Ekim ayının ortasından itibaren işlerim nedeniyle yazılarıma biraz ara vermiştim. Ama Türkiye sayısız önemli olayı baş döndürücü bir hızla yaşamaya devam ediyor. Bu sefer de öne çıkan kritik gelişme, Türkiye’yi birçok bakımdan değiştirmeyi hedefleyen Cumhur İttifakı’nın ortakları arasındaki yerel seçim anlaşmazlığı oldu.
AK Parti, ara seçimde MHP’nin ittifak arzusu hilâfına Mart 2019 sandığına tek başına gitmekte ısrar etti.
Halbuki kamuoyundaki yaygın tahmin Cumhur İttifakı’nın yerel seçimlerde de sürmesi yönündeydi. Beklentileri ters köşeye yatıran anlaşmazlık, “Cumhur İttifakı çöküyor mu” sorusunu gündemin üst sıralarına taşıdı.
Kader ortaklığı
7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından adım adım inşa edilen ittifak, şimdiye kadar çok ciddi siyasî değişikliklere imza atmıştı.
Demokrasiden uzaklaşmada ve otoriter bir rejimin inşasında fazla bir sorun yaşamayan bu milliyetçi ve İslamcı-muhafazakâr partiler, aralarındaki ittifakı kader ortaklığına dönüştürmüş gibi davranıyorlardı.
Birlikteliklerini “milli ve yerli” ilân ettiler; ülkede ve bölgede olan biten her şeyi bu kavramlaştırmayı haklı çıkaracak manipülatif yorumlarla ele aldılar. İttifakı inşa etmek için sağa sola bakmadan, doğru-yanlış, haklı-haksız demeden dümdüz gittiler.
İttifaklarına böylesine abanan ikilinin daha ilk tökezlemesinin, muhtelif kesimlerde “çöküyor galiba” algısına yol açması normal sayılmalı. Ama Cumhur İttifakı’nın hakikaten çöküp çökmeyeceği hususunda sağlıklı bir tahminde bulunabilmek için, bu ilişkinin kısa tarihine ve ortak adımlarının mahiyetine daha yakından bakmak icap eder.
İttifakı neler hazırladı?
Bilindiği gibi, AK Parti tek başına hükümet kurma imkânını ilk kez 7 Haziran 2015 seçimlerinde yitirdi.
MİT tırlarını, Gezi olaylarını ve 17-25 Aralık (2013) yolsuzluk soruşturmalarını kapsayan süreç, siyasal yelpazesi oldukça geniş bir muhalif birikimi ortaya çıkararak seçimlere giden süreci hazırladı.
Seçim öncesinde, iktidarın devlet içindeki gayriresmi ortağı Fethullah Gülen cemaati ile AK Parti arasındaki anlaşmazlık çoktan açığa çıkmış ve sert bir savaşa dönüşmüştü.
Öte yandan, 2013 Mart’ında başlayan Barış ve Çözüm Süreci’nin AK Parti’ye Kürt seçmenden umduğu oy desteğini sağlamadığı görülüyor; bu da seçimlere doğru örgütte içten içe büyüyen bir huzursuzluğa yol açıyordu.
O sıralar Arap Baharı Suriye’ye sıçramıştı ve ülkede kanlı bir iç savaş yaşanıyordu. Bölgeye kendi politikaları doğrultusunda şekil vermeye çalışan ABD’nin, IŞİD’le savaş gerekçesiyle PKK-PYD-YPG’yle kurduğu yakın askeri ve siyasi ilişki dikkat çekiyordu. İktidar, bu örgütlerin özellikle Türkiye’nin güney sınırındaki belli bölgelerde hakimiyet sağlayarak güçlenmesini ve kantonal bir idari sisteme yönelmesini ülke için risk ve tehdit olarak görüyor, gelişmelere sert tepkiler veriyordu.
İktidar kendisini uluslararası düzeyde yalnızlık ve kuşatılmışlık içinde görüyordu. Bölgede ipleri elinden kaçırmış, edilgen ve olayların arkasından sürüklenmekte olan bir yönetim algısı yerleşmeye başlamıştı.
