Türkiye Ortadoğu’daki gelişmelere bağlı olarak zor bir dönemden geçiyor. Böyle zamanlarda siyasi basiret çok daha fazla önem kazanıyor. Bu zor günlerin çıkış yolu, kanımca içine kapanma değil, dış ilişkilerde Etyen Mahçupyan’ın yazdığı gibi daha gerçekçi siyasetler üretmekten ve içerde daha fazla demokratikleşmekten geçiyor. Siyaseten söylemde daralarak değil, çoğullaşma ile ve genişleyerek krizleri aşmak mümkün olabilir. Doğrudan yasal uyarlamalarla demokratikleşme adımlarını atarak; seküler kesimin artık kemikleşmeye başlamış ret cephesini sağlamlaştıran aşırı söylemlerden uzak durarak… Ve bunun gibi daha pek çok alanda siyasi basiret ve kucaklayıcılık göstererek, Türkiye bu krizden daha az zararla çıkabilir.
Söylemler sorunu: “Paçavra” değil bayrak
Oysa siyasi aktörlerin ve hükümeti destekleyen kimi basının söylemlerine baktığınızda, bugün belirgin bir daralma, dışlama ve düşmanlaştırmanın hâkim olduğunu görüyoruz. Hükümet yanlısı basında kraldan çok kralcı tutumların belirmesi ciddiyetsizliğe ve savrulmaya işaret ediyor. Kürt halkının daha çok aşağılanması, hissiyatına saygı duyulmaması, muhalefetin şeytanlaştırılması ve cezalandırılması eğilimleri, her gün birbirini yeniden üreterek yükseliyor. Bu gidişe dur demek lazım.
Örneğin, bazı Kürt vatandaşların “bayrak” olarak gördüğü ya da görmek istediği bir simgeye “paçavra” demek Türkiye’ye ne yarar getirebilir? Hem basında hem siyasette muhalefete karşı sert ve bazen hakaret içeren söylemler hangi sorunumuza deva olabilir? 1128 öğretim üyesinin imzaladığı bildiri için dört akademisyenin tutuklanması kime yarar? Hele hele Ermeni asıllı HDP milletvekillerine karşı düşmanca ve ırkçı söylemler, bizleri ışık hızıyla 1915’in toptan inkâr edildiği utanç verici günlere taşımaz mı?
Bu örneklerden ilki Kürt vatandaşların olası hissiyatına hiç önem vermeden, ağır ve incitici sözlerle onların kalplerini kırmak demek. İkincisi “ne kadar sert konuşursak o kadar inandırıcı oluruz” gibi bir savunmacı/saldırgan hattı yansıtıyor ki bu, inandırıcılıkla değil, sadece dilde sertleşmekle ilgili. Üçüncü örneğe gelelim. Velev ki 1128 akademisyenin imzaladığı bildiri yetersiz ve eksik, hattâ hükümetin iddia ettiği gibi “amaçlı” olsun; sonuçta bir fikri ifade etme ediminden başka bir şey olmayan bu metin “teröre destek” ile nasıl bağdaştırılabilir? Metnin Türkiye’yi — sanki Batı sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi — Batı’ya şikâyet etme üslubunu hiç sevmediğim ve benimsemediğim halde, bu bildiriyi kaleme alma ve ifade etme özgürlüğünü amasız fakatsız savunurum. Basındaki hükümetin her dediğini gözü kapalı savunu ve konuyu abese vardırma tutumlarının ise yapanlar dahil hiç kimseye yararı dokunacağını sanmıyorum.
Denebilir ki müminlerin temsilcisi bir parti olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasetçilerinin, bilhassa Erdoğan’ın, bu ülkede merkezden yönelen yüzyıla yakın aşağılanmaya ve dışlanmaya karşı geliştirdiği sert dilin, bu kesimleri varoluşsal haklarına, inanç özgürlüklerine, özsaygı, özgüven ve bütünlüklerine ulaştırmada bir karşı-duruş olarak belirli bir önemi söz konusu. Bunları yazarken aklıma ABD’deki siyahların 1960’lardaki “siyah güzeldir” çıkışı geliyor. Ben bu ülkenin siyahları arasında Müslüman müminleri de görüyorum. Ve kararlı duruşun ve dilin tedavi edici, yaraları sarıcı etkisini de anlayabiliyorum.
Ancak bunun bir sınırı var. İlk sınır devlet yönetiminde olmaktan ileri geliyor. İkincisi ahlaki olandır. İktidarın verdiği gücü toplumsal alanda karşı güç olarak kullanmanın ahlaki bir sınırı vardır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu sınırları pervasızca aşmakta olduğunu görüyorum. Aslına bakarsanız, tersine dışlama ve düşmanlaştırma yöntemleri, halkın vicdan duvarına çarpıp bunu yapanları dışarda bırakır ve zayıflatır.
Çıkış yolu bu ırkçı ve düşmanlaştırıcı tutumlardan, savrulmalardan değil, basiretten, anlayıştan ve demokratikleşmeden geçiyor. Dahası, dilin kemiği olmalı.