Eskiden haberlerde kullanılan bir kalıp vardı: “Cumhuriyet Bayramı bütün yurtta dış temsilciliklerimizde ve KKTC’de törenlerle kutlandı.”
Böyle söylenirdi ama aslında halkın dışarıdan baktığı soğuk ve resmî törenlerdi her yıl tekrarlanan. İronik biçimde “cumhur”un elinden geldiğince uzak durduğu “Cumhuriyet Bayramı kutlaması” söz konusuydu, uzun on yıllar boyunca yaşanan.
Öğrenciler ve devlet memurlarının katılmama gibi bir tercihi olamazdı. Öğrenciler üşüye üşüye tören alanında tutulurdu. Bazı aileler isteyerek bazıları da şevkle katılırdı ama CHP ve MHP tabanı da dahil toplumun geniş bir kesimi zayıf bir katılım sergilerdi. Özellikle geleneksel İslami duyarlılığı olan geniş kesimler, muhafazakârlar, Kürtler, gayrimüslimler ve Cumhuriyet sonrası tarihe dair başka bir hikayesi ve olumsuz bir hafızası olanlar ise resmî törenlerden kaçınmayı tercih ederlerdi. Cumhuriyet onlar için dedelerinin ve ninelerinin anlattığı acılı hikayelerle birlikte hatırlanıyordu. Müslümanların, Hıristiyanların, Musevilerin, Sünnilerin, Alevilerin, okul kitaplarında yer almayan, kamusal olarak dile getirilmeyen başka hikayeleri vardı. Resmî tören alanlarındaki Cumhuriyet veya 23 Nisan kutlamalarındaki sessizlik ve kayıtsızlık, bu yönüyle onlardan gelen bir sitemdi.
(Bu dönemlere ait bir yazı için bkz: https://www.star.com.tr/yazar/cumhuriyet-neden–coskuyla-kutlanmiyor-yazi-801861/)
Son dönemde, yüzüncü yılına doğru bir “Cumhuriyet Bayramı coşkusu” ortaya çıktı.
Bu sadece CHP tarafından Ak Parti’ye duyulan tepkinin Atatürk ve Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına tutkulu bir katılım sergilenmesinden ve böylece ilk kez gerçek bir kitlesel katılım görüntülerinin ortaya çıkmasından ibaret değil. Artık kutlamalara katılan başkaları, CHP’lisinden Ak Partilisine başka toplum kesimleri de var.
Cumhuriyeti kutlamak tuhaf değil elbette. Konumuz, bu yeni ilgi durumun izahı ve çoğu kez tartışmanın cumhuriyet kavramıyla ilgili olmayan tarafı.
Sessiz Devrim sonrası dönemin etkisi
Bu katılım, Ak Parti’nin 2000’li, 2010’lu yılların başlarında otaya koyduğu demokratikleşme ve devletin demokratik dönüşümünün, geçmişle yüzleşme ve insan hakları adına yaptığı reformların, sağlık sisteminin ıslahından milli geliri belirgin biçimde artıran iktisadi performansa ortaya koyduğu parlak tablonun geride kaldığı bir döneme duyulan tepkiden de besleniyor.
Şimdilerde Teazis’in “ötekilerin cumhuriyeti” olarak adlandırdığı ve TBMM’deki demokratik duyarlılığa ve eleştirel fikirlere sahip İkinci Grup’a dayandırdığı “İkincilerin İktidarı”na duyulan tepkiler, ekonomiden liyakat ilkesine yaşanan sorunlarla birleşince, hele bir de sistemin dönüşümüne dair umutların başlıca taşıyıcısı olan Ak Parti’nin Sessiz Devrim’inin bizzat Ak Parti tarafından gündemden düşürülmesi söz konusu olunca, iktidar-muhalefet rekabetinin ötesinde bütün bir siyasi sistemin dönüşümüne dair eleştirel idealler gerilediği ölçüde, bundan eski devlet ideolojisi kârlı çıkmış görünüyor.
