Ana SayfaYazarlarÇifte standarda sıfır tolerans (1) Geçmişte yazdıklarım

Çifte standarda sıfır tolerans (1) Geçmişte yazdıklarım

[21 Eylül 2015] PKK’yla savaşın ve (görünüşte daha büyük) diğer siyasî sorunların gölgesinde de kalsa, son haftalarda hükümet basın özgürlüğü ve halkla ilişkiler açısından bir dizi felâket yaşadı. Hürriyet’e iki saldırının, Abdürrahim Boynukalın’ın hem fiziksel hem sözel kabadayılığının, Nokta baskınının ve Cem Küçük’ün Ahmet Hakan’ı hedef alan eşi görülmedik, tehditlerinin üzerine, bir de bunları orasından burasından savunan, hafifleten, mazur göstermeye çalışan yazılar bindi. Emsallerinin en yumuşaklarından ikisi, belki iki buçuğu Serbestiyet’te de yayınlandı. Asla katılamayacağım şeyler var ve kendi payıma, artık doğrudan tavır almak ve somut olarak eleştirmek ihtiyacındayım. Ama önce, hepsi son dört beş ay içinde olmak üzere bu konuya daha soyut değinmelerimi, özgün makale başlıkları altında hatırlatmak istiyorum.     

 

Rahatsızlık, şüphecilik, bağımsızlık, yalnızlık  

 

15-16 Mayıs’ta yazmışım; Serbestiyet’te 16’sında yayınlanmış. Bir yerinde, AKP’de en çok nelerden hoşlanmadığımı sıralamak gereği duymuşum. Son iki madde şöyle (bazı kilit ifadeleri şimdi siyah yapıyorum):

 

“(9) Bu ve benzeri bütün konularda, kraldan fazla kralcı danışman ve medya çevrelerinin oluşması. Bir kısım cahil ve yüzeysel insanlarda, sırf tam bağlı ve sadıklar diye, bir keramet var sanmak. (10) Bir adım ötede, AKP taraftarı medyaya (ki olabilir) müdahaleciliği aşırı boyutlara vardırmak. Hiç çatlak ses çıkmayan, yüzde yüz eleştirisiz bir bağlılık aramak. Dengelilik ve inandırıcılık nedir bilmemek. Belki en kabası ve en amatörcesi, faraza şimdiki seçim kampanyası çerçevesinde, televizyon haber saatlerinde AKP mitinglerinin ve AKP liderlerinin konuşmalarının, baştan sona, eksiksiz ve saatler boyu verilmesinin en iyi propaganda olduğunu sanmak. Gerçekçilikten uzak, eleştirisiz, uyarı kapasitesinden yoksun bir “parti basını”nın nasıl bir felâket, kendine nasıl bir zarar demek olduğunu, tarihteki örneklerine olsun biraz bakarak anlamamış, öğrenmemiş olmak.” 

 

Geçmişten bugüne, düello mantığı ve düşman kültürü

 

29-30 Mayıs’ta yazmışım; Serbestiyet’te 30’unda yayınlanmış. Yüz elli yıllık sosyalizm ve komünizm tecrübesinin yaslandığı “düşman kültürü” ile 1960’lar ve 70’lerin sol gençlik örgütlerinin aşırı sağın saldırılarına karşı kendini savunma mantığıyla giriştiği “düello”nun acı tecrübelerinden, günümüz İslâmcılığı ve AKP için bazı dersler çıkarmaya çalışmışım (siyahlar, gene şimdi vurguladıklarım):  

 

“Öte yandan, bu düşmanlığa karşı, onun türevi, simetriği ve aynadaki aksi gibi bir ‘düşman kültürü’yle mukabele edilip edilmeyeceği, bunun kaçınılmaz olup olmadığı ayrı bir sorun. (…) Son birkaç yılda, örneğin, bir kısım AKP’liler ile AKP yanlısı gazeteci ve yazarlardan, sürekli şunu duyuyorum: ‘Şimdi kavga zamanı; kavga verirken başka şey düşünülmez, eleştiri yapılmaz, düşmana koz verilmez; sımsıkı kenetlenilip öyle durulur.’ Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra diner gibi olmuştu. Şimdi tekrar canlandı. Siyasetin (ve dolayısıyla medyanın) normalleşmesi kabul edilebilir hale geldi — sanıyordum. Derken şimdiki seçim kampanyasıyla birlikte sertlik ve gerilim yanlılığı tekrar öne çıktı. ‘Kavga zamanı’ söylemi (faraza Abdülkadir Selvi’nin son yazılarında dile getirdikleri dahil) her türlü eleştiriye sırt çevirmenin mazereti oldu.

 

“Biliyor musunuz, bu mantık Sovyetler Birliği’nin sonunu getirdi. [Proletarya diktatörlüğü teorisinin mübalağa edilmesi ve çığrından çıkarılmasına] … daha pratik politika düzleminde, gerek ülke içi ve gerekse dışında,  her yerde açık-gizli kapitalistler, burjuva restorasyonistleri, emperyalist ajanlar, yıkıcılar, sabotörler gören bir ‘düşman kültürü’ (culture of the enemy) eşlik etti. (…) Kendini koruma içgüdüleri ağır bastı. Devâsâ lider kültleri yükselirken, parti içi eleştiriler de ‘revizyonizm’ üzerinden giderek kapitalizmin ve emperyalizmin hesabına yazılıp düşmanlaştırıldı. Bütün demokrasi olanakları boğuldu. Yaratıcılık öldü. Sistem taşlaştı, atrofiye uğradı ve bir süre can çekiştikten sonra ruhunu teslim etti.

