Le Monde hafta sonu yayımladığı analizlerle başta Suriye ve Irak’ta olmak üzere çevremizde olan bitenleri tarihi geçmişini de gündeme getirmek suretiyle kapsamlı biçimde değerlendirdi. Gazetenin uluslararası redaksiyon şefi Christophe Ayad’ın “Yakın Doğu: büyük kargaşa” (Proche Orient: Le grand bouleversement) başlıklı değerlendirmesi “sınırlarını çizmiş olduğu Sykes-Picot anlaşmasının imzalanmasından yüzyıl sonra bölge kaosun eşiğinde. İran’ın kazananı olduğu büyük oyun” alt başlığını taşıyor. Bu genel değerlendirme, Ayad’ın tarih profesörü Henry Laurens’la “Batı emperyalizminin sembolü” Sykes-Picot anlaşması hakkında yaptığı söyleşi, Marc Semo’nun “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Neo-Osmanlıcı fantasması” (Le fantasme néo-ottoman du président Erdogan) ve Tahran temsilcisi Ghzal Goshiri’nin “İran’da bölgesel tehditler iktidarı sağlamlaştırıyor” (En Iran, les menaces régionales consolident le pouvoir) başlıklı yazılarıyla destekleniyor.
Son dönemde Batı medyasının genelinde olduğu gibi Türkiye hakkında yanlış bilgilendirme yapan haber analizler yayımladığı gözlenen Fransa’nın referans gazetelerinden Le Monde’un okurlarına bölgedeki gelişmelerle ilgili olarak vermek istediği mesajları anlayabilmek için bu yazıların tümünü göz önünde bulundurarak genel bir değerlendirme yapmakta yarar var.
Kabul etmek gerekir ki Ayad’ın kapsamlı genel değerlendirmesi, bazı hususlarda ön yargılar içermekle birlikte Suriye ve Irak başta olmak üzere bölgenin fotoğrafını ana hatlarıyla doğru çekiyor. Sykes-Picot anlaşmasıyla çizilen sınırların, Halep ve Musul’un dinsel, kültürel hatta ticari yakınlıklarına karşın iki ayrı devlete ait olmasının ortaya koyduğu gibi ne kadar yapay olduğu, Daesh’in iki ülke arasındaki sınırı yıkarak Arap topraklarını sembolik olarak bir araya getirdiği ama yaklaşan yenilgisinin Irak ve Suriye’nin yok olmasını gündemden düşüreceği ve bölgede bazı çatışmaları tetikleyebileceği bu doğrular arasında yer alıyor.
Ayad, bölgesel konjonktürün hiçbir zaman bağımsız bir Kürt devleti kurulması için bu kadar elverişli olmadığını, ama Barzani’nin PDK’sı ile PKK arasındaki ideolojik çatışmanın bu olasılığı ortadan kaldırdığını, Erdoğan’ın da Türkiye ile savaş halindeki PKK’nın kolu PYD’nin Suriye’nin Kuzey sınırı boyunca Türkiye’ye düşman özerk bir bölge oluşturmasına izin vermeyeceğini, Fırat Kalkanı operasyonunun asıl amacının da bu olduğunu dile getiriyor.
Türkiye hakkında ön yargılar
Ayad, yazısının “Osmanlı ve Rus İmparatorlukları geri mi dönüyor” (Les Empires ottoman et russe sont-ils de retour?) alt başlıklı bölümünde, Fırat Kalkanı operasyonunun nereye kadar gidebileceğine ilişkin olarak, “Rusya’nın NATO’dan uzaklaştırmak için Türkiye’ye çok (ödün) verdiğini ama Türk ordusunun fazla ileri gitmesine ne Bağdat ne de Tahran’ın izin verme niyeti” olmadığını belirtiyor. Bu düşüncesine örnek olarak yaşanan Başika krizini hatırlatıyor ve Türkiye’nin “müdahaleciliğini” (interventionnisme) Şii milislere karşı Sünni ve Türkmen halkı korumak olarak gerekçelendirdiğini ama “bundan daha kaygı veren hususun Erdoğan’ın defalarca Lausanne Antlaşması’nı (bozacakmış gibi) eleştirmiş olması olduğunu” vurguluyor. Bu kaygı belki anlaşılabilir ama Suudi Arabistan’ın Yemen, Mısır’ın da kendi iç sorunları nedeniyle boş bıraktıkları alanda Erdoğan’ın “Sünnilerin liderliğini” üstleneceğini söylemek doğru değil. Doğru değil çünkü Cumhurbaşkanı öteden beri yapageldiğimiz gibi mezhepler üstü bir söylemde bulunuyor. Türkiye bu duruşun sadece Ayad’ın belirttiği gibi İran’la sürtüşmemek için değil, aynı zamanda kendi iç barışı için de önemli bir husus olduğunu zaten biliyor.
