniyordu:
“Kars, Ardahan ve Artvin’i Gürcistan ve Ermenistan’a yani bize bırakın. Boğazlar’da bize üs verin, Trakya sınırınızı Yunanistan ve Bulgaristan lehine yeniden çizin, 1936 Montrö Antlaşmasını tadil edin.”
Talepler kabul edilemezdi. 18 Haziran 1945’te ikinci görüşmede Ruslar üsluplarını sertleştirip taleplerini yenilediler.
Gürcüler ve Ermeniler de Türkiye’den istenen toprakların kendilerine ait olduğu yolunda Batı’da ve Birleşmiş Milletler’de kampanya yapmaya başlamışlardı.
Ruslar, Ağustos’ta üçüncü bir nota daha verdiler. Meclis’te bu taleplere karşı bu sınırları savaşla çizmiş eski Şark Cephesi Komutanı Kazım Karabekir kürsüye çıktı ve şöyle dedi:
“Eğer Ruslar bizden yer istemekte ısrar ederlerse hiç şüphe yoktur ki dövüşeceğiz; fakat istikbal bize olduğu kadar kendileri için de karanlık olur.”
Türkiye için tek yol Rus saldırganlığını, İngiltere ve ABD’yle yakınlaşarak dengelemekti.
Ama İngilizler, Türkiye’ye destek açıklamaları yaparken, Amerikalılar bu işe karışmak istemiyordu.
Kriz derinleşince İngiltere ve ABD, Stalin’le Montrö’nün gözden geçirilmesi için görüşmeye karar verdiler.
Amerikalılar bir plan hazırladı ama bu plan Türkiye’yi tatmin etmekten uzaktı.
Sonra devreye Türkiye’deki ABD Büyükelçisi Edwin Wilson girdi. Washington’u Rusların Türkiye’yi tehditle uydusu yapıp, Doğu Akdeniz’e açılmayı planlandığı, bu yüzden Türkiye’nin desteklenmesi konusunda ikna etti.
Amerikalılar, Rus tehdidine karşı Türkiye’ye desteklerini göstermek için yaratıcı bir yol buldular.
Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün, 1944 Kasım’ında ABD’de vefat etmişti. ABD diplomatik geleneklerinde ölen diplomatların cenazeleri askeri gemilerle ülkelerine gönderilmekteydi. Ama savaş koşullarında bu mümkün olmamış ve Ertegün’ün cenazesi Arlington Mezarlığı’nda bir lahite kaldırılmıştı.
Cenaze, dönemin büyük ABD savaş gemilerinden Missouri’ye yüklendi ve savaş gemisi ve ona eşlik eden iki askeri gemi 6 Nisan 1946 günü İstanbul’da törenlerle karşılandı. Ertegün için büyük bir cenaze düzenlendi. Amerikalı amiraller İnönü tarafından kabul edildi. Ardından Missouri Yunanistan, İtalya ve İspanya’ya da uğradı.
Üzerine büyük teoriler, komplolar yazılan Missouri zırhlısının Türkiye’ye geliş hikayesi bu.
Missouri’den sonra başka Amerikan askeri gemileri de İstanbul’u ziyaret ettiler ve Amerikalı komutanlar Cumhurbaşkanı İnönü tarafından ağırlandılar.
Ama bu destekler de Sovyetlerin tehditlerini durdurmaya yetmedi. Temmuz 1946’da Sovyetler, Ankara’daki elçisini geri çekti ve 7 Ağustos’ta Türkiye’ye Montrö Sözleşmesi’nin fesh edilmesi ve Boğazların Karadeniz’e komşu ülkelerin yönetimine verilmesini isteyen yeni ve sert bir nota daha verdi.
Türkiye bu nota karşısında ne yapacağını düşünürken 19 Ağustos’ta beklediği destek Washington’dan geldi.
Washington, Moskova’ya bir nota göndererek bu teklifin kabul edilemez olduğunu bildirdi. Bu arada Amerikalı askeri heyetler Türkiye’ye gelip, Türk ordusunun modernizasyonu için raporlar hazırlamaya başladılar.
Eylül 1946’da Sovyetler, ABD’nin bu desteğinden rahatsız olup bir kere daha Türkiye’ye nota verdi ve bu meseleleri baş başa konuşalım dedi.