Yoksa o cenahta anlamlı bir değişim olduğuna dair iddia yok; Kemalizm veya Atatürkçülük iç tartışmayla demokratik bir dönüşüm yaşamadı. İfade özgürlüğü ve demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü, etnik ve kültürel haklarla azınlık hakları gibi alanlarda Cumhuriyet sonrası yaşananların da sorgulanıp aşıldığına dair anlamlı bir gösterge yok.
Resmî ideolojinin yeniden itibar görmesini, demokratik dönüşüm iradesinin (dönemsel) zayıflamasıyla (Dünyada da buna paralel bir gerileme var) ve iktidara duyulan tepkinin Cumhuriyet kutlamaları ve 10 Kasım anmaları gibi kurulu düzenin eski ritüelleri üzerinden ifadesiyle açıklamak daha makul görünüyor.
Böyle bir ortamda, 2000’li yılların başlarında resmî ideolojiyi çok daha utangaç biçimde savunan pek çok kişi, sosyal medyanın da elverişli atmosferiyle, artık Atatürkçülük, Kemalizm ve resmi ideolojinin ilkelerini çok daha coşkulu biçimde savunuyor. Şimdilerde liberal demokratik çevresinin mahalle baskısı sebebiyle Atatürkçülüğünü yaşayamadığından şikâyet ederek, artık bu utangaçlıktan azade biçimde, ilk defa gönül rahatlığıyla 10 Kasım anması yapıyorum anlamında mesajlar veren “liberaller” de var.
Cumhuriyet üzerinden semboller, ideoloji ve sınıf kavgası
Aslında herkesin farkında olduğu bir gerçek var: Son dönemlerde aniden keşfedilen Cumhuriyet kutlamalarında da belirginleştiği gibi, biz bu tartışmada öz olarak iktidarın kaynağıyla ilgili konuşmuyoruz. Cumhuriyetin olağanüstü geniş bir çeşitlilik arz eden mağdur edilmiş kesimlerinde de monarşiyi getirme adına bir siyasi tez savunulmuyor. Türkiye’de böyle siyasi hareket yok. İslamcılar için de geçerli bu.
Cumhuriyet de bir devlet veya yönetim biçimi anlamıyla konuşulmuyor; daha çok onun Atatürkçülük adı verilen resmî ideolojisiyle beraber gelen bir tarihi var; onu konuşuyoruz. Onunla beraber gelen ve oligarşik nitelik taşıdığı eleştirisi yapılan bir yapı var; asker ve sivil bürokrasi, devletçi sermaye ve eşrafın “merkez”de olduğu, alt ve orta sınıfların “çevre”ye itildiği bir sınıfsal gerilimin, “seçkinler ve sıradan vatandaşlar,” “atanmışlar ve seçilmişler kavgası” şeklinde yüz yıla damgasını vuran bir sosyolojik boyutu da var. Bu egemenlik ilişkisinin meşrulaştırılışı var. Osmanlı geçmişine ve onun merkezi değerlerine sempatiyle bakanlarla antipatiyle bakanlar arasında bir kültürel kavga var. Bunları da konuşuyoruz.
Şimdilerde iktidara duyulan haklı ve haksız tepkiler üzerinden geleneksel İslami sembollerin taşlanmasının da bununla bir ölçüde bağlantılı olduğu düşünülebilir.
Cumhuriyete dair hurafeler ve gerçekler
Gelin bu tartışmanın gölgesinde kalan cumhuriyete yakından bakalım.
Tanımdan başlayalım.
Okullarda öğretilen tanıma göre “cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesidir.” Oysa bu demokrasinin tanımıdır. Cumhuriyette yöneticiler halktan gelebilir ama onun asıl özelliği hanedanın olmayışıdır; onu bir kralın veya kraliçenin, şahın, çarın olduğu ülkeden ayıran temel fark budur. Cumhuriyete ilave başka pek çok değer atfedilebilir; ama temel farkı budur.
