spot_img
Ana SayfaYazarlarBurkini plajdan çıktı, cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanıyor! (*)

Burkini plajdan çıktı, cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanıyor! (*)

 

Fransa’da laiklik kutsaldır; bir nevi sivil bir dindir; kilisesi, türbesi dahi vardır! Pek çok derde derman olduğuna dair yüz yıllık bir inançları olduğu için, başlarına bir musibet geldiğinde laikliğe sığınırlar. Nitekim 11 Eylül saldırılarının hemen ardından, ülke genelinde ortaokul ve lise seviyesinde, üstelik sadece 500 civarında öğrencinin taktığı başörtüsü, savunmasında kolaylık sağlanır diye yanına Yahudilerin kipası da eklenerek yasaklandı. (Ortodoks Yahudi çocuklar devlet okuluna değil kipalarıyla kendi özel okullarına gittikleri için Yahudi azınlık bir sorun yaşamadı.) Aynı refleks Nice’deki DAEŞ saldırısının ardından da görüldü. Başta Nice Belediyesi olmak üzere bazı belediye başkanları plajlarda burkini giyilmesini yasakladı. Fransa’da sol ahlâkın temsilcileri diye görünen isimlerin, meselâ Le Monde’un meşhur karikatüristi Plantu’nun, bu arada tedavüldeki entelektüellerin ve sosyalist hükümetin başbakanı başta olmak üzere bazı bakanların ve muhtelif siyasîlerin beyanları bir süredir fobik, hattâ yer yer ırkçı motifler taşıdığı için, ortam bu ve benzer yasaklar için gayet müsaitti.

 

Laiklik öteden beri, Fransa’da üzerinde çok konuşulan, çok gevezelik edilen, bol retorik sonucu bazen iyi lâflar da söylenen bir şeydir. Türkiye’yle birlikte dünyada sadece iki ülkenin anayasasında yer bulmuş, ancak izahı yapılmamış bir kavramdır. Tarihçi, sosyolog ve konuyla ilgili otorite isimler arasında yer alan Emile Poulat’nın altını çizdiği üzere, “Tarihinden bahsetmeden anlatılması imkânsız, soyut bir kavramdır. Yapılabilecek en basit tanımı ise Katolik rejime muhalefettir.” Bu arada tabii negatif kavramlar arasında tasnif edilir. Çünkü Anglo Sakson sekülerliği gibi değil; dini dışlamak, reddetmek, hattâ yok etmek maksadıyla yola çıkan bir anlayıştır. Buna rağmen, laikliğin seküler yaklaşıma benzer yorumlandığı ve varolduğu onlarca yıl oldu Fransa’da. 1946’daki tartışmalarda izlenir bu durum. 1980’ler, pek çok konuda olduğu gibi laiklik anlayışının da devletin dinlere tarafsız yaklaşması olarak yorumlandığı, dinî özgürlüklerin öneminin vurgulandığı yıllardı. Hukuken sadece Katolik rejimin dışladığı şeyleri değil hattâ muhaliflerini de kapsaması gerekirken, tanımsız var olduğu için ve bu arada hukuk ideolojiden kendini bazı zamanlar kurtarsa dahi her zaman kurtaramadığı için, aslına rücu etti laiklik. Okullardaki yasakla başlayan ve bugün geldiğimiz, halen de devam eden süreçte, Edgar Morin’in ifade ettiği “Laikliğin erdemi çoğulculuk anlayışı içinde var olmasıdır” fikri geçerli değil artık.

 

Avrupa Birliği’nin kurucusu, G8 ülkesi Fransa, dönüşü kısa, hattâ orta vadede mümkün görülmeyen bir ekonomik kriz yaşıyor. O kadar ki, ekonomisi bugünkü rakamlarıyla Maastricht kriterlerini karşılamadığı için AB’ye giremez. Bu durumun da ortam üzerindeki tesiri ne ölçüdedir, bilemem. Ama Charlie Hebdo saldırısının ertesi günü gittiğim Paris’te, dört gün boyunca televizyonu ne zaman açsam, öteki, beriki filan değil “benden” bahsedildiğini gördüm. Mesela hâlâ okul kantinlerinde helal yemek istemek yahut beş vakit namaz yahut başörtüsü, DAEŞ saldırısı dâhilinde tartışılıyordu. 6 milyon Müslüman var ülkede. Cumhuriyetin “farklılarınızı vestiyerde bırakın, merkezde buluşalım” geleneği içinde farklılıkları, hattâ “varlıkları” giderek daha fazla göze batıyor. Fransa’nın terkettiği eski sömürgelerinden 1970’lerden itibaren gelen ve bir gün muhakkak geri dönecekleri düşünülen Müslümanlar, gazetelerde ve televizyonlarda gece gündüz konuşulduklarını ve ikide bir ele alındıklarını görüyor. Bu esnada ülke, ardı sıra skandal beyanlara sahne oluyor.

