Ana SayfaYazarlarDağılmış bir duman

Dağılmış bir duman

 

‘Dağılmış bir dumanım ben’. Bir bahar rüzgarını izleyerek insanların dünyasına çıkıyorum. Az ötede bir genç elinde gitarıyla ateşli bir marş söylüyor, barikatlardan söz ediyor. Hah işte! Aynı marşlar, aynı söz ve heyecanlarla ölümü bekliyoruz. Kendi üzerine katlanan zaman. Canlı taklidi yapan ölü. Oysa barikat içimizde. Kendi kendimize giden yollar tıkanmış. Uyuyan kuşların gözyaşlarını içen pervaneler gibi, gıdasını rüyalardan alan bir hayatı kovalıyoruz. En derin arzumuz olduğumuz gibi sevilmektir. Tanınmak isteriz ama tanımaya daha az talibiz. Tanımak, ötekinin sebeplerini bilmek için hazır olabilme kabiliyetidir. Ne de olsa ‘kalbin aklın bilemeyeceği sebepleri vardır’. Kalbin sebeplerini akılla bilemeyiz. Kalp kalbe konuşur. Hal hale konuşur. İnsandan insana giden yolu bulmak için, beni ve onu ayıran alanda serbestçe gezinmek, benliğin sığınaklarından çıkmak gerek.

 

İnsan, yenilgilerine yaklaşma biçimiyle olacağı kişi haline gelir. Düştüğümüz yerden doğrulacak mıyız? Yoksa yenilginin yarattığı örselenmeye sıkışıp kalacak ve bitmek bilmez bir yasa mı kapanacağız? İnsan, olmakta olandır. İnsan, gelmekte olandır. Anne babalarımız, milletimiz, mesleğimiz, dinimiz, beynimiz her biri kim olduğumuza dair belirli ölçülerde katkıda bulunur ama insan hiç bitmeyen bir süreç, günbegün çoğalan bir maceradır.

 

Dünya küreselleştikçe nefret ve şiddet büyüyor, gruplar birbirine yaklaştıkça düşmanlık yoğunlaşıyor. İki insan arasındaki mesafe büyüyor. Aynı işyerini paylaştığımız, aynı sokaklarda gezindiğimiz insanlarla oturup hoşbeş edebilme imkanı giderek ortadan kalkıyor. Bağlanma olmadan kopuş, içe almadan bastırma olmaz. İnsanlar ve ülkeler arasında, içe alma ve dışa atma konusunda sürgit bir gerilim var. Bazı ulus devletler güç kaybederken başka grup ve toplumlar kendi hükümran devletlerini kurmaya çalışıyor. Günümüz savaşları ve ulusal çatışmaları, baskın grupların öteki saydığını içe almak istemediğini ve madun olana benzemekten ölesiye korktuklarını  gösteriyor. Bir başkası olma korkusu. Ruh en derin yerlerinden sızlıyor. Çözülmemiş ve iyileştirilmemiş travmalar, korku ve güvensizliği besliyor. Bastırılmış ruhsal travmalar yeni karşıtlıklar ve önyargılar üretiyor ve konuşma ahlakının önünü kesiyor.

 

Politika söylenmemiş olanı başka yollarla açığa çıkarır, inşa eder. Ötekinin radikal bir biçimde kötücül olduğu ve beni/bizi tahrip etmeye hazır beklediği faraziyesi, kendisini sürekli üretmek istiyor. Fanon’un bir kitabında dile getirdiği gibi, ‘Anne bak, zenci!’ diye işaret ediyor parmaklar birbirini. Her yerde aynı gulyabani. Bütün dünya pusudadır madem, safları sıklaştırmak ve bize benzemeyenleri ayıklamak icap eder.

 

Hükümran devlet ve gruplar, kendileri için insancıl bir yüz ve adaletli bir imge inşa etmeye pek heveslidir.  Propaganda bunun için var ve bu yüzden savaşta evvela hakikat kaybedilir. Güçlü de alkışlanmak, sevilmeye değer, sevilebilir bulunmak ister. Efendi, köle tarafından tanınmakla yetinmez, ondan sevgi de talep eder. Ne kadar zalim olursa olsun, yine de sevilmeyi arzular. Ötekinin arzusuna sahip olduğunu bilmelidir, kendisini ‘iyi’ bilmelidir. Ötekinin gözlerinde sevgi yerine teessür gördüğünde, sevilesi ve adil olma hakkını zorla elde etmesi gerektiğini düşünür. Elde kendini meşrulaştırmanın daha iyi bir yöntemini bulamaz ve nefret dolaşıma sokulur. Ötekini bir suçlama nesnesine dönüştürerek, efendi, kendi iyiliğine duyduğu itikadı sağlama alır. ‘Kötü olan ben değilim, o’ der, ‘Ben kendimi savunmazsam o ilkel hayat tarzıyla ülkemi istila edecek!’ ‘Hayat biçimlerimiz tehdit altında!’ diye vaveyla koparan Avrupa ülkeleri; Afrika, Asya veya Ortadoğu’dan gelen yeni göçmenlere karşı saldırgan politikalar yürütür. Bana benzemeyen beni kendisine benzetme potansiyeli taşımaktadır. Egemenler, bu söylemi her toplumun  dışlanmış insanları için de tedavüle sokar. Farklı olanı karantinaya alalım yahut onu, bizim alicenaplığımızı teslim etmek kaydı şartıyla içimize alalım.