Ama konuşulacak bir şey yoktu. Bunun üzerine Ankara’nın girişimiyle Londra ve Washington’dan ayrı ayrı Moskova’ya iki sert nota gitti. Notalarda Sovyetlerden daha fazla ileri gitmemesi isteniyordu. Savaşın galip iki ülkesiyle karşı karşıya gelmek istemeyen Stalin geri adım atmak zorunda kaldı.
Yani 1945 Mart’ından 1946 Ekim’ine kadar Türkiye’ye Kars, Ardahan ve Boğazlar’a yönelik Rus tehdidini ABD ve İngiltere’nin desteğiyle karşılayabildi.
Bu arada ABD ve Sovyetler arasındaki savaş sonrası işbirliği Türkiye’den sonra İran’da çıkan kargaşayla zedelendi. 1946’da Yunanistan’da başlayan iç savaşta da Sovyetlerin Yunanistan’ını da uydusu yapma tehlikesi belirmişti.
Böylece ABD için Sovyet yayılmacılığı açık bir tehdit haline gelmişti.
Nihayet 12 Mart 1947 ABD kongresinde konuşan Başkan Henry Truman, daha sonra Truman Doktrini olarak adlandırılacak politikasını açıkladı. “Türkiye’nin milli bütünlüğü Ortadoğu nizamı için şarttır” diyen Başkan Truman’ın açıkladığı plana göre Sovyet tehdidine karşı Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolarlık yardım yapılacaktı.
Ama sadece Türkiye ve Yunanistan’a yardım etmek yeterli değildi. Ekonomik olarak çökmüş Avrupa hem Sovyetlerin oyuncağı olabilirdi hem de kötü durumda olan ABD ekonomisini canlandırmak için güçlü bir pazar olan Avrupa’nın ayağa kaldırılması şarttı.
Bu planı 5 Haziran 1947’de eski üniversitesi Harvard’da konuşan ABD Dışişleri Bakanı George Marshall açıkladı. Meşhur Marshall Planı onun adını aldı.
Türkiye kuzeyinden bu tehdit altındayken 1949 yılında kurulan NATO’ya Türkiye’nin ilk başta davet edilmemesi Ankara’yı çok tedirgin etmişti.
CHP iktidarı, 11 Mayıs 1950’de üyelik için NATO’ya başvurmuş ama sonuç İtalya dışındaki üyelerin ret cevabıyla olumsuz olmuştu.
1950 seçim kampanyasının da önemli gündemlerinden biri NATO üyeliğiydi. Bunu vaat eden Demokrat Parti iktidarı, 11 Ağustos 1950’de NATO’ya ikinci kez üyelik başvurusu yapmış ama bir ay önce BM çağrısıyla Kore’ye asker göndermiş olması bile işe yaramamış ve başvuru bir kez daha reddedilmişti.
Türkiye ancak yoğun diplomatik görüşmeler sonucunda, ABD’nin ikna edilmesiyle NATO’ya kabul edildi. NATO üyeliğinin oylandığı 18 Şubat 1952’de Meclis’te DP’li ve CHP’li 404 milletvekili evet oyu vermiş sadece bir çekimser oyu kullanılmıştı.
Rusya’nın Ukrayna’nın işgaliyle 50 yıllık tarafsızlık pozisyonunu değiştirmeye karar veren Finlandiya ve İsveç NATO’ya başvurdu.
Peki bu adaylığına şu an için karşı olan NATO üyesi kim?
Bu tehdidi en iyi anlaması beklenen, düşenin halinden anlaması gereken Türkiye.
Aslında Türkiye daha önce NATO’nun genişleme politikasının sıkı bir destekçisiydi.
NATO 1949’da kurulduğundan bu yana sekiz kez genişledi.
1952’deki ilk genişlemede Türkiye ve Yunanistan ittifaka girdi. 1955’de Almanya NATO üyesi oldu. 1981’de Türkiye’nin 74’deki Kıbrıs harekatı için NATO’yu protesto ederek ittifaktan ayrılan Yunanistan, Türkiye’nin blokajını kaldırmasıyla geri döndü. 1982’de İspanya, 1999’da Çek, Macaristan, Polonya NATO’ya katıldı.
NATO’nun esas genişleme dönemi ise AK Parti iktidarına denk geldi.
2004’de 7 ülke (Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, Slovenya), 2009’da Arnavutluk, 2017’de Karadağ ve 2020’de Makedonya NATO üyesi oldular ve hepsinde Türkiye genişlemenin en hararetli destekçilerindendi.
Cumhurbaşkanı, en son Kosova’nın NATO adaylığına da açık destek vermişti.
Tam bu yüzden Stockholm ve Helsinki’de temkinli ve alttan alan bir şaşkınlık yaşanıyor.
Helsinki’nin şaşkınlığını bizzat Cumhurbaşkanı Niinistö dile getirdi:
“Açık olmak gerekirse biraz kafam karıştı çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yaklaşık bir ay önce bir telefon görüşmesi gerçekleştirdim ve benden önce insiyatif aldı ve ‘NATO’ya başvuruyorsunuz ve biz bunu olumlu değerlendireceğiz’ dedi. Kendisine teşekkür ettim ve teşekkürün karşısında çok memnun oldu. Yani anlayacağınız, kafam biraz karıştı. İki gün önce duyduklarımız farklıydı. Dün yeniden Türkiye’nin üyeliğimize açık olduğunu duyduk fakat hayıra dönüştü ya da olumsuza dönüştü diyelim. Sanırım şu anda net bir yanıta ihtiyacımız var. Erdoğan’la dile getirdiği problemlerle ilgili konuşmaya hazırım.”
Finlandiya Cumhurbaşkanı’nın kafasını karıştıran yaklaşık bir ay önceki telefon görüşmesi 4 Nisan 2022 günü Anadolu Ajansı’nın haber olarak geçtiği şu görüşme olmalı:
“Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö ile gerçekleştirilen telefon görüşmesinde, Türkiye-Finlandiya ilişkileri ve bölgesel konular ele alındı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, görüşmede, Türkiye-Finlandiya Ekonomi ve Ticaret Ortak Komitesi’nin ilk toplantısının haziran ayında Ankara’da gerçekleştirilecek olmasının memnuniyet verici olduğunu ifade etti. İçinde bulunulan dönemde savunma sanayii alanında iş birliğinin öneminin arttığına işaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’ye yönelik askeri malzeme ihracının önündeki engellerin kaldırılmasını beklediklerini dile getirdi. Rusya-Ukrayna savaşına dair de değerlendirmelerde bulunulan görüşmede, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ateşkes sağlanması ve insani koridorların açılması yönündeki girişimlerini sürdürdüklerini belirtti.”
Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini bu ülkelerin PKK ve terörle ilişkileri gerekçesiyle bloke ediyor.
Finlandiya bu suçlamada sanki araya kaynamış gibi.
Çünkü Avrupa ülkeleri içinde Türkiye’nin bu konuda şikayetçi olduğu ülkeler listesinde Finlandiya’nın adını ilk kez görmüş olduk.
Fin Cumhurbaşkanı Niinistö, 2015’de Gar saldırısından kısa bir süre sonra Ankara’yı ziyaret etmiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte saldırının meydana geldiği alana gidip terör kurbanları anısına karanfil bırakmıştı.
Ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı defalarca Finli meslektaşına 1999 Helsinki zirvesinden bu yana Finlandiya’nın Türkiye’nin AB adaylığına verdiği destek için teşekkür etmiş, ortak teröre karşı işbirliği mesajları verilmiş, bir cümle olarak bile Finlandiya’nın PKK ile ilişki hakkında bir şikayet duyulmamıştı.
Niinisto’nun halefi olduğu eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari bizzat Türkiye’nin AB adaylığı için lobi yapması üzerine Açık Toplum Vakfı tarafından kurulan Akil İnsanlar heyeti içinde yer almıştı.
İsveç ise ok daha uzun süredir Türkiye’den sol ve Kürt mültecilerin sığındığı bir ülke.
Özellikle de 12 Eylül’de sonra aralarında Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli’nin de olduğu yüzlerce muhalif isim İsveç’te siyasi mülteci olmuştu.
