Ana SayfaYazarlarİç savaşa ramak kala

İç savaşa ramak kala

12 Eylül askeri darbesinden yıllar sonra Aziz Nesin Diyarbakır’a gider ve orada, darbe sonrasında yıllarca cezaevinde tutulan, işkence mağduru birkaç kurban ile görüşmeler yapar. Cezaevinde yatmış olanlar başlarına gelenleri anlattıkça, Aziz Nesin pek tepki vermez. Doğal olarak işkence mağdurları, Aziz Nesin gibi duyarlı bir yazarın olup bitenler karşısında insani bir tepki vermelerini beklemektedir. Ama hayır, ünlü yazardan hiçbir tepki gelmez.  Bütün anlatılanları herhangi bir reaksiyon göstermeden dinlemiş olan Aziz Nesin en sonunda şöyle der: “Bir yazar olarak hayal gücümün çok yüksek olduğunu düşünüyordum. Ancak görüyorum ki Kürtlerin hayal gücü benden bile hayli ileri.” 

 

Koca yazar, cezaevinde tutuklulara yapılan bunca dehşet verici işkencelerin asla mümkün olamayacağını düşünmüş. Bir insanın diğer bir insana veya bazı insanların diğer bazı insanlara bu şekilde davranmasının imkânı olmadığına hükmetmiş.

 

Bir George Orwell romanı gibi

Aziz Nesin’in yaşadığı türden bir olayı ben de birkaç yıl önce yaşadım.  Gülen Cemaati ağına girip eğitim kurumlarında bir süre öğretmenlik yapmış olan biri, bu yapı hakkında öyle dehşet verici şeyler anlattı ki, ben anlatılanlara inanmadım ve zavallı öğretmenin aklını kaçırmış olduğunu düşündüm.  Adını bile bilmediğim bu öğretmeni daha sonra bir iki kez sokakta gördümse de,   muhatap olmamak için yolumu çevirdim.  Çünkü anlattıkları insanın psikolojisini bozacak türden idi. Zavallı öğretmen, daha o zaman devletin, ordunun, polisin, istihbaratın ve ülkedeki nerdeyse her kurumun FETÖ örgütünün denetiminde olduğunu söylemiş ve onlar olmadan yaprak bile kıpırdayamaz demişti.  Tabii bütün bunları anlattığında, henüz 17- 25 Aralık (2013) darbe girişimi de yaşanmamıştı.  O gün o öğretmenin anlattıkları, bana  İngiliz yazar George Orwell'in ünlü Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabını hatırlatmıştı.  

 

15 Temmuz darbesi, benim açımdan o öğretmenin anlattıklarını tamamen doğruladı. Çoğumuz FETÖ’nün ordu hariç devletin her kurumunda örgütlenmiş olduğunu az çok biliyor ve tahmin ediyorduk.  Ben şahsen orduya sızmalarına ve orduda olabileceklere ihtimal veremiyordum. Meğer, bırakın sızmayı, orduyu tamamen ele geçirmelerine ramak kalmış. Belki biraz daha sabretseler, tüm ülkeyi darbe yapmadan ele geçirebilirlerdi. Olayın vahametini anlayabilmek açısından,  Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın  emir subayı  Yarbay Levent Türkkan’ın şu sözlerine bakalım: “Benim şahsi kanaatim 1990’lı yıllardan bu yana sınavla okullardan gelen ve orduya alınan subayların yüzde 60-70’i cemaatçidir. Genelde kurmay subaylardır. Özel kalem müdürü, başdanışman, Cumhurbaşkanlığı Başyaveri, Muhafız Alay Komutanı kesin olarak cemaatçidir. Herkes abisine bağlıdır” (Milliyet, 21.07. 20016).

 

Daha 1980’lerin sonlarından başlayarak askeri okulların sınav sorularını yandaşlarına aktaranların, son 25-30 yıl boyunca Türkiye’de yapılan başka her sınavın soru kitapçıklarını da sınav öncesinde elde ettiği tartışma götürmez. Kimi sınavlarda karı-kocanın bile bir arada sınav birincisi olarak ilan edilmiş olmasıbu gerçeği pekiştiriyor. Sadece ülkedeki sınavlar bağlamında bile bakılsa, bu Cemaatin hakkını yemediği, hukukunu çiğnemediği tek bir aile yok.  Ancak bu durumun ortaya çıkardığı daha vahim bir mesele var: Darbecilerin tesbit edilip devletten çıkartılması veya tasfiye edilmesi. İşte işin en zor tarafı da bu. Çünkü bu yapı oldukça kökleşmiş; artık, başta ordu olmak üzere devlet içinde derin köklere sahip. Zaten ordu içindeki her üç generalden birinin darbe şüphelisi olarak gözaltına alınmış olması da buna işaret ediyor.

