Nedir büyük oyun?
Kanlı kaderini bir türlü aşamayan bu talihsiz coğrafyadır büyük oyun…
Büyük oyun; Türkiye’de gördüklerimizi anlamlandıracağımız temel çerçeve; kendi küçük hayatlarımızın içine yerleştiği bu acımasız sahnedir…
Ortadoğu’da yaşanan bitmez tükenmez egemenlik mücadeleleridir büyük oyun…
Ortadoğu’nun anakronik oligarşilerine karşı ayaklanan halkları, Batı dünyasının çıkarlarını tehdit eden dinamikleri, İsrail’in bir Ortadoğu devleti olmayı çok aşan küresel etkinliğini, Neoconları, etnik ve dini kimliklerin alan mücadelesini anlamadan, önümüzü, günümüzü görmemizin imkânsız olduğu bir dünyadan söz ediyoruz.
Ne yazık ki, yarınımıza bakarken kendimizi günlük duygularımızın; korkularımızın, nefretlerimizin ya da romantik ideallerimizin rüzgârına bırakma konforuna sahip değiliz.
Akla ihtiyacımız var. Duygularımızın iğdiş edip, kendimizi kandırmanın bir aracına çevirmeyi çok iyi becerebildiği aklı, olabildiğince soğukkanlı kullanmaya…
Erdoğan’ın yürüdüğü yolun fikri ve sosyolojik köklerini okumadan; Mursi trajedisini yerli yerine oturtmadan, stratejik güç olarak Türkiye’nin yeni konum arayışlarını anlamadan, Batı dünyasının normlar/çıkarlar paradoksunu görmezden gelerek, seçim kürsülerini de anlayamayız.
Erdoğan’ın seslenişini hepimiz hatırlarız: "Onlar okyanus ötesi kıtalardan gelerek bu coğrafyaya biçim vermeye çalışacaklar; biz ortak kültürel, tarihsel mirasımızın güçlü köklerine rağmen kendi bölgemize ilgisiz kalacağız. Bunu mu kabul edelim?”
Türkiye’de yeni dönemin dış politikasının mottosu budur ve köklü bir değişime karşılık gelir.
2005 Kasımında Beyaz Saray’da Erdoğan Bush tokalaşması, ardından askerin siyaset belirleyiciliğine son verilmesi, 2009’da Obama’nın ayağının tozuyla Türkiye’ye gelip “stratejik ortağını” dünyaya ilan etmesi… Bunlar kimseyi yanıltmasın. Bütün bu adımlar atılırken Arap dünyası sokaklara dökülmemiş, Mısır’da seçim tecrübesi yaşanmamış, Erdoğan iktidarının İslam coğrafyasına dönük ılımlı İslamik bir Batı müttefiki rolünü istenilen sınırlar içinde taşıyıp taşımayacağı test edilmemişti.
Üstelik en önemlisi; AKP iktidarı, ABD/İsrail ekseni açısından olağanüstü küresel bir proje olan Gülenist yapıya güçlü bir iktidar fırsatı vadediyordu. Neocon’cu strateji için “Ortadoğu’da dost Müslüman ülke” beklentisi, seçilmişlerin muhtemel yalpalamalarına terk edilemeyecek kadar önemliydi. Nitekim takip eden yıllar Gülenist örgütlenmenin altın yılları oldu. Bankalar, şirketler, eğitim kurumları ve medya zenginliğine eşlik eden çok güçlü bir bürokratik atak gerçekleştirildi. Emniyet ve yargının ele geçirildiği; TÜBİTAK’tan, Borsa’ya, Adli Tıp’tan TİB’e kadar yayılarak sonunda MİT’in talep edilebildiği, dalga dalga genişleyen bir işgal yaşandı.
İster çaresizlik, ister aymazlık veya tecrübesizlik diyelim; AKP hükümetlerinin Türkiye’si 2010 yılına gelindiğinde ikili iktidar gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştı. Kitlesel gücüne güvenen, kendi hedeflerinde inatçı bir sivil hareket olarak AKP ve ABD/İsrail patronajından elde ettiği küresel desteğe ve neredeyse rakipsiz duruma geldiği bürokratik etkinliğe güvenen Cemaat.