2014 Mart’ındaki yerel seçimler ile aynı yılın Ağustos ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimi bu şartlarda gerçekleşmişti. MHP’nin fazla bir varlık gösteremediği bu seçimlerde, HDP yüzden fazla sayıda belediye başkanlığı kazanarak, parti başkanı Selahattin Demirtaş ise cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiye çapında yüzde 10’a yakın oy alarak dikkatleri üzerinde toplamıştı.
Her şey o seçimle başladı
7 Haziran 2015 genel seçimlerinin sonuçları iki partiyi derin bir endişeye sevk etti. Tek başına iktidar konforu sona eren AK Parti, her zaman çok eleştirdiği koalisyon formülüne muhtaç hale gelmişti. MHP ise barajı güç bela geçip, HDP’nin ardından parlamentonun dördüncü partisi konumuna gerilemişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçimin üzerinden çok geçmeden AK Parti’nin koalisyon arayışlarına karşı tavır aldı. Aynı şekilde Bahçeli de muhalefetin içinde yer alacağı herhangi bir koalisyon formülüne kesinlikle yol vermedi. Erdoğan, tabii AK Parti’nin ve ayrıca MHP’nin desteğiyle, seçimlerin 1 Kasım’da yenilenmesi kararını verdi. CHP ve HDP’nin o dönemde sergilediği seçenek yaratamama zaaflarına burada yer vermiyorum.
7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasındaki dönemde, MHP ve AK Parti’de Cumhur İttifakı’nın yolunu açan büyük dönüşümler yaşandı.
Bu dönemde gerçekleşen bazı olaylar, ikiliye yeni yönelimlerini gerekçelendirmeleri için yeterli fırsatı verdi.
Kürt Sorunu ve Suriye faktörü
Bu olaylara kısaca göz atalım.
PKK, Kürtlerin yoğun olduğu bazı il ve ilçelerde, Suriye’deki kantonal sisteme benzetilmeye çalışılmış teatral özyönetimler ilân etti. Aynı günlerde Suruç’ta, yardımlaşma ve dayanışma için Kobani’ye gitmeyi planlayan çok sayıda gencin ölümüne yol açan bir bomba patlatıldı. Hemen ardından Ceylanpınar’da iki polis, lojmanlarında uyurken öldürüldü. Bunu takiben muhtelif yerlerde HDP parti binaları saldırıya uğradı ve yakıldı. PKK bütün Türkiye’yi kapsayacağını iddia ettiği “yeni devrimci halk savaşı”nı başlattı. Özyönetim ilân edilen il ve ilçelerde hendek ve barikatlarla sürdürülen, anlamı tartışmalı direnişte çok sayıda insan yaşamını yitirdi. Devletin devâsâ ordu ve polis gücüyle yürüttüğü müdahale sonucu o kent ve kasabalar viraneye döndü. Hayat söndü ve yoğun iç göçler yaşandı. Sonunda devlet baskın çıktı ve HDP’nin belediye başkanlıkları kayyumlara devredildi. Genel başkanı, milletvekillerini, parti yöneticilerini ve üyelerini kapsayan geniş tutuklamalar oldu.
Bu atmosferde yenilenen seçimde, AK Parti ve MHP olağanüstü yoğun bir milliyetçi propaganda sürdürdü. Gelecekteki Cumhur İttifakı’nın temel çerçevesini oluşturacak “beka sorunu… milli ve yerli olmak… Ortadoğu coğrafyasında Türkiye’yi de parçalayacak operasyonlar… komplolar… terör örgütüyle işbirliği yapanlar” gibi söylemleri piyasaya sunmaya başladılar.
1 Kasım 2015 seçimleri iki partinin beklediği sonucu az çok verdi. AK Parti hem hükümeti kurdu, hem de Erdoğan’ın isteği üzerine (seçimi kazanmışlığına karşın) Ahmet Davutoğlu’nu, eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ve ekibini tasfiye ederek, ittifak döneminin ikinci aktörü olacak olan Binali Yıldırım’ın önünü açtı.
