Ana SayfaGÜNÜN YAZILARICOP31 öncesi diplomatik satranç: Türkiye ve Avustralya arasında sessiz rekabet

COP31 öncesi diplomatik satranç: Türkiye ve Avustralya arasında sessiz rekabet

2026’da yapılması planlanan COP31 zirvesi yaklaşırken diplomasi, bilimin önüne geçiyor. Türkiye ve Avustralya, iklim diplomasisinin görünürdeki nezaketinin altında süren sessiz bir rekabetin iki tarafı olarak öne çıkıyor. Bir yanda temsilin diliyle konuşan Ankara, diğer yanda hesapla düşünen Canberra var. Fotoğraflar gülümsemeye devam ediyor, manşetler farklı dillerde yazılıyor; ama sahnenin gerisinde asıl mücadele sürüyor: sözü kim eyleme dönüştürecek?

Bir fotoğrafın hikayesi

Bu fotoğraf Avustralya basınına 24 Eylül 2025 tarihinde düştü.
Karede, ülkenin İklim Bakanı Chris Bowen ile Türkiye’nin First Lady’si Emine Erdoğan yan yana durdu. İkisi de aynı ışığa baktı ama farklı bir dili konuştu; biri temsilin, diğeri diplomasinin dilini. Gülümsemeler, uluslararası ilişkilerdeki bütün dikkatli ölçülülüğü taşıdı, fakat fotoğrafın ardında iki ülkenin ayrı ayrı kurduğu bir gelecek tahayyülü durdu.

Bu kare, 2026’da yapılacak COP31 yani Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin yıllık Conference of the Parties (Taraflar Konferansı) toplantılarının 31. oturumu – zirvesinin yalnızca bir hazırlık görüntüsü değil, iki ülkenin iklim diplomasisi üzerinden yürüttüğü sessiz bir rekabetin sembolü oldu. Bowen’ın temkinli yüzüyle Emine Erdoğan’ın protokol ciddiyeti, aynı anda hem nezaketin hem mesafenin ifadesine dönüştü.

Avustralya basını bu karşılaşmayı nezaket fotoğrafı olarak değil, diplomatik bir hamle olarak yorumladı. The Guardianolayı “Türkiye’den dikkatli bir çevre atağı” diye tanımladı; ABC News ise haberi “Canberra sabırla bekliyor, Ankara sahneden inmiyor” başlığıyla verdi. Farklı tonlara rağmen mesaj ortaktı: COP31 artık bir çevre zirvesi değil, güç dengesinin yeni vitrini oldu.

Ve o vitrinin ardında, görünmez ama belirleyici bir mekanizma işledi:
Oybirliği kuralı.

Sessiz rekabetin anatomisi

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin yıllık Conference of the Parties (Taraflar Konferansı – COP) zirveleri, çoğu zaman bilimden çok siyasetle anıldı. Görünürde çevre konuşuldu, gerçekte diplomasi yönetildi. Her yıl ev sahipliği, bölgesel gruplar arasında dönüşümlü biçimde belirlendi; 2026 yılı bu kez Batı Avrupa ve Diğerleri Grubu’nun sırasına denk geldi. Kural basit göründü ama acımasızdı: karar yalnızca oybirliğiyle alındı. Çoğunluk yetmedi; tek bir ülke bile çekilmediğinde bütün sistem kilitlendi.

O yıl kilidin iki anahtarı Türkiye ve Avustralya’nın elinde kaldı. Avustralya, 2022’den bu yana Pasifik ülkeleriyle yürüttüğü kampanyada “Pasifik bir COP’u hak ediyor” sloganını merkeze aldı, bölgesel dayanışmayı iklim adaletinin diliyle birleştirdi. Bu söylem, Pasifik’in sular altında kalan adalarına bir tür tarihsel borcu ödeme isteğini taşıdı. Türkiye ise 2023’te Brezilya’daki COP29 sırasında adaylığını açıkladı, Antalya’yı ev sahibi şehir olarak önerdi. Coğrafi konumu, turizm altyapısı ve “medeniyet köprüsü” anlatısı Ankara’nın diplomatik stratejisini güçlendirdi; sembolik etkisini büyüttü.