Ayad’ın değerlendirmesine destek için yayımlanan “Erdoğan’ın Yeni Osmanlıcı fantasması” başlıklı yazı, alt baslığındaki ifadeyle gerçekleri daha da saptırıyor. Türkiye Cumhurbaşkanı, Marc Semo’nun öne sürdüğü gibi “ülkesini yeniden dünya gücü yapmayı” arzu ediyorsa -ki son derece meşru bir hak- bu “ülkesinde İslam’a da başat bir yer vermek istediği” sonucunu doğurmaz. Türkiye’nin bugünkü laik düzeni, bunları yapmasına ve küresel bir güç olmasına engel değil çünkü.
Semo’nun Erdoğan’la ilgili yazısındaki “Yeni Sultan” (Un nouveau Sultan) alt başlığı bu nedenle gerçeklere uygun değil. Ama bunu söyleyenin, görüşüne başvurulan Cengiz Çandar olduğu anlaşılıyor Yazının daha ileriki bölümlerinde Semo bu kez eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar, Orta Doğu ve Orta Asya’daki eski topraklarındaki ülkelere neden tekrar liderlik etmesin” mealindeki yaklaşımını aktarıyor. Bu yaklaşımın daha sonra Suriye iç savaşı ve bölgede baş gösteren Şii-Sünni kutuplaşması ile iflas ettiğini dile getiriyor.
Semo, Türkiye’nin daha sonra Suriye’de “güvenli bölge” oluşturulması önerisine ABD destek olmadığı için, Daesh demiyor ama Selefi ve cihatçı gruplara destek verdiğini söylüyor. Paralel olarak “Daesh’le mücadelede kilit rol oynayan ve ABD ve Batılılar tarafından desteklenen PYD’nin isyan eden ikiz kardeşi PKK ile savaştığını” belirtiyor. Ama ne Çözüm Süreci’nden ne PKK tarafından bozulmasından ne de örgütün tırmandırdığı bombalı eylemlerden söz eden tek bir cümleye yer vermiyor. Bu satırları okuyan da PKK ve PYD’nin Batılılar tarafından haklı olarak desteklendiği sonucunu çıkarıyor doğal olarak.
Semo yazısının son bölümünde Moskova’nın desteğiyle başlattığı Fırat Kalkanı operasyonuna ve bu bağlamda Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulmasına SETA’dan Ufuk Ulutaş’un birkaç cümlesiyle değiniyor. Ama dönüp dolaşıp Erdoğan’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak geçmişine yaptığı atıfları, bu bağlamda İstanbul’un fethinin her yıl kutlanıyor olmasını, sanki Fransa tarihi zaferlerini kutlamıyormuş gibi, Osmanlı dönemine duyulan özlemin göstergeleri olarak takdim ediyor.
İran’ın teokratik rejimine hoşgörü
Ayad’ın genel değerlendirmesinin son bölümü “büyük oyunun kazananı” ilan ettiği İran ile ilgili. Putin Rusyası’ndan daha az medyatik olmasına karşın stratejik mahareti ve yumuşak ve sert gücünü” birlikte iyi kullanması sayesinde bölgedeki kargaşadan en çok yararlanan ülkenin İran olduğunu vurguluyor. Örnek olarak Musul savaşını Amerikan, Halep savaşını da Rusya’nın hava desteğiyle kazandığının altını çiziyor. Musul’da savaşın ertelendiği, zaferin ilan edilmediği bir tarafa bırakılırsa, Tahran’ın Ayad’ın dediği gibi “bölgesel hegemonyasını” kurmakta olduğunu kabul etmek gerekir.
Ayad’ın ayrıntılı olarak dile getirdiği gibi, İran Suriye’de rejim milislerini “Besici” modeli üzerinden örgütleyerek Esat’ın topraklarına damgasını vurmuş durumda. Ayrıca hem PKK hem de PYD ile sıkı ilişkiler geliştirerek muhaliflerin bölgesinde de etkin. Hatta bu sayede Akdeniz’e çıkışını da hemen hemen garantiliyor gibi. Ayrıca Hizbullah sayesinde Hristiyan ortağının adayı Michel Aoun’u Cumhurbaşkanı seçtirdiği Lübnan’da da güçlü. Etkinliğini arttırdığı Irak ve Yemen de göz önüne alınırsa Tahran’ın Arap dünyasında daha önce hiç bu kadar güçlü olmadığını söylemek mümkün.