 

‘Farklılığın kaynağı olarak ‘’yabancı’’yı hoş karşılamak, ‘‘yabancı’’ figürünü içeri alınacak kişi olarak üretmek anlamına gelir’ der Sara Ahmed. Ötekileştirme bazen çok kültürlülük söylemi içine dahil edilme eylemleriyle de gerçekleşebilir. Biz iyi çoğunluk ; iyi, uyumlu ve itaatkâr olduğunuz sürece sizinle konuşmaya ve sizi içimize almaya hazırız. Harlem’de saçlarını düzleten zencileri seviyoruz, dinlerinden utanan Müslümanlara bayılıyoruz, bizim üstün uygarlığımıza boyun eğmiş eğitimli Doğulular tadından yenmiyor! İçimizde eriyen ve uygarlaşan barbarlara, gösterdikleri bu üstün çaba için medyunu şükranız. Çünkü onlar bizim ne yüce ve hoşgörülü bir uygarlık olduğumuzu da teyit etmektedir. 

 

Oysa madun ve mağdurun idealizasyonu narsistik bir kibri açık eder. Ötekinin eşitsiz bir varlık olarak yaratılması yönünde bir düşsel ihtiyacı karşılar. İdealizasyon yoluyla kişi, korktuğu arzu ve yasak ilişkilerini denetim altına alır, arzunun kötü nesnesini bir ideale dönüştürür. İnsanı çaresizlik içinde bırakan ikircimli bir arzu, böylece kurgusal bir şeye dönüşür. O artık benim kafamda olmasını istediğim şeydir. Peki neden böyle yapıyorum? Onun arzusuna muhtacım çünkü. Ötekinin arzusu baskın grubun güç garantisidir, yönetme zevki ve kendinden menkul haklılığıdır. ‘Eğer seviliyorsak o halde iyi ve adiliz demektir’.  Naziler bile, hiç değilse başlarda, dünyaya ‘’iyi’’ yüzlerini, insancıllık ve uygarlıklarını göstermeye yeltenmişlerdir.

 

Yakınlığın endişesi ne kadar büyükse, ötekinden ayrılmanın ihtiyacı o kadar güçlüdür, çünkü onun varlığı hükümranlığın sınırlarını çizmektedir. ‘Senden nefret ediyorum, ölmeni istiyorum’ cümlesi tersine bir biçimde şöyle de okunabilir: ‘Sana çok ihtiyacım var ve böyle hissetmeye katlanamıyorum’.

 

İdealizasyon gibi, öznenin dünyasını çökmekten koruyan bir ruhsal savunma düzeneği daha var: Bölme, ikiye ayırma… Bilinçli bir körlük, bana acı veren şeyi görüyor ama yadsıyorum. Onu iyi ve kötüye bölüyorum, kötü tarafın üzerimde yaratacağı hasarları onarması için ondaki iyiye sığınıyorum. Eğer ötekini sadece kötü olarak görseydik gerçeklik çok tehlikeli ve kötücül olacaktı. Aşk ve nefret. Mağdurun iyi ve boyun eğici imgesini, bir zevk ve kendimizi yüceltme aracı olarak kullanırız: ‘Biz iyiyiz çünkü sizi kabul ediyoruz.’’ Ama öteki saydığımız  boyun eğmeyi ve  görünmez olmayı reddederse, iyi Ötekinin varlığa ve dile bürünmesine izin vermek istemeyiz. Benimle aynı renge boyanmayan ve içimde erimeyi reddeden Öteki, tümden kötü ve düşmandır artık. Varlık ve dil isteyen sessiz iyi, bu talebiyle birden kötü ve tehlikeli bir hüviyet kazanır. Çünkü tahakküm zevki ve ahlaki üstünlük yanılsaması elden gitmiştir. Öteki artık bize yeterince iyi olma hakkını vermemektedir. ‘Önce sadakat!’ diye bağıran ses bu gölge tiyatrosunda ‘eğer yeterince iyi olsaydın…’ ‘eğer bizi yeterince sevseydin ’ demektedir bir bakıma. Böylece konuşmanın sınırlarına gelir dayanırız. Bir karşı dil, bir ikame dil;  öteki tarafından sevilme arzusunu gizleyerek nefrete yönelir. Öteki bir kez ‘mutlak düşman’a dönüşmeye görsün, kötü bütün zamanlarda kötülüğün timsali sayılır. Zamanın çöküşüyle yüzyıllar önce vuku bulmuş travmatik olaylar sanki dün olmuşçasına bugüne getirilir. ‘Mendilimde kan sesleri’ vardır o zaman, daima kanayan bir yara, sürgit bir kan davası vardır. O iklimde  kendi grubuma duyduğum sevgi, öteki gruba duyduğum düşmanlıkla at başı gider. Biz ve onlar arasındaki yarık büyür.

 

Dağılmış bir dumanım ben. Yarıklardan içeri sızıyorum. İnsanların arasındaki bölgelerde dolaşıyorum, barikatların üzerinden geçiyorum, açık bırakılmış yaralardan giriyorum. Ne tümden iyiyim, ne tümden kötü. İnsanım, olmakta olanım. Nefret kurutur beni, sevgi diriltir. İnsanım, bu dünyaya var olmaya değil, yâr olmaya geldim. 

- Advertisment -