“Bütün diğer değerler insan haysiyetine hizmet ettikleri ve bunun davasını sürdürdükleri ölçüde değerdir. Başka insanlarda insanlığı öldürerek hayatta kalmaya çalışan kişi, kendi insanlığının ölümünden sonra hayatta kalmış demektir” diyor bilge sosyolog Zygmunt Bauman. Geçmişin bilgeliği “kem aletle kemalat olmaz” diye fısıldıyor kulağımıza. Ülkemizde bir süredir gizli saklı kaydedilmiş telefon görüşmeleri veya sıhhatinden tam olarak kimsenin emin olamayacağı kayıtlar, politik birer giyotin gibi kullanılıyor. İnsan haysiyeti bu kez mahremiyetin faş edilmesi veya utanılacak bir mahremiyetin ses laboratuvarlarında üretilmesiyle zedeleniyor. Güncel olanı tartışmak gazetecilerin işi, ben mahremiyete yönelik saldırının, hayatlarımızı tarassut altına alan o “büyük kulak”ın; bireysel psikolojimiz üzerindeki etkilerini tartışmaya çalışacağım.Mahremiyet kişi olmanın özüdür. Mahrem olan üzerinden kafamızın ve kalbimizin içindekilerle dış dünya arasına bir sınır çizebiliriz. Mahremiyetimizin ulu orta faş edilmesi bizi hayat karşısında çırılçıplak bırakır ve varoluşumuzu tehdit eder. Mahremin kaybıyla kendimizi, bireyselliğimizi ve nihayet insanlığımızı kaybederiz. Ruhumuzu beslemek için, içimizde bir dönüşüm ve rüyanın tohumlarını büyütmek için, mahremiyete ihtiyaç duyarız. Mahremiyet bize hayatlarımızın kontrolünün elimizde olduğu duygusunu verir. İnsan bir gözetleme nesnesine dönüştüğü anda, insanlıktan tenzil-i rütbeye uğratılmış olur. O artık bir kişi değil bir şeydir, insanlığı azaltılmış bir bilgi ya da veridir. Günümüz dünyasında ekran teknolojilerinin ve sokak kameraları, banka kartları, dijital işlemler, sosyal paylaşım ağları gibi kitle gözetim araçlarının yaygınlaşmasıyla, insan her yerde görülür ve yoklaması alınabilir bir varlığa bürünmüştür. Öyle ki mahrem benliklerimiz neredeyse büzüşmüş, kamusal benliklerimiz bizi tek başına temsil eder hale gelmiştir. Artık önceden mahrem olan bilginin kamusal alana taşmasına kendi isteğimizle katılıyor, sosyal paylaşım ağlarında mahrem dert ve yaralarımıza teselli arayabiliyoruz. Ölüm, hastalık, mutluluk, yediğimiz yemek, buluştuğumuz insan ve daha onlarca konu “görünüyorum o halde varım” düsturunca başka insanların tüketimine açılmış durumdadır. Mahremiyet hakkımızdan kendi isteğimizle feragat ediyoruz zira izlenme ve görülme, kendi rızamızla olduğu sürece, artık bizim için bir tehdit değil arzulanan bir haldir. Geçmişin ifşa edilme endişesinin yerini, bugün fark edilmenin hazzı almıştır. Ama ya kendi rızamız dışında dinleniyor ve gözetleniyorsak?Bilgi, iktidar için en önemli dayanaktır. Başkasının mahremine vakıf olmak gözetleyene büyük bir iktidar alanı açar. Çünkü gözetleme araçlarını elinde tutan güç (devlet veya devlet gibi örgütlenmiş başka bir otoriter/ideolojik yapı) bunu muhatabına karşı bir pazarlık unsuru olarak kullanabilir. Gözetleyen güç, gerçeğin ne kadarını ne oranda kamunun takdirine sunacağını, ne kadarını örteceğini de belirlemiş olmaktadır. Bir ses kaydının başını ve sonunu, öncesini ve sonrasını veya gerçekleştiği bağlamı tam manasıyla bilemediğimiz için; sunulan “şey”in bize telkin etmek istediği mesaj karşısında zayıf düşeriz. Özellikle politik alanda bu tarz bir algı mühendisliğinin insanların gizli ve kötü olana merakını istismar edebileceğini hatırda tutmak gerekir. İnsan hasmından kötülük bekler, kötülüğü kendi grubunda olanlara nispetle, hasımlarına daha çok yakıştırır. Gizli saklı elde edilmiş olanın gerçek olduğuna daha kolay inanır. Ayrıca gözetleyen güç; bazı insanları gözetleyip diğerlerini gözetlememekle, kimi insanların mahremini ortaya döküp diğerlerini bu saldırıdan korumakla, algıyı yönlendirmek arzusunda olduğunu zımnen kabullenir. Gözetleyen kuvvet, son tahlilde, kendi üstünlüğünü tescil etmek ve otoritesini pekiştirmek hevesindedir. En mahreme, yatak odalarına kadar sokulabilen bir “büyük göz” bize Orwell’in 1984 veya Zamyatin’in Biz adlı distopyalarında resmi çizilen totalitarizmi hatırlatır: Karşısında direnemeyeceğimiz, otoritesine itaatten başka