 

Aşırı sağa küme düşüren skandal beyanların ilki, aile, kadın ve çocuk haklarından sorumlu Bakan Laurance Rossignol’dan geldi. “Bir zamanlar ABD’de köleliği isteyen siyahlar vardı, başörtülü kadınlar işte aynı onlar gibiler” dedi. Gelen tepkiler üzerine sözlerinin maksadını aştığını ve dilinin sürçtüğünü söylese de (herhalde Freud sürçmesi deniyor buna), siyahlar ve başörtülü kadınlar başta olmak üzere herkes bakanı anladı! Onu feminist filozof Elisabeth Badinter izledi. Parisienne gazetesinin, Marks and Spencer’in tesettürlü kadınların kullanabileceği, dalgıç kıyafetine benzeyen bir mayo satmaya başladığını duyurmasından bir gün sonra Badinter, kamuoyunu Müslüman kadınlara tesettür seçeneği sunan moda markalarını boykota çağırdı. Le Monde gazetesinde yayınlanan röportajında, boykot çağrısı ve benzeri girişimleri nedeniyle İslamofobik diye anılmaktan da katiyen rahatsızlık duymadığını, kimsenin de çekinmemesi gerektiğini söyledi. Başbakan Manuel Valls, facebook hesabından Badinter’in sözlerine bayıldığını yazdı, methiyeler dizdi. Badinter’e ve destekçilerine, kendilerinin de kabul ettiği artık neredeyse marjinal addedilen çok az sayıda isim tepki gösterebildi. Yeşiller Partisi’nden Senatör Esther Benbessa twitter hesabından, “Müslüman kadınlara kendi vücutları üzerinde tasarruf hakkı tanınmazken, dindar Yahudi kadınlarınkinden neden söz edilmiyor? Acaba bugün anti-semitik diye anılmaktan korkmamak gerektiğini söylemeye cesaret edecek bir tek kişi çıkabilir mi Fransa’da?” diye çıkıştı. Buna karşılık Le Monde gazetesinin sol ahlâkı temsil eden çizeri meşhur Plantu de skandal bir karikatüre imza attı; başörtülü kadınları kamikaze saldırıları yapmaya hazırlanan teröristlere benzetti. Karikatürde, hayretle bakan başörtüsüz birinin yanında başörtülü kadın belindeki dinamitleri işaret ederek modacılara “Bu model ne zaman yapılacak?” diye soruyordu. Elisabeth Badinter’in, idam cezasını kaldıran itibarlı eski adalet bakanı kocası Robert Badinter de, “dini özgürlüklerin sınırlandırılarak şirketlerin çalışma düzeninin rahatlatılması” başlığı altında, 2017’de iş yasasına girmesi planlanan maddeler için doğrudan Müslümanları hedef alan bir rapor hazırladı.

 

Ve işte burkini yasağı da bütün bunların üzerine geldi. Fransız medyası büyük ölçüde burkini yasağına karşı çıktı. Le Monde gazetesi, yasak nerede, ne zaman uygulandı; kaç kişi kaba kuvvetle, kaç kişi diyalog yoluyla plajı terk etti gibi hadiseleri geniş haber yaptı. Yasak yüzünden yerli ve yabancı basında Fransa’nın maskara edildiği aktarıldı. BBC, “Fransız resmî otoriteleri dalgıç kıyafetiyle burkini arasındaki farkları ortaya koymalıdır” diye dalga geçti. Plajda burkinili kızıyla oturan orta yaşını geçmiş kadının dört polis eşliğinde üzerinin çıkartılması hadisesi ise unutulacak cinsten değildi. Dünyanın dört bir köşesinden tepki yağdı. Ama plajlarda insanların burkinili görünce polis çağırması, bir burkinili için dört polisin gelmesi, bazen burkinilinin etrafının sarılarak slogan atılması, hattâ bunlardan birinin ev sahibinin de kira kontratını tek taraflı iptale gitmesi, bir restoran sahibinin başörtülü müşterilerini “Müslümanlar teröristtir, derhal terk edin burayı!” diye kovması, aslında bu  hadisenin münferit bir olay olmaktan çıktığını gösteriyor.