Aradan geçen zaman, olaylara entelektüel bir dürüstlükle tarafsız ve önyargısız bakan her göze öğretti ki, bu ikili iktidar, varoluşsal nedenlerle, sürdürülebilir değildir. Hem içinden geldiği kültürel ve ideolojik kökler, hem de temsil ettiği toplumsal çıkarlar nedeniyle bölgesel güç iddiaları taşıyan AKP ile; varlığını Batı çıkarlarına borçlu ve misyonu onu korumak olan bir örgüt Türkiye’de iktidar ortağı olamaz. Çatışmaları mukadderdir.
Mavi Marmara’yı hatırlayalım. “One minute”, Suriye, Mısır, İran sorunlarındaki ayrışmaları; çözüm sürecindeki tartışmaları unutmayalım… Bütün buralarda, temkinliliği elden bırakmasalar da ikili iktidarın iç çatışmalarına tanık olduk.
7 Şubat 2012’de kavga iyice su üstüne çıktı ve 17-25 Aralık’ta zirve yaptı.
Batı açısından kritik eşik Mısır seçimleridir. Mısır seçimleri, Arap baharının yönüne dair Batı’da çanların kimin için çaldığını gösteren derin bir kırılmadır. Sadece Batı’da mı? Suud krallarının, arkaik diktatörlüklerin çöküşünün de habercisi oldu Müslüman Kardeşler. Sünni Arap dünyasında sandığı nereye koyarsan oradan, Batı’ya mesafeli kendi bölge çıkarlarını kollayan Erdoğan/Mursi aksında iktidarlar çıkacağı görünür oldu. Emperyal akıl “evrensel demokratik normları” kenara atmakta tereddüt etmedi ve Mısır’ı askeri vahşetin kucağına attı.
Kabul edelim ki, Mısır darbesi, Ortadoğu’da yükselen değişim dalgasının batı kontrolünden çıkmasına verilmiş yıkıcı bir cevaptır. Yine kabul edelim ki; seçim kazanamasa da bu darbeyi ayakta tutabilecek kadar geniş, İslam karşıtı, Müslüman Kardeşler muhalifi seküler bir sosyoloji Mısır’da mevcuttur.
Türkiye’ye gelince… Bugün gördüğü hiçbir şeyi anlamamakta kararlı bir azınlığı saymazsak, Türkiye’de, Erdoğan’ın Batı’nın gözünde ikinci bir Mursi olarak görüldüğünü ve tasfiye edildiğinde şampanyaların patlayacağını kabul etmeyecek insan bulamayız. Gözümüzün önünde Mursi’ye karşı eli kanlı Sisi darbesini desteklemekten kaçınmayan küresel güçlerin, Türkiye’de Erdoğan’ı “otoriter baskıcılığı” yüzünden istemediği argümanına içtenlikle inananlara sözüm yok. Onlar liberal maskeli masallara inanmaya devam etsinler.
Fakat etkin siyaset yapıcılar kuşkusuz işin farkında. Türkiye’de, devasa Batı çıkarlarıyla Erdoğan çizgisi arasındaki gerilimi ve siyasetin kaderinin bu güçler arasındaki mücadeleyle çizileceğini görüyorlar. Siyasal yatırımlara bu çatışma üzerinden karar veriliyor. Erdoğan’ı durdurma blokuna giderek yeni katılımlar oluyor. Süreç Mısır’da ezildiyse; Suriye’de Esad’ı ayakta tutan dengeler değişmiyorsa, İŞID gibi vahşi radikal bir aktör sahneye çıkmış ve Batı’nın İslami çevrelere yatırım yapmasını kabul edilemez risklere dönüştürmüşse; Türkiye’de değişim neden durdurulamasın? Erdoğan da pekâlâ geriletilebilir ve Türkiye’nin geleceğine karar verilecek masa Batı’nın patronajında tekrar kurulabilir. Benim baktığım yerden oldukça uğursuz görünen bu umudun müşterileri artıyor. Masada yer kapma telaşının kokusu bir hayli güçlü gelmeye başladı.
Bu hesap neden uğursuz?
Müşterileri kimler?
Kimsenin bilmediği, düşünmediği “kocaman” teoriler mi? Elbette hayır. Görmezlikten gelinenlerin, algıda seçiciliklere kurban edilenlerin kısa bir hatırlatması sadece…
Düşünmeye devam edelim… Haftaya.