Aslına bakılırsa okuduğum bir kitabı tavsiye ya da hediye etmeyi çok sevmem. Hediye aldığım kitaplardan okuduğum olmuş mudur ondan da çok emin değilim. En azından, kütüphanemdeki değer verdiğim kitaplar bölümünde olmadıklarını söyleyebilirim.
Bu nedenle, kitap hediye edeceksem eğer, henüz okumadıklarım arasından seçerim. Bu sayede, işin gizemini ve sürprizini arttırırım. Tıpkı, içinde ne olduğunu her şeyiyle bilmemize rağmen kendi verdiğimiz siparişlerimizin kargoyla gelişinde yaşadığımız histe olduğu gibi hediyeyi veren değil de alan kişiymişcesine ılık bir hisse kapılmaktan kendimi alamam.
Henüz okumadığım bu kitabın değerli olduğunu bir biçimde biliyor ve karşımdaki kişiyle kendiliğinden bir bağ kurabiliyorsam eğer hediye etmekte bir sakınca görmem. Değilse, zorlamalardan kaçınmak gerektiğine inanmışımdır hep. Kitap, zorlamanın tam zıttıdır çünkü. Hiçbir kitap zorlamaya gelmez. Sizi kalpten çekmiyorsa okumaya değmez.
Okumadığım kitabı hediye ederek kendimi karşımdaki kişiyle eşitlemiş gibi hissederim. En az o kişi kadar kendime de tavsiyelerde bulunmuş olurum. İki tarafın da daha önceden bilmediği bir mekanda randevulaşmak gibi bir tarafsızlık katarım işin içine. Verdiğim hediyenin bütünüyle karşılıksızlaşmasını sağlamaya çalışırım. Hem bu sayede kitap iyi çıkarsa kendime pay çıkarabilirken kötü çıkarsa kitaba maletme gibi bulunmaz bir imkan da yakalamış olurum. Okumadığım bir kitap için kimse beni suçlayamaz zira!
Gazetelerin kitap eklerine bayılırım ama. Eğer özel olarak destek vermiyorsam, basılı gazeteyi yalnızca kitap eki için almak gibi bir alışkanlığım vardır. Buradaki incelemeler ve değerlendirmeleri incelenen ya da değerlendirilen kitaplardan bağımsız birer metin olarak okurum. Tavsiyelere aldırış etmem. Değerlerindirmeleri gözümde büyütmem. Değerlendiren kendini büyütmek için büyütür çoğu kez. Verilen tavsiyeler ya da göklere çıkarılan kitapların çok büyük bir bölümü sonradan bende büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlansa da bu eklerin çekiciliğine asla karşı koyamam.
Kendimle biraz çelişmek pahasına bu defa bir istisna yapmak ve önce okuduğum sonrasında ise okumak üzere olduğum iki kitaptan, daha doğrusu bir kitap ve bir de şair-yazardan, bahsetmek istiyorum. Bunlardan ilki tekrar tekrar okuduğum, bir süre ara verip bir an önce yeniden okumaya koyulduğum, adımlarıma karışan harika bir kitap: Yürümenin Felsefesi.
Yürümek üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biri bu. Yürümekle özgürlük, üzgürlükle yalnızlık, yalnızlıkla sonsuzluk, sonsuzlukla adalet, adaletle isyan, isyanla huzur, huzurla barış, barışla yürümek, yürümekle yavaşlık, yavaşlıkla düşünce, düşünceyle sessizlik, sessizlikle yaşam, yaşamla insan arasındaki ilişkiye dair, eli ayağı tutan ve yürüyebilen herkesin okuması gereken bir eser!
Bunu yazınca aklıma geldi. Geçenlerde iki arkadaşla, bir toplantı vesilesiyle Meclis’e gitmiştik. Güvenlikte sıkı bir aramaya maruz kaldık. Çantalarımızda kitap dosya ne varsa bakıldı ve anladığımız kadarıyla siyasi bir bildiri vb. ihtimaline binaen önlem alınmaya çalışılıyordu. Yanımda, Yürümenin Felsefesi. Hiçbir siyasi yönü olamayacak kadar ‘sıradan’ ve ‘yansız’ bir kitap adı gibi olsa da belki tam da bu yüzden fazlasıyla şüpheliydi. Nitekim, güvenlikteki görevli beni de yoklamak ihtiyacı duydu. “Yürümenin de mi felsefesi oluyormuş yav?” diyerekten. Ben de uzun süredir böylesi bir soruya hazırlanıyormuş gibi bir hazırlıkla “Aa yoksa henüz okumadınız mı? Hemen okumalısınız!” deyiverince adam birden ne yapacağını bilemedi. Daha düşük bir perdeden ve biraz duralayarak, “ben de bu ara Uçurtma Avcısı’nı okuyorum.” diyebildi. Bugünlerde çok satanlar listesinde olduğu bilgisini de eklemek istedi. “Ben de onu okumadım görüyor musunuz.” Dedim. “Siz bunu okuyun söz ben de onu okuyacağım!”.