Kabul etmek gerekir ki teokratik İran ayrıca Batı’dan da hiç bu kadar tolerans görmemişti. Ayad’ın yazısına destek olarak yayımlanan yukarıda sözünü ettiğim Ghzal Goshiri’nin haber analizi, dini lider Ayetullah Hamaney’in “ülkemiz fırtınalı bölgede bir istikrar adası oldu” sözleriyle başlıyor. Goshiri, reform yanlısı İranlıların görüşünü alarak aktardığı yazısında halkın iktidara desteğinin nasıl arttığını da uzun uzun anlatıyor.
Haber analizle verilen mesaj, İran halkı ve özellikle Batı yanlısı kesimin nükleer anlaşmadan ve ambargonun kısmen kaldırılmasından memnuniyet duyduğu ve rejimin Suriye ve Irak’a askeri müdahalelerini desteklediği yönünde. Goshiri’nin görüşünü aldığı İranlılardan biri, bölgede terör estiren Devrim Muhafızları Komutanı General Kasım Süleymani’nin artık bir “ulusal kahraman” görüldüğünü söylüyor.
Halkın bu kanaati aslında İran’ın Orta Doğu’da hegemonya peşinde olduğu değil, bir savunma stratejisi izlediğine inanmasından kaynaklanıyor. Rejim, bölgeye askeri müdahale gerekçesini her ülkenin yaptığı gibi Daesh ile mücadele olarak açıklamış durumda. Örneğin reformcu Ali Abtahi, Shargh’ta “İran’ın Suriye’deki askeri varlığı, ülke güvenliği ve toprak bütünlüğünü korumaya yönelik bir savunma stratejisinin ürünü” diye yazıyor.
Sosyolog Seyed Abdolamir Nabavi, kısa süre öncesine kadar pastarları bireysel özgürlüklere baskı unsuru olarak gören -ki böyle olduğu da doğru- Yeşil Hareket’in bile şimdi Suriye ve Irak’a askeri müdahaleyi desteklediğini söylüyor. İranlıların yaygın kanaati, bulunduğu yerde savaşılmazsa Daesh’le Tahran sokaklarında mücadele edilmek zorunda kalınacağı yönünde. Türkiye’de hükümetin Fırat Kalkanı ile geliştirdiği yeni savunma konseptinin tıpatıp aynı bir strateji söz konusu olan. Bu strateji, Türkiye’den farklı olarak İran’da geniş bir halk desteğine sahip.
Bütün bunları bir İran gazetesinden değil, Le Monde gibi kendini demokrasi ve temel hak ve özgürlerin savunucusu ilan etmiş olan bir Fransız gazetesinden okuyor olmamız şaşırtıcı. Zira İran demokrasiden nasibini almamış, idam cezasının olduğu, toplu infazların yılda bin kişiyi bulduğu bir ülke sonuç itibariyle. Ayrıca Şii milisler, belki söylendiği gibi İran’ın güvenlik ve toprak bütünlüğünü korumayı amaçlıyor ama son olarak Halep’te tanık olunduğu gibi sivillere karşı da son derece acımasız olabiliyor. Ama Fransız gazeteci, kendi ülkesinin bir süre misafir ettiği Ayetullah Humeyni’nin kurduğu devlet olduğu için mi, yoksa satın aldığı çok sayıda Airbus uçakları nedeniyle mi bilinmez ama İran’ın teokratik rejimine gerekenden çok hoşgörü gösteriyor doğrusu.
İran’a bu hoşgörüyü gösterenler, demokrasi standardı İran’la karşılaştırılamayacak ölçüde yüksek olan Türkiye’yi ise üç yıldır yerden yere vuruyorlar. Erdoğan’ı “Sultan”, İran’ın aksine sürekli olarak terör örgütlerinin saldırılarına uğrayan Türkiye’nin güvenlik ve toprak bütünlüğünü sağlamak için Suriye’ye askeri müdahalesini ise “Osmanlıcılığın canlanması” olarak takdim ediyorlar.
Devam eden büyük oyunun bugün itibariyle kazananının, Ayad’ın belirttiği gibi, İran olduğu açık. Ama daha şimdiden bir kaybedeni var. O da böylesine taraflı haber ve değerlendirmeleri üç yıldır biz okurlara dayatan Le Monde’un da içinde yer aldığı Batı medyası kuşkusuz.