Bu diplomatik tablo içinde Türkiye kendi hikayesini ayrı bir dille yazmaya başladı. “Sıfır Atık” projesi, Emine Erdoğan’ın inisiyatifiyle başladığından beri yalnızca geri dönüşüm değil, diplomatik görünürlük anlamına geldi. BM’de alınan “Uluslararası Sıfır Atık Günü” kararı, Türkiye’ye çevre diplomasisinde yeni bir yumuşak güç alanı açtı; çevre artık doğayla değil, imajla ilgili bir meseleye dönüştü. Emine Erdoğan bu sahnede devletin çevre vicdanı gibi konumlandı; kişisel görünürlüğü, Ankara’nın soğuk diplomasi diline insani bir ton kazandırdı.

Antalya’nın ev sahibi olarak önerilmesi de bu stratejinin devamıydı. Turizm altyapısı, lojistik kapasitesi ve Akdeniz’in coğrafi ortalığıyla birleşince şehir “iklim diyaloglarının başkenti” olarak sunuldu. Ama vitrinin ardında çelişkiler de vardı. Türkiye 2053 için net sıfır hedefi açıklamış olsa da, enerji portföyü hâlâ fosil yakıta bağımlıydı. Emisyon verileri şeffaf değildi, kömür yatırımları devam ediyordu. Uluslararası çevre örgütleri, Ankara’nın dışarıda “çevre öncüsü” söylemiyle içerideki sanayileşme politikaları arasındaki uçuruma dikkat çekti.

Yine de bu çelişki anlatının etkisini zayıflatmadı. Çünkü diplomasi bazen doğruluktan çok tutarlılıkla ilgilendi. Türkiye’nin hikayesi tutarlı bir ses tonuna sahipti: “Biz gelişmekte olan ülkelerin vicdanıyız.” Bu cümle duygusal olduğu kadar politik bir ağırlık da taşıdı. Türkiye’nin COP31 sahnesindeki varlığı, bir anlamda kendi kimliğini yeniden tanımlama çabası haline geldi. Çevre artık yalnızca bir konu değil, bir rol olmuştu. Ve Ankara bu rolü oynamakta giderek ustalaştı.

BM İklim Sekreteri Simon Stiell’in eylül ayında yaptığı uyarı, bu tabloyu tamamladı: “Eğer uzlaşma sağlanmazsa zirve Bonn’a döner.” Bu söz, yalnızca bir olasılığa değil, sistemin yorgunluğuna işaret etti. COP31 o dönemde çevreden çok prestije dair bir sınava dönüştü. Dosyalar ağırlaştı, delegasyonlar bekledi; zaman ilerledikçe teknik takvim değil, siyasal sabır tükendi. Diplomasi her zamanki gibi hiçbir şeyi hızlandıramadı ve gezegenin giderek ısınan gerçekliğine yetişemedi.

Avustralya’nın hesabı

Avustralya, COP31 yarışına yalnızca bir çevre kampanyası olarak değil, tarihsel bir itibar meselesi olarak girdi. Canberra yönetimi, zirveyi Pasifik ülkeleriyle birlikte ev sahipliği biçiminde düzenlemeyi planladı; bu tercih, ada ülkelerine bir tür ahlaki borcun ödenmesi anlamına geldi. Pasifik’te yükselen deniz seviyeleri artık bir doğa olayı değil, toplumsal bir yok oluşun adıydı. Avustralya bu nedenle “Pasifik bir COP’u hak ediyor” sloganını, diplomatik bir jestten öte, kendi geçmişini telafi etme aracı olarak kullandı.

İklim ve Enerji Bakanı Chris Bowen, Pasifik’in adil temsilini savunurken aslında ülkesinin onarılmamış itibarını konuştu. Avustralya uzun yıllar boyunca iklim eyleminde geç kalan, uluslararası arenada yavaş tepki veren bir aktör olarak anıldı. Bowen, COP31’i bir fırsat penceresi olarak gördü; o geçmişin yükünü hafifletmeye çalıştı. Ancak bu anlatının içerdeki karşılığı zayıf kaldı. Ülke hâlâ dünyanın en büyük kömür ihracatçılarından biriydi; yenilenebilir enerji yatırımları artsa da fosil sübvansiyonları sürdü. Muhalefet, hükümetin “iklim liderliği” iddiasını samimiyetsiz buldu; kamuoyunda “önce kendi evini düzelt” sesi giderek yükseldi.

