21 Ağustos 2015’te, Diyarbakır Sur’da DBP eş başkanları, “özyönetim – öz savunma” başlıklı bir bildiri okuyarak tek taraflı bir özerklik ilânında bulundu. Bildiriyi okuyanlar bir gün sonra gözaltına alınıp tutuklandı. Daha sonra KCK, Kandil’den “özyönetimi” destekleyen bir bildiri yayınlayarak, halkı ve gençlik yapılanması olan YDG-H’yi, “özyönetim” ilanlarına destek olmaya çağırdı. Ardından başka ilçelerde “özyönetim” ilanları duyulmaya başladı. Derken, ülke olarak tekrar şiddet ortamına geri dönmüş olduk.
Devlet ve “özyönetim”
Şüphesiz PKK tek taraflı bir “özyönetim” ilan ettiğinde, bunun devlet tarafından nasıl karşılanacağını bilecek kadar bir tecrübeye sahipti. Böyle bir çağrı karşısında devletin yapacağı iki şey vardı: (1) Bu tek taraflı “özyönetim” ilanlarını devletin otoritesi ve egemenlik hakkının ihlali şeklinde değerlendirip derhal müdahale etmek. (2) Biraz daha sabırlı davranıp, henüz tam olarak dağılmamış barış masasının tekrar kurulmasını sağlamak; barış sürecine son bir şans tanımak. Ancak devlet, benzer bir durumda pek çok devletin yapacağı şekilde birinci seçeneği esas aldı.
7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar olma şansını kaçıran AK Parti hükümetinin, barış sürecinin devamı konusunda kararsız bir tutum sergilemesi normal sayılmalıydı. HDP’nin söylem ve tutumu, AK Partilileri bayağı kızdırmış ve kimi AK Partililer iktidarı kaybetme meselesinde HDP’nin belirleyici bir rol oynadığına inanmıştı. Bu AK Parti karşıtı keskin söylem, seçim sonrasında da devam edince, bundan en çok barış sürecinin zarar göreceği aşikârdı.
Barış görüşmelerinde “özyönetim” var mıydı?
Birkaç yıl devam eden barış görüşmelerinde, özellikle Kürt meselesinin siyasi çözümü bağlamında nelerin konuşulduğunu bilmiyoruz. Muhtemelen daha önce Öcalan’ın dile getirdiği “demokratik özerklik” konusu, barış görüşmelerinde gündeme gelmiştir. İşte süreçte kopukluk yaşanınca, bu kez PKK “devlet yapmaz ve kabul etmezse de, ben kendi başıma ‘özyönetim’ ilân edebilirim” demeye getirdi. Peki, doğru mu yaptı?
Kanımca yapılan çok vahim bir hataydı. Devletin barış görüşmelerini askıya alması veya tamamen durdurması, Kürt hareketinin meşru ve sivil siyaset yoluyla elde ettiği kazanımların yanında ikinci planda kalıyordu.
İşte tam bu noktada HDP devreye girmeli ve PKK’ye şunu söyleyebilmeliydi: “Şimdi artık sıra bizde; siz geri durmalısınız.” Ancak ne yazık ki ne HDP ve ne de PKK, yeni durumu iyi okuyup analiz etme ferasetini gösteremedi. Haydi diyelim PKK silahlı bir örgüttü, en iyi bildiği şey savaş ve şiddetti; peki ya HDP? Maalesef aklı Türk Solunun cebinde olan HDP çok daha berbat ve vahim bir sınav verdi. 7 Haziran gecesinde yapılan ilk açıklamada, halkın kendilerine sunduğu desteğin ve omuzlarına yüklediği sorumluluğun farkında olmadığını gösterdi. Her ne kadar seçim öncesinde AK Parti ile HDP karşılıklı olarak çok sert bir dil kullanmışlarsa da, halk barış meselesinin ancak AK Parti ile ortak bir zeminde buluşmakla mümkün olduğunu biliyordu. Dolayısıyla seçim sonrasında AK Parti ile didişmek asla istemiyordu.