Cumhuriyet demokratik de olabilir, despotik de. Liberal bir demokrasi şeklinde de olabilir, otoriter ve totaliter türden baskıcı bir diktatörlük şeklinde de.
Günümüz dünyasında da böyledir bu. Elinizi sallasanız cumhuriyete değer ama demokrasiye değil.
Her egemenlik ilişkisinin bir anlatısı vardır. Her devletin, her ulus devletin de öyle.
Türkiye’de de Cumhuriyet kendi ideolojik meşrulaştırışını eski düzenin olumsuzluğu üzerine kurmuştur. Osmanlı dönemi ders kitaplarında bir tür karanlık çağ olarak betimlenmiştir. Cumhuriyete geçiş de her istediğini yapabilen despot bir irade olarak resmedilen bir padişahın tebaası durumdaki mağdur insanlardan cumhuriyetin vatandaşı olan insanlara ulaşmakla tanımlamıştır.
Oysa öncelikle bu söylenen, dünyadaki birçok ülkede olduğu gibi Osmanlı’da da mutlak monarşiler çağına aitti ve o da çoktan geride kalmıştı.
İkinci Meşrutiyet sonrası dönem ve onunla gelen siyasi ortam, ideolojik çeşitlilik ve siyasi temsil bakımından Cumhuriyet sonrası Tek Parti dönemindekinden çok daha zengin ve özgür bir ortamı ifade ediyordu. (Partiler düzeyinde bu çeşitlilik, İttihatçılardan muhaliflerine, liberallere, İslamcılara Osmanlı Demokrat Fırkasından Osmanlı Sosyalist Fırkasına ve diğerlerine kadar geniş bir yelpazeyi yansıtıyordu).
Osmanlı son yüzyılında Fransa’daki gibi cumhuriyet ilan edilmemişti çok daha değerli olarak, demokrasi adına önemli kazanımlara ulaşılmış, İngiltere’deki gibi parlamentonun üstünlüğü sağlanmıştı. Sultan Abdülhamit’e yönelik uygulamayı olumlu bulan veya bulmayan olabilir ama nihayetinde 1908 sonrası Parlamento padişahı tahttan indirmiş ve daha sonra 1909 itibarıyla padişahın Meclis’i feshetme yetkisi elinden alınmıştı.
Birçok Kıta Avrupası ülkesinde ve İngiltere’de olduğu gibi hanedanlığın korunduğu ama en üstün buyurma gücünün parlamentoya, seçilmişlere geçtiği, artık onlara ait olduğu bir anayasal monarşi söz konusuydu.
Günümüzde birçok bakımdan cumhuriyete atfedilen olumluluklar, bugünkü anayasal monarşilerde de somutlaşan demokrasilere içkindir. Bizdeki resmi ve yüzeysel eğitim dolayısıyla cumhuriyete ait sanılan pek çok olumluluk, aslında demokrasiye aittir ve cumhuriyet formu altında olmak zorunda değildir.
Türkiye’de cumhuriyete geçiş, çeşitlilik, çoğulculuk ve eleştirel düşüncenin yer bulduğu, savaşın en zor dönemlerinde bile Mustafa Kemal’i yetkilendirirken demokratik hassasiyetlerini koruyan Birinci Meclis’in temsil ettiği özgürlüğün yerine tek partili bir sisteme geçişi yansıtmıştır. Tek parti de tanımı ve doğası gereği demokrasi olmamıştır.
Bu cumhuriyetin tek parti döneminde hiçbir olumlu adımın atılmadığı anlamına gelmez. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının birçok ülkeye göre erken bir tarihte tanınması değerlidir ve bu kazanım, devletin o döneme damgasını vuran pek çok yanlışına kurban edilmemelidir. Aynı şekilde, Osmanlı son döneminde güçlü olan kadın hareketinin tek parti döneminde nasıl söndürüldüğünü veya Nezihe Muhittin gibi öncü kadın aktivistlere neler yaşatıldığı da hatırlanmalıdır.