Avustralya, çevre diplomasisinde duygudan çok rasyonaliteyle hareket etti. Bu yaklaşım kısa vadede güven verdi, ama uzun vadede inandırıcılığı aşındırdı. Halk, hükümetin teknik açıklamalarına değil, yazların ne kadar uzadığına, yangınların ne kadar yaklaştığına baktı. Bu yüzden Canberra hem içeride hem dışarıda bir ikilem yaşadı: kendi ekonomik çıkarlarını korurken Pasifik’in vicdanı olamazdı. Diplomasi bazen hesapla değil, inançla yapılır. Avustralya’nın sorunu tam da buradaydı; hesapları güçlü, inancı zayıftı.

Sessizlikle Pazarlık

Eylül sonuna gelindiğinde tablo değişmedi. Türkiye çekilmedi, Avustralya bekledi, Bonn senaryosu güç kazandı. BM İklim Sekreteri’nin sabrı tükendi; diplomatik diller kısaldı, sessizlik politikası iki başkentte de stratejiye dönüştü. Ankara konuşmadıkça sahnede kaldı, Canberra bekledikçe zaman kaybetti. Ama bazen beklemek, konuşmaktan daha yüksek ses çıkardı.

Kulislerde, Türkiye’nin çekilmesi için “yeşil finans, yatırım ortaklığı, teknoloji transferi” gibi önerilerin konuşulduğu söylendi. Resmî açıklama gelmedi ama bu tür söylentiler genellikle gerçeğe en yakın olanlardı; çünkü diplomaside en açık cümle çoğu zaman sessizlikti. Türkiye bu sessizliği bir pazarlık biçimine dönüştürdü. Çekilmeden ama geri de adım atmadan, yalnızca var olarak ağırlığını artırdı. COP sürecinde görünürlük bazen zaferden daha değerliydi; çünkü kimseye devretmediğin sahne, seni konuşmadan da temsil etti.

Avustralya içinse bu sessizlik bir krize dönüştü. Ev sahipliği yalnızca politik değil, aynı zamanda lojistik bir hazırlık gerektirdi: güvenlik protokolleri, medya merkezleri, konaklama planları… Hepsi belirsizlik içinde kaldı. Bonn olasılığı, her geçen gün masada daha fazla dile getirildi. Canberra, Türkiye’nin diplomatik sabrına sinirlenmekle hayran kalmak arasında gidip geldi. Belki de bu sessizlik, Türkiye’nin en güçlü argümanıydı. Çünkü söyleyecek sözü olmayanlar konuştu; elinde koz olanlar bekledi.

Manşetlerin ardında

Basın, iki ülkenin hikayesini iki farklı roman gibi yazdı. Türk gazeteleri “Türkiye çevre diplomasisinde yeni dönem” başlıklarını tercih etti; Avustralya medyası ise “Diplomatik çıkmaz büyüyor” diyerek temkinli bir ton kullandı. Aynı kare, iki ayrı dilde iki farklı anlama dönüştü. The Guardian’daki Bowen–Erdoğan fotoğrafı Türkiye’de “uluslararası takdir” olarak sunuldu; Avustralya’da ise “henüz anlaşma yok” vurgusuyla yayımlandı. Aynı sahne, farklı aynalarda bambaşka yansımalar üretti.

Bu fark, yalnızca gazetecilikle değil, toplum psikolojisiyle de ilgiliydi. Türkiye, çevreyi bir temsiliyet alanı olarak gördü; görünür olmanın bir yolu olarak. Avustralya ise çevreyi bir uygulama alanı olarak ele aldı; yönetilmesi, raporlanması, finanse edilmesi gereken bir mesele olarak. Biri duygusal, diğeri pragmatik bir dil kurdu. Türk kamuoyu temsil üzerinden gurur duymayı sevdi, Avustralya toplumu hesap verebilirlik üzerinden güven aradı.

Medya dili, yalnızca bilgi taşımadı; duyguyu da biçimlendirdi. Türkiye’de iklim söylemi ulusal bir meseleye dönüştü; çevre “ülkenin yüzünü ağartan” bir alan haline geldi. Avustralya’da ise her haber politikacılara karşı bir hesap çağrısı içerdi. Bu fark, iki demokrasinin nefes alış biçimlerini anlattı: biri anlatıyla, diğeri eleştiriyle ayakta kaldı.

