Ana SayfaYazarlarBülent Uluer’i uğurlarken

Bülent Uluer’i uğurlarken

 

Bülent Uluer’i geçtiğimiz günlerde ama hiç de hak etmediği kadar erken yaşta kaybettik.

 

Onun hikayesinde hepimize değen şeyler vardı. 

 

Bülent’i gençlikte ilk parladığı günlerden tanırdım.

 

Aramızda bir dostluk ve arkadaşlık hiç olmadı ama epey zaman aynı havayı soluduk. Darbe sonrası zamanlardı.

 

12 Mart 1971 darbesi büyük ölçüde zamanın devrimci gençliğini, aydınlarını, sol kanat işçi sendikalarını ve işçi hareketi ile esas olarak onlardan oluşan sol örgütleri hedeflemişti.

 

“Balyoz” gibi şaşaalı operasyonlar bu amaçla yürürlüğe sokulmuştu.

 

Gençliğin bir bölümünün çatısı altında toplandığı Dev-Genç federasyonu kapatılmış, yöneticileri ve birçok üyesi yargılanmıştı.

 

Parlamentoda temsilcileri bulunan TİP aynı muameleye uğramış, yönetici ve üyeleri tutuklanmıştı.

 

Dönemin en radikal işçi örgütü DİSK’in yöneticileri, üye sendikaları, iş yeri temsilcileri ve üyeleri de bu saldırıdan nasibini almıştı.

 

Denizler o günlerde hukuksal dayanaklarla değil, açık intikam hissiyle idama gönderilmişti.

 

Darbeciler muratlarına ermiş, işçi grev ve direnişleri önlenmiş ve gençlikteki radikalizmin önünü kesmişlerdi.

 

Darbecilerin gençliği zapt-ı rapt altına alma hevesi

 

Gençliğin örgütlülüğünün (!) dağıtıldığı ve mücadele gücünün kırıldığı düşünülmüştü.

 

Bütün üniversite ve yüksek okul yönetimlerince, dönemin yasa ve yönetmelikleri icabı varlığı ve faaliyetleri kabul edilen ve fakültelerde mekân verilen okul içi öğrenci dernekleri ya kapatıldı, ya da nasıl yapıldıysa bütün yönetimlerine polisler yerleştirildi (bunun tek istisnası İstanbul’daki Uygulamalı Endüstriyel Sanatlar Yüksek Okulu Derneği idi; nasılsa onu unutmuşlardı).

 

Artık öğrencilerin okul içinde odası bulunan bir derneğinin olması mümkün değildi.

 

Öğrenci temsilciliği müessesesi ise halen sürüyordu ama aday olma koşulları devam ve not başarısı bakımından hayli ağırlaştırılmıştı.

 

Bütün bu “düzenleme”lerden sonra, görünüşe göre okullar süt limandı. Dernekleri kapatıldığı için yalnızca “dersleriyle meşgul” olacaklardı.

 

Ama kışladaki hesap ne fakülte koridorlarına, ne de parlamentoya uydu.

 

Darbecilerin üniformalı cumhurbaşkanı adayı dayatmasına Ecevit ve Demirel direnince, memleketin havası değişmeye ve 12 Mart darbe rejiminden çıkışın şafağı sökmeye başladı.

 

1973 seçimlerinden Ecevit liderliğindeki CHP’nin birinci çıkması ve Necmettin Erbakan’ın MSP’siyle koalisyon filan derken, siyasal hava tamamen değişti.

 

Adil ve eşit olmayan af yasasına karşı gelişen toplumsal itirazın yükselmesi ve sorunun Anayasa mahkemesine götürülmesiyle darbe iklimi daha da gerilerde kalmaya başladı ve demokratik kıpırdanışlar yaygınlık kazandı.  

 

Üniversite gençliğindeki hareketlilik buna paralel gelişti. Özellikle İstanbul ve Ankara’da bu durum daha açık hissediliyordu.