“Özyönetim” özyıkıma dönüşürken
Yüreğimiz yanıyor. Şehirlerimiz yıkılıyor; yüz binlerce insanımız bu kış ortasında, omuzlarında yangın yerinden sırtladıkları bir yük ile gözleri yaşlı bir şekilde evlerini terk ediyor ve bu arada binlerce yıllık tarihimiz yerle bir ediliyor. Neden? “Özyönetim” ilan edilmiş. Peki, neredeyse on beş yıldır o belediyeleri MHP mi yönetiyordu? “Özyönetim” ilân edilmese de, Ahmet Türk Mardin’i, Fırat Anlı Diyarbakır’ı, Bekir Kaya Van’ı yönetmeyecek mi? Öte yandan, acaba “özyönetim” 16-17 yaşlarındaki gençlerin memleket yönetimine el koyması mıdır? Adına ister özyönetim ister özerklik deyin, bunun doğru anlamı, yerel yönetimlerin merkezi bir otoriteye bağlılık çerçevesinde güçlendirilmesidir. Bu şiddet, bu hendek, bu ölüm çukurları ise, sadece ve sadece Kürt halkının yerelde kendini yönetme fırsatını ya hepten ortadan kaldırıyor, ya da belirsiz bir ileri zamana erteliyor.
Kuşkusuz bu şiddet dalgasının, dışarıda Kürt dâvâsına verdiği zarar çok daha derin. Tam yüz yıl sonra, Ortadoğu’da Sykes-Picot sistemi çökmüş, Kürtler için Suriye ve Irak’ta devletleşme imkânı doğmuşken, pusulasını yitirmiş ve aklını Türk solunun cebine koymuş olanların Türkiye ile didişmesi, bu fırsatın heder olmasına yol açıyor.
Yazık; olan Kürde oluyor, olan Türke oluyor. Bu çağda özel mülkiyet ve sermaye düşmanlığı yapıp Kürtler için komünal yaşam vaat edenlerin, Kürtleri götürecekleri yegâne yer mağara dönemidir. Komünal yaşam ve ekolojik mağara dönemi, medeniyete elveda deyip, insanların dört ayak üzerinde yürüdükleri bir devirdir. İddia ediyorum: Eğer özel mülkiyet olmasaydı, insanlar asla mağara döneminden kurtulup medeniyet ile buluşamazdı. Ancak Kürdün kafasına “anti-emperyalizm” üfleyen Türk Solunun kaybedeceği hiçbir şey yok. Onlar Kürde “sen Saddamları, Esadları, IŞİD’i görme; asıl düşman Amerika’dır” deyip duruyor. Eğer Batı ve Amerika Kürtlere silah yardımı yapmamış olsa, IŞİD’in 21. yüzyılda bir Kürt soykırımı yapacağını Kürtlerin bilmesini istemiyorlar.
Demirtaş’ın Rusya ziyareti
Türkiye’nin Rusya ile tam da bir kriz ortasında olduğu bu dönemde, sayın Selahattin Demirtaş Rusya’ya bir ziyarette bulunacak. Bu eyleme diplomaside ne derlerler? Halkın anlayacağı, en kaba anlamıyla söyleyelim: Ey Rusya, biz bu krizde sizi destekliyoruz! Sormazlar mı, şimdi bu gezinin sırası mı? Ama Türk Solu, buna emperyalizme karşı enternasyonalist dayanışma deyip işin içinden çıkar.
Henüz Soğuk Savaş döneminin kış uykusundan uyanmamış kimi Kürtler, nereden bilecek ki Rusya yirmi yıl önce kapitalist ekonomik sisteme entegre oldu. Daha dün Mahabat Kürt Cumhuriyeti’ni ortada bırakan, Sovyet Kürtlerini Sibiryalara, Orta Asya steplerine süren ve son olarak 1999’da Abdullah Öcalan’a bir siyasi sığınma hakkı tanımayan Rusya, Türkiye ile bir kriz yaşadı diye Kürtlerin kurtarıcısı mı olacak? Haydi diyelim Irak Kürtleri gibi bağımsızlığın eşiğindesin, uluslararası tanınma mücadelesi veriyorsun; ziyaretin o zaman bir nebze anlaşılır.
Ama sen, Ankara’nın onaylayacağı bir iç hukuk düzenlemesiyle elde edilebilecek bir “özyönetim” istiyorsun. Bunun için hükümeti çileden çıkartıp, Türkiye halklarının desteğine darbe vurmanın bir anlamı var mı? Ne diyelim; büyüksün Türk Solu! Sahi, Kant Aydınlanmayı nasıl tarif etmişti: “Aydınlanma insanın aklını kullanma cesaretini göstermesidir. Ne var ki her yandan ‘düşünmeyin! aklınızı kullanmayın!’ diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, ‘Düşünme, eğitimini yap!’; maliyeci ‘düşünme, vergini öde!’; din adamı ‘düşünme, inan!’diyor.”
Belli ki Türk Solu da Kürtlere “düşünme, savaş” diyor.