Fakat manşetlerin ardında, asıl mesele görünmezdi.
İklim artık bir haber konusu değil, bir vicdan meselesiydi.
Ne Ankara’nın söylemleri ne Canberra’nın hesapları, insanlığın içsel tedirginliğini tam olarak susturabildi.

Ahlakın Aynasında

İklim diplomasisi, teknik bir tartışma olmaktan çıkıp ahlaki bir aynaya dönüştü. Her ülke kendi hikayesini “yeşil” kavramlarla süsleyerek dünyaya anlattı, ama gezegen yine ısındı. Türkiye duygusal meşruiyet üretmeye çalıştı, Avustralya teknik yeterliliğe yaslandı; biri kalpleri, diğeri kurumları ikna etmeye uğraştı. Fakat her iki ülke de aynı soruyla yüzleşti: inandırıcılık nereye kayboldu?

Avustralya’da genç kuşaklar “iklim umutsuzluğu” dedikleri bir duygunun içinde büyüdü. Üniversite kampüslerinde politikacılardan çok meteoroloji raporlarına güvenildi; gençler hükümetin enerji politikalarına inanmayı bıraktı. Bu umutsuzluk ideolojik değil, varoluşsaldı. İnsanlar sıcaklığın değil, sessizliğin artışını ölçtü.

Türkiye’de ise çevre, kalkınma söyleminin gölgesinde kaldı. Ekonomik büyüme, çevresel sürdürülebilirlikten daha yüksek bir politik değer taşıdı. Doğa, ulusal başarı hikayelerinin arka planına itildi. Şehirlerde nefes almak, kırsalda toprakla kalabilmek politik bir meseleye dönüştü. Bu yüzden iklim, siyasetin en kırılgan dosyalarından biri haline geldi.

COP31 belki yalnızca bir zirve olmadı; bu yüzyılın vicdan testi haline geldi. Hangi ülke sahnede daha çok alkış aldıysa da o alkışın yankısı kısa sürdü. Çünkü gezegen söz değil, sonuç istedi. Diplomatik sahnede atılan her imza, geleceğin çocuklarına verilmiş bir vaade dönüştü ve o vaatler tutulmadıkça hiçbir ülke gerçekten kazanmış sayılmadı.

Zirve öncesi sessizlik

Zirveye giden süreç, Türkiye ile Avustralya arasındaki diplomatik çekişmeden çok daha geniş bir tabloya dönüştü. COP31 yarışı, artık yalnızca bir ev sahipliği meselesi değil; dünyanın çevreyle kurduğu ilişkinin aynası haline geldi. İklim diplomasisi, teknik bir platformdan çıkıp, ülkelerin vicdanını ve inandırıcılığını sınayan bir sahneye dönüştü. Bu yarışta taraflar birbirine değil, kendi geçmişlerine karşı mücadele ediyor. Avustralya gecikmiş bir liderliği kanıtlamaya çalışıyor; Türkiye, yeni bir çevre kimliği inşa etmeye. Her iki ülke de görünürlük kazanıyor ama güveni yeniden kurmakta zorlanıyor.

Diplomasi, bu süreçte bir performansa dönüştü. Her jest ölçülüyor, her sessizlik planlanıyor. COP31 dosyası, farklı ulusal karakterlerin aynı belirsizlikte yürüdüğü bir yol haline geldi. Avustralya teknik akla yaslanıyor, Türkiye sembolik güce; biri verilerle, diğeri duygularla konuşuyor. Fakat iki yaklaşım da aynı sınırda buluşuyor: inandırıcılığın daralan eşiğinde.

Eylül sonuna gelinirken ne Türkiye geri adım atıyor ne Avustralya sabrını yitiriyor. Bonn senaryosu hâlâ masada, sessizlik hâlâ sürüyor. Bu sessizlik yalnızca diplomatik bir hesap değil, çağın yorgunluğunun yansıması. Artık hiçbir ülke yalnızca doğruyu söyleyerek alkış toplayamıyor; kamuoyları sözlere değil, sonuçlara inanmak istiyor. Diplomasi, zamana oynayan bir sabır oyununa dönüştü.

COP31’in nerede yapılacağı henüz netleşmedi, ama bu süreç şimdiden dünyanın aynasına bir görüntü düşürdü. Başkentler hâlâ açıklama yapıyor, kameralar hâlâ dönüyor, dosyalar hâlâ açık. İklim diplomasisi bir sonuç değil, süren bir yüzleşme halini aldı.

- Advertisment -