bir çıkar yolumuzun olamayacağı mutlak iktidar.Gizli bilginin bir amaç doğrultusunda toplanması amacına matuf olan istihbarat, devlet erkinin önemli bir aracıdır. İstihbari faaliyet abartıldığında kendi vatandaşını fişleyen, bilgi tekeline bağlı totaliter kontrolün Orwell’ci devleti karşımıza çıkar. İsihbarat eksenli bir devlet, kişisel kontrol hissimizi yok ederek paranoya kültürünü yaygınlaştırır. Dinleme ve gözetleme, belirli bir güç odağının kendi grup menfaatlerini gözetmek için yapıldığında toplumsal normlar kayıplara karışır. Zaten yeni bilgi teknolojileri, güçle ilgili temel mefhumlarımızı gözden geçirmeyi gerektirmektedir. Yeni teknolojiler devletin merkezden çıktığını, gücün dağılıp yaygınlaştığını bize düşündürüyor. Artık gözetleme iktidarının kökenleri daha belirsiz ve etkileri çok daha çeşitlidir. Bir tek “büyük birader” yerine sayısız “küçük birader” her an, her yerde işbaşındadır. Böylece panoptisizm bütün topluma yayılır ve paranoya, psişik bir panoptikon olarak hayatlarımızı kabusa çevirir. Artık kaçınılmaz ve tam bir gözetim yoluyla, mutlak itaatin sağlandığı “ideal bir hapishane”de yaşamaya başlamışızdır. Güven duygusu aşınır, herkes kendi gölgesinden korkar hale gelir. Terörün nihai amacı nasıl toplumu tedhiş etmek ve yıldırmaksa, “büyük göz” ve “büyük kulak”ın nihai amacı da kendi gücüne ve algılarımızı yönetme kabiliyetine katışıksız bir inançla teslim olmamızdır. Bu tür bir itaat insanları cari sosyal normlara uymaya mecbur eder. Eleştirel düşünce ve özgün fikir yürütmeler kayıplara karışır, insanlar söz söylemenin tekinsizliğinde bir belaya duçar olmaktansa sessiz kalmayı yeğler. Otorite gücünü berkittiğinde, Milgram deneyinin bize eşsiz bir biçimde gösterdiği gibi, onun sözünden çıkamaz oluruz. Bu tarz bir itaat toplumunda insanlar bir süre sonra kendilerine sansür uygulamaya ve kendi kendileri gözetlemeye başlar. Her ortamda her konuyu konuşamaz, kendi görüşlerimizi rahatlıkla ifade edemez ve telefonlardan ürker hale geliriz. Ne de olsa büyük ve küçük biraderler bizi izlemektedir ve konuşmak risklidir. Oysa demokrasilerin temel ödevi muktedirin şeffaflığını sağlarken güçsüzün mahremiyetini de korumak olmalıdır. “Hükümetler Afrika”da önce beslenme ve barınma sorununu çözmeli, özgürlükleri sağlamak sonra gelir’ diyen bir Batılı diplomata, Afrika’lı bir kadının verdiği cevap çok manidardır : “Konuşma özgürlüğüm olmazsa, ekmeğimi kimin çaldığı hakkında nasıl konuşacağım?” Özgür bir toplum için konuşabilmek şarttır. Konuşamadığımızda giderek yalnızlaşır, içe kapanır ve komplo teorilerine itibar ederiz.Gözetlenmenin nesnesi olmak toplumsal kaygıyı artırıyor ve güven hissimizi aşındırıyor. Dinlendiğini düşünen insanlar risk almak istemez, edilgenleşir ve “büyük kulak”ın otoritesine ram olur. Herkesin bir diğerine şüpheyle baktığı, olan biteni büyük bir komplonun içine yerleştirdiği bir toplumsal düzende barışın filizlenmesi zordur. Günümüzde kayıtlı ve kayıt dışı politikanın şaka ve kahkaha üzerine değil açık veya örtük nefret üzerine inşa edildiğini görüyoruz. Nefret ve öfke değerli bir politik mal artık. Huzurun yeniden tesis edilebilmesi için insanların mahremiyetinin yeniden kutsal bölge ilan edilmesi gerekiyor. “Başkalarının hayatı”nı dinleyen “büyük kulak”, haysiyet cellatlığı marifetiyle politik bir aktör hüviyeti kazanamamalıdır. Ahlakın en temel ilkesini yeniden düşünmenin tam sırasıdır: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, sen de başkalarına yapma”. Terör bir izleyen olduğu için vardır, o yüzden görselliği ve uyandırdığı yankıyı hesap ederek eylem yapar. “Büyük kulak” da biz onu dinlediğimiz ve onayladığımız için var, içimizdeki tecessüs duygusuna, hasım saydıklarımızın zillet haberlerini duymaya açlığımıza seslendiği için var. “Büyük kulak” olmamak veya ortaya çıkan büyük kulakları terbiye etmek devletin işi, bize düşen sadece kendi küçük kulaklarımızın namusunu korumak. Biz bu namusu korursak, büyük kulak zaten hükmünü yitirecektir.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik