Türkiye’nin modernleşme tarihi genellikle ‘öncelikli’ olarak modernleştirilen bir bürokratik yapının toplumu dönüştürme çabalarını içerir. Cumhuriyetin kurucuları, bürokrasiye, taşıyabileceğinin çok üzerinde bir rol ve işlev yüklemişlerdir.
Bunun çok çeşitli nedenleri vardır elbette. Bu konuda, uzun ve detaylı, yerli ve yabancı pek çok çalışma kolaylıkla bulunabilir. Bütün bu birikime rağmen bu analizlerde yeterince vurgulanmayan yanlardan biri, bürokrasinin toplumsal modernleşmeyle siyasal modernleşmeyi bir görerek ikisini, içiçe ve aynı anda yapabilecek bir dönüştürücü olarak görülmüş olmasıdır.
Diğer bir ifadeyle, toplumsal modernleşmenin siyasal modernleşmeyi doğurması beklenmeksizin her ikisini de aynı anda yapabilecek bir aracı olarak bürokrasi görülmüş, hem toplumdan hem de siyasal süreçlerden bağımsız bir aygıt haline getirilerek her iki tarafı kendine benzetmeye çalışan, devlete ‘tam bağlı’ bir yapı oluşturulmuştur. Tam bu noktada, bütün bürokratik dönüşümün ‘militer’ karakteristiğinin her iki tarafa karşı oluşan bu mesafeyi koruyucu ve sürdürücü bir işlev gördüğü söylenebilir.
Dolayısıyladır ki bürokrasi, hem toplumu hem de siyaseti modernleştirici ve dönüştürücü bir araç olarak kaçınılmaz bir öncelik ve üstünlük kazanmıştır. Yüklenen işlevini yerine getirdikçe yerini güçlendirmiş ve yukarıdan bir belirleyici olarak toplumun ve siyasetin hem birbirine hem de devletin beklentilerine uydurulmasında kritik bir görevi uzun yıllar yerine getirmiştir.
Bu sürecin sonunda vesayet, yani kontrol eden, yönlendiren, sınırları tayin eden ve biçimlendiren olma vasfı, siyasal modernleşme süreçlerini kesintiye uğrataran bir işleyişle, kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Buna bağlı olarak da bürokrasi önemli bir kariyer alanı olarak görülmüş, kendisini gereğinden fazla önemseyen insanlarla dolmuştur.
Buna karşın, zaman içerisinde hem toplumsal hem de siyasal modernleşme iki koldan bürokrasiyle karşı karşıya gelmeye başlamış ve bu durum karşısında devletin güvenlik odaklı militer karakteri sertleşerek katı bir savunma hattı oluşturmuştur.
Bu temelden hızlı bir geçişle yakınlara gelirsek, AK Parti’nin, hem toplumsal hem de siyasal modernleşmenin bir sonucu ve muhafazakar siyasetin Cumhuriyet öncesi geçmişle olan güçlü ilişkisine bağlı olarak bu yapının kodlarını önemli ölçüde değiştirdiğini söyleyebiliriz. Bugün artık kurucu amacına uygun davranan bürokratik bir vesayetten söz edemeyiz.
Ne var ki bu kez de işlevsizleşen ve vasatlığa mahkum olan, kendi kendisini gereğinden fazla önemsizleştiren bir bürokratik yapının ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Eskiden hesap verme ya da şeffaf davranma ihtiyacı duymayan bürokrasimiz şimdilerde de tersten bir şekilde, hesap vermesine gerek olmayacak kadar işlevsizleşiyor.
Etraf, çok önem arzetmeyen ama kolaylıkla önemli yerleri tutabilen, her kuruma atanabileceğini, her kürsüde kendine yer bulabileceğini düşünen insanlarla dolu. Siyaset toplumla kurduğu ilişkide bürokratik arayüzü bütünüyle saf dışı ederken vesayet, hızla yerini vasatlığa bırakıyor.
Kurumlar yeterince niteliksizleşince de herkes her işi yapabilir oluyor. Bir gün önce eğitim uzmanı olan biri bir gün sonra pekala savunma uzmanı olabiliyor. Tek satır okumadığı konunun ders kitabını yazan akademisyenler türeyebiliyor. (Burada somut örnek versem mi diye düşündüm ama sonra hangi birini vereyim zorluğu nedeniyle vazgeçerek yazdığım bazı yerleri sildim. Yoksa, ders kitabına karşı olduğu için herhangi bir okuma listesi vermeyen ya da ilk kez duyduğu bir konuda doktora tezi çalıştırdığı için randevu verdiği öğrencisinin geleceği saatte odasından hızla kaçıveren örnekler ilginç olabilirdi. Veya Amerika’daki yayınevinin posta kutusu numarasını telif ücreti zannettiği için ‘devleti zarara uğratmamak’ adına alımdan derhal vazgeçilmesi vatanseverliğini gösteren örnekler…)
Topluma karşı hesap verenlerin ‘sadece’ siyasiler olduğu düşüncesinin yerleşmesi demokratik açıdan oldukça değerli olsa da bunun eksik olduğu ve bürokratik işleyiş üzerindeki etkisi genellikle gözden kaçırılıyor. Siyasal modernleşmenin güçler ayrılığını hayata geçirebilecek nitelikte kurumlara olan ihtiyacı görmezden gelindikçe devlet yitirdiği niteliğini nicelikle kapatmaya çalışıyor. Böyle olunca da bir kişinin yapacağı işe en az üç kişi verilse bile nitelik açığı kapatılamadığı için devlet kaçınılmaz bir şekilde ‘obezleşiyor’.
Bürokratların zaten sorunlu olan toplumla ve siyasetle ilişkisi bu kez de başka bir biçimde oldukça sorunlu hale geliyor. Eskiden ne dediği pek fazla önemsenmeyen topluma karşı şimdilerde ne dediğinin hemen hiç önemi olmayan bir bürokrasi doğuyor. İçinde elbette var olan niteliklileri, ya kendilerini geri çekerek veya elenip sistem dışına itilerek niteliksizleşme sürecinin alt kesimlere kadar nüfuz etmesi bir biçimde sağlanıyor.
Pek çok örnekte kolaylıkla görülebileceği gibi kurumların varoluş amaçları bütünüyle siyasete devredildikten sonra yaşanan niteliksizleşme yeterli seviyeye ulaştığında memurları birbirinden farklılaştıran yeni kriterler bulunması gerekiyor. Eşit derecede niteliksiz adaylar arasından seçim yapmak da çok kolay olmadığından kimi zaman hepsi birden alınabiliyor.
Ya da bürokrasi öncesi patrimonyal işleyiş geri dönerek, eskiden bir şekilde iyiliği görülen bir tanıdıdığın tanıdığı, siyasi gücü olan birilerinin akrabası, yakın bulunan STK’larda bir vakitler koşturmuş olunması gibi yeni kriterler ortaya çıkıyor. İnsan hakları alanındaki bir uzmanlığı maliyeci, hukukçu gerekliliğini ilahiyatçı, sosyolog açığını fizik antropolog giderebiliyor. Esas iş yerine getirilemediğinde herkes her işi yapabilir hale geliyor. Belki daha da kötüsü, kimse kendi işini yapamaz hale geliyor çünkü kendi işinin ne olduğunu belirleme yetkisi kendi elinden çıkıyor. Bütün bürokratik birimler, devleti bütünüyle kaplayacak şekilde şişik bir tek kurum haline geliyor ve bürokratik arayüzün yokolmasıyla, gündelik hayatın içindeki sıradan hizmetler bile kaçınılmaz olarak siyasileşiyor.
Bürokrasi kendine güvenini kaybettikçe, kurumlarda içi boş özgüvenli insanlar çoğalıyor ama kurumlara olan güven de hızla düşüyor. Vesayet zamanlarındaki siyasi içeriği perdeleyen militer-apolitik görüntü yerini ancak partizanlaşarak güç kazanabilen bir yapıya terkediyor.
Çevreden merkeze yerleşmeye çalışan kesimlerce vesayetle nitelikli olma arasında –önemli ölçüde haklı olarak- yakın bir ilişki kuruluyor belli ki ve tam da bu yüzden vesayetle mücadele için niteliğin de yok edilmesi gerekliliği, haklılık kazanıyor. Aksi halde son verilen bürokratik vesayetin bu kez başka bir formda kültürel iktidar baskısı olarak geri döneceği düşünülerek çare, vasatlığın niteliğe geçit vermeyeceği bir yapının kurumsallaştırılması olarak görülüyor.
Vesayetten o kadar dilimiz yanmış ki vasatlaşmayı önemsemiyoruz belli ki ama vasatlığın tahakkümünün en az vesayet kadar tehlikeli olabileceğini ne yazık ki atlıyoruz. Siyasal modernleşmeyle toplumsal modernleşmeyi sık sık karıştırıyoruz ve büyük köprüler yapınca ikisi arasındaki açığı da kolaylıla kapatabiliriz sanıyoruz.
Demokratik bir toplumun siyasal varlığını sürdürebilmesi için demokratik ilkelere göre yapılandırılmış, siyasal politikaların hayata geçirilmesini tarafsız bir biçimde yerine getirebilecek, nitelikli bir yönetim/idare mekanizmasına her zaman büyük bir ihtiyacı vardır.
Vesayetten kaçalım derken bu ihtiyacı ortadan kaldırmak sadece niteliksizliğin tahakkümüne yol açar ki böyle bir yerde siyaset bütün bir idari mekanizmanın işlevini üstlenerek taşıyabileceğinin üzerinde bir yükün altında politika yapamaz hale gelebilir.
Vesayet ile vasatlık sağlıksız bir bürokrasi-siyaset ilişkisinin tersi ve yüzü gibi bir nitelikle karşımıza çıkıyor ve tehlike şu ki vasatlaşma kurumları ele geçirirken çeşitli kesimlerdeki vesayet arzusu hiç olmadığı kadar normalleşiyor ve meşru görülebilir oluyor.
Sözün özü, vasatlığın da bir tür vesayet olduğunu anladığımızda daha demokratik kurumlar kurma yolunda önemli bir eşiği geçeceğiz galiba.