 

1973 sonbaharından itibaren önce İstanbul’da İYÖKD (İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği) ve ardından Ankara’da ADYÖD (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği) adında, bütün gençliği temsil etme iddiasındaki merkezi öğrenci dernekleri kuruldu.

 

Buna paralel olarak her tarafta, değişik isimler altında ve mekânları okulların dışında da olsa, fakülte öğrenci derneklerinin kuruluşu kendini göstermeye başladı.

 

Cesaret ve hitabet

 

Bülent Uluer işte böyle bir dönemin mücadelesinde İstanbul devrimci gençlik liderleri arasında parlayan ve sonraki radikalleşme dönemine damga vuran isimlerden biri oldu.

İktisat Fakültesi’nde temsilci, derken dernek başkanı oldu ve ardından, gençliğin çok önemli bir bölümünü çatısı altında toplayan Dev-Genç’in başına geçti.

 

Sezai Sarıoğlu tarafından hazırlanan ve 2015’te Dipnot yayınlarından çıkan Bülent Uluer Anlatıyor, Çerkesim, Türküm, Kürdüm, Sosyalistim isimli anı kitabında bu dönem, Bülent’in ağzından ayrıntılı olarak anlatılıyor.

 

Onunla ilk kez, dokuz sırt emekçisi Kürt köylüsünün Viranşehir’de kaçakçı denilerek öldürülmesini protesto ettiğimiz Beyazıt çevresindeki eylemden sonra, kendisi gibi daha sonra Dev-Sol’un kurucuları arasında yer alacak olan Paşa Güven aracılığıyla tanıştım.

 

Cesareti, hitabeti ve atılganlığıyla hemen dikkat çekiyordu.

 

Biri iki cümlenin ötesinde aramızda kayda değer bir konuşma olmadı.

 

Paşa Güven ise Edebiyat Fakültesi’nin Coğrafya Bölümü’nde okuyordu. Aynı fakültenin solcularından olduğumuz için özellikle siyasi etkinlik ve protesto eylemlerinde onunla daha sık bir araya geliyorduk.

 

Yedi arkadaş, Edebiyat Fakültesi öğrenci derneği olarak Toplum Bilimleri Araştırma Derneği’ni (TBAD) kurmuştuk. Eski solculardan ve yazar Abidin Nesimi, Aksaray’daki binasında bize çok iyi şartlarda bir yer kiralamıştı. İYÖKD ve başka öğrenci dernekleri de aynı binada bulunuyordu.  Oralarda da karşılaşırdık ama Bülent’le pek bir muhabbetimiz olmazdı.

O dönemde içinde yer aldığım, sonra Militan Gençlik ve takiben Halkın Yolu adını alan çevre, Mahir Çayanların düşünce ve eylem çizgilerini eleştiriyor ve Mao’nun düşüncelerine sempati besliyordu.

 

Bu durum gerek fakültedeki gençlik çalışmalarına, gerekse o dönemde İstanbul’da yeniden oluşturmak istediğimiz merkezi gençlik örgütlenmesine yansıyordu. Yani, fikir ayrılıklarımız ortaya çıkmaya başlamıştı.

 

Benim de içinde bulunduğum, Mao ve Enver Hoca’nın görüşlerine yakınlık duyan gençlik grupları YDGD (Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği) çatısı altında, THKP-C’nin geleneksel çizgisine yakın olanlar yeniden kurulan Dev-Genç çatısı altında toplandılar.

 

Sovyet hattına yakın duranlar ise ağırlıkla GSB (Genç Sosyalistler Birliği/TSİP) ve daha sonra İGD’nin (İlerici Gençler Derneği/TKP) etrafında örgütlenmişlerdi.

 

Dönemin gençliğini tek bir örgüt etrafında toplama hedefi ve dönemi artık geride kalmıştı. Her siyasi çevre kendi gençlik örgütünü kurarak yürümeyi seçmişti.