İktidar FETÖ darbesini nasıl ele aldı?
Gülenciler 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde bulunduğunda, Cumhur İttifakı’nın tamamlanması için sadece birkaç fırça darbesine ihtiyaç kalmıştı. Yenikapı Mutabakatı pekâlâ ulusal bir mutabakat yönünde geliştirilebilecekken, AK Parti bundan sonrasında milliyetçilik dozunu artırma, demokrasiyi sınırlama, otoriterleşme, muhalefeti ve muhalif medyayı susturma, öğretim üyelerini sindirme, üniversiteleri kontrol altına alma ve sonuçta, parlamenter sistemden uzaklaşarak rejimi olağanüstü yetkili bir başkanlığa doğru bükme gibi, sağcı popülist rejimlerde sık gördüğümüz uygulamalara yöneldi. Bu tercih, 15 Temmuz sonrasında, böylesi yönelimlere fıtratı gereği sorgusuz destek verecek MHP ile birlikte yürüyeceklerini gösteriyordu.
İki partinin OHAL, KHK’lar, yaygın ve hukuksuz tutuklamalar, işten çıkarmalar ve benzeri uygulamalarda buluşması sorun olmadı. AK Parti demokrasi, özgürlük ve insan haklarından uzaklaştıkça koşar adımlarla MHP’ye yaklaştı.
16 Nisan 2017 Başkanlık Referandumu ve ardından yapılan 24 Haziran 2018 genel seçimleriyle Erdoğan, yıllardır hayalini kurduğu ama bir türlü fırsatını yakalayamadığı başkanlık hedefine ulaştı. Lümpen bir ırkçılık ile şöven taşra milliyetçiliği arasında gelgitler yaşayan MHP ise, hem ikiye bölünmesinin yarattığı problemleri aşarak Meclise girdi, hem de oyunu bir miktar artırdı. İşte Cumhur İttifakı böyle bir süreçte şekillenerek bugüne geldi.
Çökmedi ama…
Türkçülük ile İslâmcılık akımlarının tarihsel olarak barışık olduğu pek söylenemez. MHP ile AK Parti’yi bir araya getirenin yüksek idealler değil, muhtevasını bildiğimiz parti odaklı ihtiyaçlar üzerinden oluşturan bir siyasal pragmatizm olduğunu ileri sürmek, sanıyorum onlara yapılmış bir haksızlık sayılmaz.
Türkçülük ile İslâmcılık bazı dönemlerde koalisyonlarda buluştular ama bu birliktelikler memlekete hiç de hayırlı sonuçlar getirmedi. Son üç yıldır şahit olduklarımız bunu bir kez daha doğruladı.
Gelinen nokta itibariyle “Cumhur İttifakı çöktü” denilecek bir durum henüz yok. Adana, Mersin, Manisa ve Osmaniye gibi illerdeki yerel yönetim anlaşmazlıklarıyla, ya da devamının geleceği belli olsa da Melih Gökçek ve Bedrettin Dalan salvolarıyla tamamen çökmesini beklemek gerçekçi görünmüyor.
Zaten Erdoğan ve Bahçeli de anlaşmazlığı derinleştirmemek için yoğun çaba sarf ediyor, kelimelerini tartarak konuşuyor, partilileri dikkatli davranmaları için uyarıyorlar. Belli ki anlaşmazlığın büyüyüp ittifakın temelli yıkılmasına yol açmasını istemiyor; yerel seçim sonrası hasar tespiti yapıp yaraları tedavi etmeyi planlıyorlar.
Ama bir nokta var ki, hesaplarını alt üst edebilir: Bu anlaşmazlığın özellikle Ankara ve İstanbul gibi bazı şehirlerde muhalefet lehine sonuçlar yaratması… Böyle bir sonuç yalnız Cumhur İttifakı’nın değil, başkanlık rejiminin geleceğini de tartışmaya açar ve erken seçim ihtimalini gündeme taşır.
Şüphesiz benim bu gördüğümü, yelpazesi hiç de dar olmayan muhalefet de görüyordur.