Okuduğu kitabı tavsiye etmeyi çok sevmeyen biri için fazla aktivist bir tutum. Yeri gelmişken, Yürümenin Felsefesi bana göre epeyce siyasi de bir kitap. Belki de bunun yarattığı tedirginliktir, güvenlik kontrolündeki bu gereksiz sohbetin nedeni. Yürümek ve yürüyüş arasındaki ilişkiyi de çok iyi anlatır çünkü. Başka pek çok şeyi çok iyi anlattığı gibi. Örnek mi?
“Yürüyerek benliğinizle buluşmaya gitmezsiniz. Burada mevzu, kendinizi yeniden bulmak, otantik bir ben veya kayıp bir kimliğe yeniden kavuşmak için eski bağlardan kurtulmak değildir. Yürüyerek kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikayeye sahip olma isteğinden kaçarsınız. Biri olmak, herkesin kendinden bahsettiği yüksek sosyete toplantılarında ya da terapi seanslarında iyidir. Oysa biri olmak, boynumuza ağır ve aptalca bir kurgu zincirleyen (bizi benlik tasvirimize sadık kalmaya zorlayan) toplumsal bir zorunluluk değil midir? Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket halindeki kadim yaşamdır.” (s.14).
Şimdi düşünüyorum da güvenlikteki görevliye bu pasajı açıp okusaydım keşke. Muhabbet daha da koyulaşır ve işini iyi yapmak istiyorsa şayet, x-ray cihazından kolaylıkla geçebilen bu cümlelere de dikkat kesilmesi gerektiği üzerinde durabilirdim. Ve çok aceleci olmaması gerektiğinden bahsedebilirdim. Kitabın yazarı Gros’un harika sözlerle belirttiği gibi, hızın değil aceleciliğin zıddı olan kendi başına ve hiçbir şeye bağlı olmayan bir yavaşlıktan dem vurabilirdim. Buradan hareketle, kimin güvenilir kimin güvensiz olduğunu anlamak istiyorsa kimin daha aceleci olduğuna bakabileceğine dair tavsiyelerde bulunabilirdim. O da bana, Uçurtma Avcısı’ndan birşeyler söylerdi belki. Böylelikle ‘aşırı’ güvenlik nedeniyle toplantıya gidemezdim!
Kitapta, yürümekle büyüklük arasındaki ilişkiye dair de çok şey anlıyor ve neredeyse kim daha fazla adım atarak geçiyorsa şu dünyadan büyüklüğü de ona göredir gibi bir yargıya varıyorsunuz. Ya da daha modern bir versiyonuyla, akıllı telefonunuzdaki günlük adım sayınız kendinizle ne kadar ilişki kurduğunuzun ve düşünsel olarak yaşadığınız yoğunluğun miktarını verir de diyebiliriz. “Yürümek ve hareket, insan olmanın eyleme geçmiş halidir” de olabilir ana fikir.
Gros, sonlara doğru Gandi’den ve onun içindeki ‘küçük ses’in etkisiyle tutuşan isyan ateşiyle, gösterişsizlikle, insan sevgisiyle ve hakikatlerle dolu yürüyüşlerinden bahseder. Adalete susamış bir insan kitlesinin vicdanları tutuşturan bir isyan ateşiyle harekete geçtiğinde bu susuzluğunu tuzla bile giderebileceğinden…metanetinden, her adımda, biri olmama özgürlüğünü hisseden ruhundaki arınma hallerinden…kendimize giden yolculuklardan, büyüklüğün küçük adımlarından…
Gros’un kitabının sonlarına doğru büyük Tagore çıkar karşınıza. İnsanların acılarını ilahi mısralara dönüştürme ustası Tagore…Gandi’nin her sabah dizeyleriyle güne başladığı, halkının destansı yürüyüşlerinin dokunaklı ağıtçısı Tagore..karşınıza şu eşsiz mısralar çıkar:
Yalnız yürü.
Çağrına kulak vermiyorlarsa eğer, yalnız yürü;
Korkar da dehşet içinde duvara dönerlerse yüzlerini,
Ah sen, kara bahtlı,
Aç zihnini ve yalnız konuş.
Yoldan cayar da bırakırlarsa yabanda seni,
Ah sen, kara bahtlı,
Yolun üstündeki dikenleri çiğne ve
Kana bulanmış o yolda yalnız yürü.
Bu büyüklük karşısında devam etmeksizin susarak bir istisna yapmak beni küçültmez sanırım. Madem öyle, birinci kitap tavsiyem; büyük Tagore da hediyemiz olsun!