Geçen haftaki yazımda vasatlığa razı olma halimizden ve hayatımızın farklı alanlarında ve/ya zamanlarında bizi esir alabilen vasatlıktan kurtulabilme arayışından bahsetmiştim. Her bir kişi için bunu becermenin farklı yolları olabileceği gibi değişik evrelerden geçerek vasatlıktan uzaklaşmak, uzak durmak da mümkün olabilir. Bunun herkes için geçerli olacak tek bir formülü yoktur elbette.
Aradan geçen günlerde yine önceki yazılarımdan birinde kitaplarından bahsettiğim D.H. Lawrence’ın bir makalesi ile karşılaştım. Lawrence’ın 1936 yılında yayımlanan Why the Novel Matters (Roman Neden Önemlidir) (1) başlıklı makalesi bir romandaki karakterler ve olayların derinliği ile yoğunluğu sayesinde hayatın bütünlüğünün tüm gerçekliğiyle temsil edilebilmesi üzerinde duruyor. Makalede romanın hayatı daha iyi anlamanın en iyi yolu olduğunu iddia eden Lawrence belki bundan da önemlisi “Man alive, woman alive” (canlı erkek, canlı kadın) diye bir nitelendirme ortaya atıyor.
20. yüzyılın belki de en önemli İngiliz romancısı, çağımızın en büyük yaratıcı yazarı (2) gibi sıfatlara laik görülen David Herbert Lawrence 1885 yılında, Victoria döneminin tam ortalarında doğmuştu. 1837-1901 yılları arasındaki Victoria döneminde İngiltere’de endüstri devrimi yaşanıyor, işçi ve orta sınıflar büyüyor, gelişen sermaye sahipleri güç kazanıyordu. Fabrikalar, madenler, kömür, duman, köyden şehre göç ile İngiltere’de gözle görülür bir fiziksel değişim de meydan gelmekteydi. Öte yandan bu hızlı değişim yanında Victoria dönemi baskıcı ve tutucu sosyal normların sınırlarını belirlediği bir dünya olarak öne çıkıyordu. İşçi ve memurların disiplin altında tutulması amacıyla aile hayatının önemi yüceltiliyor, kadınlara çocuklarına ve kocalarına sahip çıkmaları, sıcak bir yuva sağlamaları görevi yükleniyor, felsefe ve edebiyat dünyasında ahlakçılar önem kazanıyor, kilise gücünü korumaya devam ediyordu.
Böyle bir dönemde Nottingham adlı taşra bir İngiliz kasabasında, işçi bir aileye doğan Lawrence ise çarpıcı ve sıra dışı fikirleri ile Londra entelektüel aristokrasinin içine düşmüştü. “İngiltere’nin trajedisi çirkinliktir”, “bu toplumda insanlar birbirlerine dokunmuyor”, “bir yazar bir din adamından daha üstündür” gibi çıkışları entelektüel camia tarafından bile yadırganıyordu. Romanlarındaki insan ilişkilerini, kadın ve erkeklerin toplum içindeki yerlerini görülmemiş bir açıklık ile yazması sebebiyle sonraki yıllarda kitapları yasaklanan, İngiltere’den ayrılmak zorunda kalan bir yazar haline gelecekti.
Lawrence’ın yukarıda değindiğim makalesine geri dönersek, beni etkileyen birkaç alıntıyı çevirerek paylaşmak istiyorum:
“Bir romandaki karakterin yaşaması gereklidir, yoksa o hiçbir şeydir. Biz de, aynı şekilde, hayatta yaşamalıyız, yoksa biz de hiçbir şey oluruz. Yaşamak, tabii ki, var olmak gibi tanımlanması imkansıza yakındır… Bir kadına canlı bir adam olarak âşık olabilirsiniz, ya da tamamen hayatta ama ölü bir adam misali bir kadınla sevişiyor da olabilirsiniz. Yemeğinizi canlı bir insan olarak veya sadece çiğneyen bir ceset olarak yiyebilirsiniz. Canlı bir adam olarak düşmanınızla mücadele edebilirsiniz. Ama hayatın silik bir sureti gibi, ne düşmanınız ne de dostunuz olan insanların üzerine bombalar da yağdırıyor olabilirsiniz, onlara karşı ölüsünüzdür… Canlı olmak, canlı bir insan olmak, bütünüyle canlı bir insan olmak: esas nokta budur… Bugün sokaklarda ve evlerde bir sürü ölü, iskelet adam dolaşıyor, bugün birçok kadın sadece ölü. Notalarının yarısı sessiz olan piyano parçaları gibi…
Ve sadece bir romanda her şey tamamıyla yaşanır, ya da yaşanabilir; tabii eğer atıl bir durumda güvende olmaktan ziyade hayatın kendisinin yaşama sebebi olduğunu anlayabilirsek. Çünkü her şeyin yaşanabilmesinden sadece tek önemli şey çıkar ortaya: bir erkeğin bütünlüğü, bir kadının bütünlüğü, canlı erkek ve canlı kadın.”
Bu cümleleri henüz daha okuyorken vasatlık meselesi geldi aklıma. Ve o anda, en azından kendime göre, bir şeyin farkına vardım: vasatlıktan sıyrılmanın ilk adımı canlı olmaktan geçmeli. Günün her dakikasında yaptığımızı canlılığımızla yapmak, yaparken ona hayat vermek; konuşurken, yemek yerken, yürürken canla yürümek yani bütünlüğümüzle orada olmak; ilişkilerimizde canlı olmak, her ne pahasına olursa olsun özümüzden davranabilmek, çocuklarımızla gerçek ilişkiler kurabilmek. Normların, kim ne derlerin, toplumsal kabullerin baskısına boyun eğmek zorunda kalmamak. Kendi iyimizi ve doğrumuzu bulmaya çalışmak, kendi gözümüzde bütünlüğümüzü ve saygınlığımızı koruyabilmek, tehditler veya vaatler nedeniyle benliğimizin yaralanmasına izin vermemek.
Vasatlık sarmalının dışına çıkabilmeyi başarmak kolay değil. Hele bizimki gibi sosyal, kültürel ve ekonomik baskıların insanların hayatı ve davranışları üzerinde son derece etkili olmaya devam ettiği bir toplumda. Yine de bu sarmalı kabul etmek durumunda değiliz, kendimize nefes alacak küçük alanlar açarak işe başlayabiliriz. Kendimiz için hayat neyse, ne demekse onun parçalarının her birine vereceğimiz bir candan nefes yeterli. Vasat olmamak için önce canlı olmamız gerekiyor; kimi mutlu, kimi hüzünlü, kimi belki korkutucu ama notalarının hepsi sesli bir piyano parçası gibi…
***
Makale görseli: The Rainbow by Aaron Robinson. Tuval üzerine yağlı boya, 2006. Penguin Books tarafından ısmarlanmış. D.H. Lawrence’ın The Rainbow (Gökkuşağı) adlı romanının kapağı olarak kullanılmış.
(1) Why the Novel Matters, D.H. Lawrence, The Phoenix, 1936.
(2) E. M. Forster, D. H. Lawrence, The Nation and the Athenaeum, 46 (29 Mart 1930).
E. M. Forster, ölümünden sonra Lawrence için yazdığı yazıda “bizim neslimizin en yaratıcı romancısıdır” diye yazarken Lawrence’ın evreni ve onu oluşturan nesneleri aydınlatma yeteneğini över.