 

“…aynı hastalık Sovyet ve dolayısıyla Komintern gelenekleri ve kültürüne orasından burasından bulaşmış bütün sol akım ve partilere de musallat oldu; uzun vâdede hepsinin sonunu getirdi. Muhalefetteki komünist partiler ve benzerleri de nereye baksalar düşman gördüler. Sosyalizme ve sosyalist ülkelere yönelik her eleştiri, her objektif bilgi ve haber yalan sayıldı. Kendilerine yönelik her eleştiri ve her objektif bilgi veya haber de keza yalan sayıldı. Her yerde küçük Stalin taklitleri ve onların etrafında karikatür niteliğindeki lider kültleri türedi. Burjuva propagandasına karşı habire disiplin ve daha fazla disiplin, safların habire sıklaştırılması ve daha fazla sıklaştırılması istendi. Bir an geldi; Marksist solun en ufak bir güvenilirlik ve inanılırlığı kalmadı. Gerçeklerden koptu, kitlelerden koptu, saygınlığını yitirdi.

 

“Hele şu seçimler geçsin, her şey düzelecek deniyor. Bense düzelme ve normalleşme konusunda hele şu geçsin, hele bu geçsin ertelemeciliğine karşıyım. Bu, anormalliği uzatıp durmaktan başka pek bir sonuç vermez. AKP’nin Amerika’yı yeniden keşfetmek zorunda kalmamasını dilerim.” 

 

Hooligan’laşma süreci

 

5 Eylül’de yazmışım; aynı gün yayınlanmış. Bir örnek olarak Koray Çalışkan’ın tweet’lerinden girmişim; muhalefetin kavgacılığı üzerinde durmuşum; oradan AKP medyasına geçmişim:

 

“Öte yandan, belki söylemek bile gereksiz ama, iktidar savunucuları da temiz ve günahsız olmaktan çok uzak. Açık söyleyeyim; ‘yandaş’ tabir edilen basını, belki birkaç köşe yazarı hariç, okumakta çok zorlanıyorum. Haber deseniz, içinde on enformasyon sözcüğü varsa, en az yüz tane de aşağılayıcı sıfat var (örnek olarak, herhangi bir PKK saldırısı hakkında, 5N1K’sının ötesinde  kaç “hain, alçak, kalleş, katil, cani, terör/ist vb” kelimesi kullanıldığını inceleyin). Yorum deseniz, aklı başında bir yanıt ve çürütme yaklaşımı yerine, gıcıklığa gıcıklık, küfüre küfür, hakarete hakaretle karşılık vermek tercih ediliyor. Tencere dibin kara; seninki benden kara. Belirli bir tarafı olmak, burada da çoğu zaman yüzde yüz sadakat ve çizgi dışına çıkmama şeklinde anlaşılıyor. Dengelilik ve çok-yanlılık horlanıyor; aşırılık ve tek-yanlılık değer kazanıyor. Örneğin bir kısım aydın mutlak AKP karşıtı ve devirmeci kesildi diye, en az aynı derecede sığ ve mutlak bir aydın düşmanlığı baş gösteriyor. Batı basınının Oryantalist, İslamofobik tavrının aynadaki aksi gibi topyekûn bir Batı düşmanlığı (ve Doğu fondamentalizmi) başgösteriyor. Her ikisinin, yani aydın düşmanlığı ile Batı düşmanlığının kesişme noktasında, işin içine biraz da anti-Semitizm katınca, “zaten bizim aydınlarımız hep kökü dışarıda, komprador, Batı hayranı, Yahudi, Masonik vb olmuşlardır” gibi tekerlemeler karşınıza çıkıyor. Olmaz; bu kafayla bir yere gidilmez. Demokrasi mücadelesi böyle kazanılmaz. Bazı çok zeki insanlar var. Ama bakıyorsunuz, onlar da son derece bilgilendirici ve aydınlatıcı bir yazıya başlamışken, beş on paragraf sonra kendilerini lâf sokuşturmanın şehvetine kaptırıyor ve sertliği oranında o kadar üstü kapalı espriler yapmaya girişiyor ki, her şey bir yana, yazı şişer ve sarkarken siz de okuduğunuzu anlayamaz oluyorsunuz. Kötü para iyi parayı kovar (Gresham Yasası). Her şey aşağı çekiliyor, dibe vuruyor; yetenek de köreliyor; gazetecilik ucuzluyor; istenen politik norm’lara uygun biçimde üç beş cümleyi yanyana çırpıştırmak, fazlası istenmeyen bir “aparatçik mediokritesi”nin belirleyicisi, asgarî müştereki haline geliyor.”

 

*          *          *

 

İlkesel düzeyde, daha ne diyeyim? Fakat galiba meseleler böyle genel ve soyut biçimde ifade edilince görünüşte anlaşmak kolay oluyor, ya da kimse üzerine almayabiliyor da, eleştirinin ucu birazcık sivriltilince işler değişiyor. Sertlik ve militanlık o noktada başgösteriyor. Bakalım, göreceğiz, gene öyle olup olmayacağını.   

- Advertisment -