 

Ülke bir iç savaştan döndü

15 Temmuz gecesi, başta cumhurbaşkanı olmak üzere hemen her duyarlı insanın meydanlara sahip çıkma daveti yapmış olması, darbecilerin işini zorlaştırmakla kalmamış, onları yenilgiye mahkûm etmişti. İyi ama bu darbe püskürtülmeseydi ne olurdu? Ya (1) 12 Eylül 1980 askeri darbesinde olduğu gibi herkes siner; ya da (2) toplumun sadece (çok büyük çoğunluktan görece kısa düşen) bir kesimi darbeyi gayrimeşru sayarak sonuna kadar direnir ve Türkiye bir iç savaşın içine girerdi. Halkın muazzam bir kitle halinde meydanlara fırlayarak — John Locke’un deyimiyle — gayrimeşru bir yönetim teşebbüsüne karşı çıkması, birinci alternatifi devre dışı bıraktı.  Şüphesiz birinci alternatif, ağır bir bedel ödenerek boşa çıkartıldı. Ölümüne meydanlara inen halk, kanıyla bir demokrasi destanı yazarak darbecilere teslim olmayacağını gösterdi.

 

İkinci alternatife gelelim. Türkiye’nin darbeciler ve darbe karşıtları şeklinde iki kampa ayrılması, tüm ülke çapında bir iç savaşa yol açacaktı. İç savaşlar, dış düşmanla yapılan savaşlara benzemez. Dünyanın en kör, en zalim, en kanlı savaşlarıdır. Yanı başımızdaki Suriye savaşına dikkatle bakmak, olabilecekler hakkında yeterince aydınlatıcı olur. Eğer darbeciler Türkiye’yi bir iç savaşın içine sokmayı başarsalardı, Suriye’de son beş-altı yıldır yaşananların en az iki misli sadece birkaç ay zarfında Türkiye’de yaşanırdı.  Karşı karşıya olduğumuz tehlikenin nasıl gayri insani ve vahşi bir bela olduğunu idrak edelim.

 

Bana göre, işgalin bile bir meşruiyeti olabilir, ancak darbelerin meşruiyeti yoktur.  Darbecilerin dini, imanı ve hukukunun olmadığını 15 Temmuz’da bütün Türkiye gözleriyle gördü ve yaşadı.

 

Şimdi ne yapmalı

Neredeyse devletin her birimine sızmış olan darbeciler, hukuk mekanizması çerçevesinde ayıklanmalı ve hak ettikleri cezayı almalıdır. Ancak darbe gibi gayri hukuku bir durumu bertaraf etme amaçlı girişimler, masum insanların hukuklarının ihlaline dönüşmemelidir.  Herkesin herkese şüpheyle baktığı, insanların birbirini ispiyonladığı  bir ortamda huzur inşa edilemez. Böyle hassas durumlarda bile, tek güvencemiz hukukun korunması ve sivil tolumun güçlendirilmesidir.  Belli ki başta ordu olmak üzere,  pek çok kurumda bir yeniden yapılanma ihtiyacı söz konusu. Devlet kurumlarındaki istihdamda, ülkenin çoğulcu yapısı esas alınmalı; tek renk, tek kimlik, tek mezhep tarzı ve özellikle de “cemaatçi” yapılanma anlayışından olabildiğince uzak durulmalı.  Bir Kürt, bir Alevi, bir Hıristiyan vatandaşımız da orduda kendi kimliğiyle general olabilmeli ve güvenlik teşkilatlarında yer alabilmeli.  Kısacası, devletteki istihdam “kimlik odaklı” değil,  Osmanlı’da olduğu gibi ehliyet, liyakat ve sadakat esaslı olmalıdır.

 

Darbelerin önüne geçmenin önemli bir yolu, belirli zümrelerin ordu gibi kimi hassas kurumlarda tamamen hâkimiyeti ele geçirmesine olanak sağlamamak. Özellikle eğitim sistemimizi demokratikleştirmeli, insan hak ve özgürlüklerine saygılı bireyler yetiştirebilmeliyiz. Umarım olup bitenlerden ders çıkarır ve el ele vererek yaşanılabilir bir ülke inşa ederiz. 

- Advertisment -