 

Buna rağmen Bülent’in başında bulunduğu Dev-Genç örgütlenmesi bunların hepsinden etkili oldu ve birçok genci çatısı altında toplamayı başardı. Gençliğin gündemini büyük ölçüde Dev-Genç belirliyordu. Bunda da Bülent’in hayli rolü olduğu aşikardı.

 

Bir süre sonra Dev-Yol/Dev-Genç çevresinde sert bir tartışmanın başladığını ve Bülent Uluer’in Dev-Sol’u oluşturacak kesimle birlikte hareket ettiği sol çevrelerde duyuldu.  İstanbul’da Dev-Genç Bülent’le birlikte Dev-Sol’u tercih etmişti.

 

Bu zaman dilimi içinde kısmen yakından takip etsem bile onunla bir daha karşılaşmadım ve aradan yıllar geçti.

 

ÖDP’nin kuruluşunda yaşanan kriz

 

1995 senesinin sonunda ÖDP’nin kuruluş çalışmaları içindeydik. Girişim çok ilgi görüyordu. Bülent Uluer de yurtdışı sürgününden dönmüştü ve Kurtuluş çevresiyle ilişki içindeydi.

Bu çalışmaya destek veren her sol çevrenin önem verdiği isimleri içeren bir kurucu parti meclisi çıkarma çabasındaydık. Etkili bağımsız bireyleri içermek ve ayrıca kadın kotası gibi bazı yenilikleri de uygulamak istiyorduk.

 

20 Ocak 1996 günü Ankara’da 500’ün üzerinde kurucuyla toplandık.  Sınırlı sayıda çevre hariç, soldaki neredeyse bütün kesimleri kucaklayan bir proje hayat buluyordu. Bunun somut bir ifadesi de PM listesi olacaktı.

 

Genel başkan adayı olarak tek isim Ufuk Uras’tı ve tam oyla seçildi. Ancak, sıra PM’ye gelince beklenmedik bir durumla karşılaştık. Kurtuluş çevresinden aday olan Bülent Uluer yeterli oyu alamamış ve PM’ye seçilememişti.

 

Bu durum krize yol açmış ve partinin kuruluşunu riske sokmuştu. Kurtuluş çevresi bunu cok ciddi bir sorun olarak görüyordu.  Solun birliği konusunda böyle bir başlangıcı kabul etmediklerini ve partide yer almayabileceklerini söylüyorlardı.

 

Bülent’in seçilememesini Dev-Yol çevresinin kendilerine yönelik planlı bir tavrı olarak okuyorlardı.

 

Vaktiyle Dev-Yol – Dev-Sol bölünmesinde oynadığı rol nedeniyle Bülent Uluer’den bir tür intikam alındığını ve geçmişin hesabının görüldüğünü ileri sürülüyorlardı.

 

Ne yapacağımızı bilemedik. Taraflarla konuşmaya ve bir çözüm yolu bulmaya çalıştık. Dev-Yol çevresinden “Madem öyle, Oğuzhan Müftüoğlu’nu istifa ettirelim de onun yerine Bülent girsin” diyenler çıkıyordu. Bunun işi çözmek değil yokuşa sürmek olduğu belliydi.

 

Sonunda küsmesi pahasına iktisatçı Mustafa Sönmez istifa ettirilip yerine Bülent PM’ye girdi ve sorun “çözüldü”.

 

Aslında o seçimde, Geleceği Birlikte Kuralım adıyla bilinen platformda yer alan Dev-Yol çevresi delegeleri, yalnızca Bülent Uluer’e değil,  bileşenlerden BSP’nin (Birleşik Sosyalist Parti) genel başkanı ve eski TİP milletvekili Prof. Sadun Aren’e, eski Dev-Genç’in başkanı Ertuğrul Kürkçü’ye ve 1 Mayıs 1977’nin DİSK sunucusu TKP’li Sıtkı Coşkun’a da  oy verirken pek cömert davranmamışlar ve oylarını sakınmışlardı.