Osmanlı aydınlarının liberali ve İslamcısıyla genel olarak cumhuriyetin temsil ettiği egemenliğe karşı ne kategorik bir itirazları olmuştur ne de kategorik monarşi savunuları. Onlar esas olarak iktidarın sınırları ve devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair tartışmışlar, bunu yaparken padişahları da eleştirmişlerdir. Hem de Cumhuriyet sonrasına yapılamayacak ölçüde ağır eleştirilerle.
Cumhuriyet konusundaki tartışmada da pek çok muhalif, egemenliğin halka veya onun adına parlamentoya geçişine değil, halifeliğin ve padişahlığın kaldırılmasına itiraz etmiştir ve itiraz edenler de sanıldığı veya resmi tarihte iddia edildiği gibi İslamcılardan ibaret olmayıp, Avrupa tarzı bir anayasal monarşinin devletin sembolik yapısı içinde muhafaza edilmesini tercih eden seküler, liberal, Doğucu veya Batıcı demokratları da içermiştir.
Kısacası Osmanlı son dönemi ve Cumhuriyetin ilk döneminde, cumhuriyetin demokratik cumhuriyet anlamına veya yönetenlerin halktan olmasına anlamlı bir itiraz yoktur; çok dinli ve çeşitli etnik kimliklere dayalı bir devlette bu zaten mümkündü. Sadece son dönem Osmanlı üst düzey siyasetçi ve bürokratlarının sınıfsal, etnik ve dini çeşitliliğine bakmak bunu görmeyi mümkün kılar.
“Cumhuriyet olmasaydı…” veya ne zaman makul bir tartışma yapabiliriz?
Şimdi geriye doğru farklı bir tarih anlatısı oluşturularak sanki cumhuriyet olmasaydı alt ve orta sınıflardan birileri en yukarıya kadar tırmanamayacakmış gibi bir dil kuruluyor; ki bu doğru değil. Hatta cumhuriyetin tek parti dönemini, onunla gelen ve 1950’den sonra bile devam eden zümre hakimiyetini ve onu meşrulaştıran resmi ideolojinin işlevi göz önüne alacak olursak, uzunca bir zaman için bunun eskiye göre daha zor hale geldiği de söylenebilir.
Kısacası, bugün siyasi atmosferin etkisiyle birçok konu gibi cumhuriyet de sakin ve serinkanlı bir biçimde konuşulmuyor; her türlü güzelliğin kendisinde toplandığı “iyi bir şey” veya sahip olduğumuz tüm kazanımların kaynağı anlamında kullanılıyor.
Dünyada demokrasinin geri çekildiği bir dönemdeyiz. Türkiye’de de sistemin adalet ve demokrasi temelli dönüşümü için yola çıkan muhafazakâr demokratların son 10 yıldaki performansları ilk 10 yıldaki gibi değil. Demokrasi adına göğüslerini gere gere ön plana çıkarmaları gereken Sessiz Devrim’in internetten kaldırıldığı bir dönemde eskiye rağbet başladı ve bit pazarına canlılık geldi. Şimdilerde eski demokratlardan nedamet getirenlerle aslında yeni/post Kemalizm de fena değil diyenlerin sesi daha çok duyuluyor.
Oysa bu günler geçtiğinde asıl konuşmamız gereken cumhuriyet ve onun muhayyel karşıtları değil bireyin hakları ve devletin yetki haritası olacak; iktidarın kaynağından çok onun niteliği ve sınırları olacak. Geçmişle daha sağlıklı bir yüzleşme, toplumsal fay hatlarının onarılması, güvenin tesisi, devletin ideolojik tarafsızlığı, yeni sistemde kuvvetler ayrılığı adına dengeyi sağlamak için yapılması gereken değişiklikler, adil bir hukuk sistemi, meritokratik bir yapı ve liyakat ilkesine uygun bir devlet yönetimi olacak.
Önemli olan cumhuriyete sahip olmak değil, insan haklarına dayalı bir demokratik sisteme sahip olmak. Hep öyleydi.