 

Zira burkini yasağı danıştay kararıyla iptal edildiyse de, konu gündemden düşmediği gibi cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasındaki yerini de aldı. Seçimlerde Fransız sağı adına yeniden aday olmaya hazırlanan Sarkozy, yasağı savundu ve “Fransız Cumhuriyeti’nin her metrekaresinde, devlet otoritesini sağlayacağım” dedi. Bazı siyasîler “burkini yasağının danıştayda filan iptal olmayacak şekilde sonbaharda yasal bir altyapıya kavuşturulması” sözünü verdi. Aşırı sağın siyasîleri, Sarkozy’nin veciz bir cümleyle ifade ettiği mevzuyu açtılar ve kamusal alanın (ev hariç) yolları ve otobüsleri de kapsadığını, yani her yerde dinî simgelerin taşınmasını yasaklayacaklarını duyurdular. İki meclis de sosyalistlerden olduğu halde yarı-başkanlık sistemi gereği dekoratif konumlu Başbakan Manuel Valls, Müslümanlar hakkında aralıksız yaptığı konuşmalarla bu ortamda ciddi ciddi ünlendi. Dinî simgelerin sokakları kuşattığını, bunun Cumhuriyete başkaldırı mânâsına geldiğini söyledi ve son olarak facebook hesabından fıkıh alimliğine soyundu: “Burkini Kur’an’da yok, demek ki radikal İslam’ın simgesidir” diye yazdı. Sarkozy’nin partisinden Luc Chatel de burkini giyenlere çok kızdı ve “Fransa kadının özgürlüğünün ülkesi, mini etek ülkesidir” dedi.

 

Sosyalist hükümet, uzun yıllardır tartışılan “Fransa İslamı”nı icat etmek üzere kurulan bir vakfın başına eski Cumhuriyetçi Parti genel başkanı ve eski içişleri bakanı Jean Pierre Chevenement’i getirdi. Chevenement önce müjdeledi; “Fransa artık Müslümanların şarap mahzenlerinde ve otomobil garajlarında ibadet ettiği bir ülke değil. 2 bin 500’e yakın mescit ve cami var. Müslümanlar dini inançlarını tam bir özgürlük içinde yaşamalılar” dedi ve sonra tamamladı: “Ancak zor zamanlardan geçiyoruz. Kendilerini kamusal alanda belli etmesinler!” 

 

Twitter’da Müslümanlar Chevenement’in ikazına mizahla cevap verdiler: Sakın ha, soran olursa, tuvalete giderken elinde götürdüğün büyük şişe su, taharetlenmek için değil, çok susadığın için — Namaz kılmıyorsun, meditasyon seansın var — Plajda teftişe gelirlerse, saçmalama, bu burkini değil dalgıç mayosu, laik yani tamam mı — Abdest alacağım demek yok, bende biraz obsesif durumlar var temizlik konusunda, nasıl desem biraz Louis Pasteur gibi…

 

Müslümanlardan beklenen, inançlarını kalplerinde ve evlerinde yaşamaları, kutsallarına yapılacak saldırılarda ise herhangi bir tepki göstermemeleri. Charlie Hebdo saldırısının ardından konuştuğum Daniel Cohn Bendit, “Üzülmeyin, eskiden bizde de böyleydi. blasphéme yani dine küfür ve hakaret yasaktı, insanlar ayağa kalkardı, ama şimdi değişti. Sizde de değişir. Zaman tanımak lâzım” dedi. Masum gibi görünen, rastgele söylenmiş çünkü artık sıradanlaşmış anlayışın ifade bulduğu bu cümle, “Dünyada hakim bir tek medeniyet olmalı, biraz otantiklik iyi bir şeydir ama bu hakim hattın dışına çıkan marjinal kalır, bu durumda haliyle üzülür” mânâsı saklı. Ki bunu Müslümanlar aralıksız tecrübe ediyor!

 

Edgar Morin’in gençliğinde düşman Yahudiydi, bugün Müslüman. Her ne kadar mevzu laiklik dahilinde tartışılıyorsa da, Eski Kıta’nın ırkçı damarı halihazırda kendini Fransa’da gösteriyor. 2002 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı sağcı parti lideri Jean Marie Le Pen ikinci tura kalmış, seçimi yüzde 17,79 oranında oyla tamamlamıştı. O zamanlar, sağında solunda aşırı sağın fikirlerini destekleyen görüşler bu yoğunlukta değildi. Gelecek yıl Nisan ayı sonunda yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kızının elde edeceği oy, Elysée Sarayı’na yerleşmesine yetmeyecekse de, rekorunu aşması çok mümkün. Marine Le Pen Mayıs 2017’de “Mühim değil, artık bizim fikirlerimiz her yerde “ diye teselli edebilir tabanını!

 

 

———————————————-

 

(*) Gazeteciliğe üniversite öğrencisiyken Cumhuriyet gazetesinde başladı; sonra Milliyet gazetesinde de çalıştı. 1992’de gittiği Paris’te uluslararası ilişkiler okudu. Öğrenciliği sırasında yabancı basında freelance gazetecilik yaptı. Sekiz yıl NTV’nin, üç yıl da Sabah gazetesinin Paris muhabirliğini sürdürdü. 2009'da Türkiye'ye döndü;  Habertürk televizyonunda; Doğru Açı programını kendi hazırlayıp sundu. Bu arada DAEŞ üzerine üç bölümlük bir belgesel de hazırladı. 

 

- Advertisment -