 

Kuruluşa giden süreçte, Ertuğrul Kürkçü ve Bülent Uluer’in Doğu Perinçek’le katıldıkları Mehmet Ali Birand’ın “32. Gün” televizyon programında meydana gelen hakaret ve küfürleşme sahnelerine duyulan tepki nedeniyle oy vermeyenlerin olduğu da iddia edildi.

 

Birlik görüşmelerinde rol alan Geleceği Birlikte Kuralım platformundan arkadaşların çoğunun olan bitende bir payı yoktu; olaydan dolayı çok üzgündüler ve çıkış yolu arıyorlardı.  Ama Dev-Yol’un bazı delegelerinin geçmişin yargıları ve duygularıyla hareket ettiği açıkça ortadaydı. ÖDP girişimiyle yapılmak isteneni çok anlamadıkları ve sindirmedikleri görülüyordu.

 

Gerilerde kaldığı düşünülen eski hesaplar ve ayrılıklar su yüzüne çıkmış, proje ilk günden yara almıştı.

 

Bunlara bir de kadınlar için uygulanan pozitif ayrımcılık ilkesinin sonuçları eklenince, krize yol açan sonuç ortaya çıkmıştı.

 

Bu durum Bülent’te bir kırılma hali yaratmış olmalı ki, sonraki dönemde PM toplantılarına da fazla katılmadı ve aktif bir rol üstlenmedi. Uzaktan izlemekle yetindi. Zaten ÖDP de beş yılını doldurmadan çatırdamaya başlamış ve giderek parçalanma mecrasına girmişti.

 

Son görüşme

 

Kadıköy’deki Üç Deniz Kitabevi, Bülent’in anı kitabı çıkınca imza günü düzenlemişti. Ahali ortalıktan çekildikten sonra aramızda geniş bir ikili sohbet yapma imkanı bulduk.  Aslında ilk kez onunla bu kadar uzun görüşüyordum.

 

Ne kadar az tanıdığımı fark ettim.

 

Sol’un dindar sosyolojiye bakışı ve onunla kurduğu ilişki üzerine uzun uzun konuştuk. Hattâ daha gerilere gidip, Osmanlı’da din, dinin o dönemde siyasetteki yeri, Türkiye’de şeriat tehlikesi bulunup bulunmadığı, dindar topluma bakış, sufi geleneklerin inanç ve kültür hayatımızdaki rolü konularında epey sohbet ettik.

 

Bütün bu konularda Sol’da hakim olan pozitivist anlayışların çok dışında değerlendirmeler yapıyor  ve ülke gerçekliğine çok yakın bir noktadan bakıyordu.  

 

Hakkındaki yaygın algının tersine, son derece olgun ve bilgiyle donanmış fikirlere sahipti. Bunlar beni hayli şaşırttı. Tabii ki her noktada aynı fikirde değildik ama olanı yetiyordu.

Daha sonra da bazı karşılaşmalarımız oldu ve ayak üzeri hal hatır sorduk.  Ama böylesi bir sohbet imkanını bir daha yaratamadık.

 

Şimdi, keşke daha fazla konuşsaydı, daha fazla yazsaydı, diye düşünüyorum.

 

Bitirirken, kitabında yer alan şu sözlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

 

Biz Müslümanken bir gün sosyalist olduk. Şu soruyu sormamız gerekiyor: hayatımızda sosyalist olmadan önce ve sonra ne değişti? Yalancıysak yalan söylemeyi mi bıraktık? Tembelsek çalışkan mı olduk? Hayatımızı böyle değiştiren fonksiyonları oldu mu sosyalizmin? Olmadı. Aynı şeyler, sosyalist olduktan sonra aynı insanın özellikleri devam etmeye başladı ve bu toplumda olan bütün kirlilikler bir biçimde sosyalizmin içine taşındı. Dönüştüremedik kendimizi.” (Bülent Uluer Anlatıyor, Çerkesim, Türküm, Kürdüm, Sosyalistim, Dipnot Yayınları, 2015, s.41.)

- Advertisment -