İsveç Kürt siyasi mülteciler için de bir sığınak oldu.
Kürdistan Sosyalist Partisi’nin lideri Kemal Burkay 32 yıl İsveç’te yaşadı. Kürt yazar Mehmet Uzun İsveç’teydi.
İsveç daha çok PKK dışı Kürt grupların, PKK’dan kaçan eski PKK’lıların sığındığı bir ülke.
Öcalan’ın eski eşi Kesire Öcalan, PKK’nın kurucularından Hüseyin Yıldırım’ın da aralarında olduğu eski PKK’lı ve Kürt muhalif İsveç’te yaşıyor. Eski itirafçı ve JİTEM tetikçisi Abdülkadir Aygen de İsveç’te.
Hatta bu yüzden İsveç çok erken vakitlerde PKK içi hesaplaşmalara ev sahipliği yaptı.
PKK’nın ilk kadroları içinde yer alan Enver Ata, Öcalan’a muhalif olarak kaçtığı İsveç’te 20 Haziran 1984’de Öcalan’ın talimatıyla öldürüldü. Yine PKK’nın merkez komite üyesi Çetin Güngör, PKK’nın silahlı mücadelesini eleştirip sığındığı Stockholm’de yine bir PKK infazının kurbanı olmuştu.
Bu yüzden İsveç, PKK şiddetiyle Avrupa’da yüzleşen ilk ülke oldu.
1984 yılındaki ilk cinayetin ardından İsveç, Avrupa ülkelerinin hepsinden önce PKK’yı terör örgütü listesine aldı. Muhtemelen Türkiye’den sonra bunu yapan dünyadaki ilk ülke de İsveç’ti.
Bu kararı veren de sosyal demokrat Cumhurbaşkanı Olaf Palme’ydi.
O günlerde PKK’nın Avrupa’daki sözcüsü olan Hüseyin Yıldırım, Olaf Palme’yi bu kararından dönmeye çağıran, aksi halde İsveç’i düşman olarak göreceklerini söyleyen tehdit dolu bir yazı yazdı.
İki yıl sonra Palme sokak ortasında öldürülünce, kaçan katilin PKK’lı olduğu düşünüldü. PKK’ya yönelik geniş operasyonlar yapıldı.
1998’de önce Şemdin Sakık o meşhur ifadesinde, 1999’da yakalandığında da Öcalan PKK içinden kopmuş, eşinin de içinde olduğu PKK-Vejin adlı grubu bu cinayet yüzünden suçladı.
Sonra Palme’yi ayyaş bir İsveçlinin öldürdüğü ortaya çıktı.
Dün İsveç’in Sosyal Demokrat Partili Bakan Linde, İsveç’in PKK’yı 1984’te Türkiye’den sonra “terör örgütü” listesine alan ilk Avrupa ülkesi olduğunu kararın eski başbakan Olaf Palme döneminde alındığını, 2003’te öldürülen eski dışişleri bakanı Anda Lindh iş başındayken de 2002’de AB’nin aynı kararı aldığını hatırlattı.
Belki İsveç Dışişleri Bakanı daha sonra da 1999’dan bu yana İsveç’in Türkiye’nin AB sürecine verdiği açık desteği de hatırlatır.
Linde, YPG’nn kadın komutanlarıyla resimleri yüzünden suçlanıyor ama onun o fotoğrafları çektirmesinden birkaç yıl önce PYD’nin lideri Salih Müslim de Ankara’da ağırlanıyordu.
YPG’li aynı kadın komutanlar ABD, Fransa başta olmak üzere pek çok NATO üyesi ülkede benzer biçimde ağırlandılar.
Mesele PKK’yla mesafesizlikse Avrupa’da ve NATO üyesi ülkeler arasında İsveç ve Finlandiya’dan çok daha önde olan ülkeler var.
Ama en azından bu ülkelerin hepsinde PKK terör örgütü listesinde. Ama Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği blokajından en çok memnun olan Rusya’da PKK hala terör örgütü listesinde değil, PYD’nin Moskova’da ofisi var.
Türkiye belki İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğinin karşılığında kazanımlar elde etmek istiyor ama bu kazanımlardan daha büyük bir şeyi kaybediyor: Güvenilirliğini…